Şimdilerde Ernesto Sabato’nun “Kahramanlar
Ve Mezarlar” adlı kitabını okuyorum. Şimdiye kadar kötü bir Latinsoylu yazara rastlamadım.
Sabato ile ilgili düşüncelerimi
üçlemesini bitirince söyleyebilirim ama
bu denemeyi yazmağa beni iten, başka bir şey.
Öykü de kahramanımız Martin,
sevgilisi olacak Alejandrea ile bir Rus’un barına gider. Arjantin’de yerleşmiş bir Rus göçmenin bir ırmağa bakan
barı ile ilgili ne hayal edebilirsiniz?
Dahası Buenos Aires kimin
umrundadır ki? İkinci sınıf bir başkent gelmişti aklıma. Oysa yazar için
önemliydi bu şehir. Siyah beyaz fotoğrafların ve belki sepya yollarının
sonlarına yetişmiş biri olarak şehirlerin sokaklarında henüz uygarlığın hâkim
olduğu yıllarda… Şüphesiz önemli bir yerdi Buenos Aires.
Peki ama… Dünyaya sömürgecilik, Kızılderili katliamları ve coğrafi keşifler
dışında ( Ve elbette Flamenko, iyi yazarlar ve belki iyi müzisyenler) pek bir
şey hediye etmemiş İspanyollar ve Portekizlilerin şehirleri neden önemli
olmalıydı?
Günümüzde hâlâ Buenos Aires
hakkında yazılıyor mu meselâ? Yoksa Arjantin artık 2000’lerin başındaki
ekonomik krizle sancılı bir şöhret yaşayıp önemsizliğin rafına kaldırılmış,
demode olmuş bir romantizm ülkesi midir?
Bu fikir nereden aklıma geldi?
Son yıllarda özellikle Londra
hakkında o kadar çok film çekildi ki havası kapalı, hayatı ağdalı bir
serinkanlılıkla akan bu şehrin, dünyanın merkezi gibi sunulduğunu düşünmeğe
başladım. Gerçekten öyle mi? Eski yapısı
savaşın yıkıcılığına rağmen korunmuş, ulusal mirasına sımsıkı sarılmış ve
merkezi her şeye rağmen taşranın bayağılaştırıcı saldırılarından korunmuş bir şehir, Londra.
Merkezî Londra’dan çıktığınız anda işporta yaşantıların sızdığı bir Victoria
mimarisi sizi karşılar Londra’da. Ve buna rağmen İngiliz yaşantısı, keskin sokaklarla yaşlı çınarlarla aristokrat
parklarıyla size kendisini kabul
ettirir.
Ve fakat bunlara rağmen Londra
bile aslında bir yorgunluk ve unutulmak endişesi yaşar gibidir. Çünkü
dünyanın bir ucunda yaşayan ve hiç uyumayan başka bir şehrin biraz da utanmazca
akan Newyork’un yaşantısına yenik düşmüş gibidir.
Ve canım Ankara’m…
Çocukluğumuzda yürüyen
merdivenleri küçük süs havuzlarına ulaşan Yüzüncü Yıl Çarşısı, küçücük paralarımızda görüp de gerçek hayatta
karşılaştığımızda bizi hayran bırakan Ulus Atatürk Anıtı, öğrenciliğimizin ulaşılmaz
Kavaklıderesi…
İstanbul’dan bahsetmek
istemiyorum. Çünkü o artık anılarımda ancak sırtı eprimiş Attilâ İlhanlı bir Sirkeci vapurudur.
Peki ama ben bunları niye
düşünürüm? Şehirler nasıl yaşar, nasıl ölür ve nasıl unutulur?
Galiba şehirler insanlar gibi… Onlarla beraber
yaşıyor, gülüyor, soluyor ve unutuluyorlar.
Dickens için “ Londra baştan başa
yerle bir olsa bile, onun kitaplarıyla yeniden inşa edilebilirdi.” denirmiş.
O zaman şehirleri önemli kılan
ekonomik yaşantıları, nüfusları falan değil.
Şehirleri önemli kılan, onların
yazarlarca, yaratıcı zekâlarca ne kadar
önemsendiği… Sıradan insanlar için şehir,
barınılan bir yerdir yalnızca. Onların anıları rüzgârda savrulan kâğıt
parçaları gibidir. Oysa yaratıcı zekâlar onları toplar ve bunlarla şehir
arasında bir ilişki kurar. Böylece dikkat etmeden geçip gittiğimiz bir köşe
başındaki ev unutulmaktan kurtulur.
Ve ne kadar çok yaratıcı zekâ şehirleri kendi ulusal kimliklerinin
merkezine koyarsa şehirler dünyada o kadar çok hatırlanır ve önemsenir.
Ankara ve İstanbul eskisinden çok daha
kalabalık şehirler. Oysa bugün bayağılaşmanın, sıradanlaşmanın, taşralaşmanın,
yozlaşmanın, kısırlaşmanın habis urları haline gelmiş durumdalar. Neden böyle?
Çünkü artık onlar için üreten kimse kalmamış vaziyette. Çünkü artık yaratıcı
zekâlar için bu şehirlerin hiçbir cazibesi kalmamış durumda.
Bunun yanı sıra ülkeye egemen
olan yozlaşmış, Arabesk, esnaf/kenar mahalle diktasının, şehirlerimize
kimliklerini veren ulusal duyarlılıklarla hiçbir ilgisi kalmamış.
Ulusların uygarlıkla ilgileri
şehirlerde ortaya çıkar. Oysa Türkiye bugün uluslaşmadan kabileleşmeye doğru
yuvarlanmıştır. Türk Ulusu hayvansal
dürtüler çöplüğünün içinde menfaatleriyle güdülen canlılar krallığında
debelenmektedir.
Bu çöplüğe uyum sağlamış canlılar
şehirlerde bir müddet barınabilir ama bu ilkellikle şehirleri yaşatabilmemiz
mümkün değildir.
Böyle giderse şehirlerimiz içinde
canlıların yaşadığı ama sadece hayatta kalmak için çırpındığı bina yığınlarına dönecektir.
Çünkü uluslaşmanın uygarlaşmaya
ilgisi yitirilmiş olacaktır.
Çünkü artık iki ayak üstünde
yürüyen Homo simplexler, şehirleri için yazmayı, söylemeyi, çizmeyi bırakmış
olacaklardır.
Ve belki de çoktan olmuştur,
olacak olan…