Türkçü dünya görüşünü ve romantizmi öz olarak kabul edersem, hâlâ kendimi bir yere ait hissetmiyorum. Ülkücü naraların atıldığı klavyeler, çoşkulu marşların söylendiği salonlar, dinin afyon olarak çekildiği izbeler, sokaktaki pes payeler, seçkinciler, üstüncüler, enteller, sonradan görmeler, beş göbektir şehirli olan köylüler, amazonlar, maçolar, silikler, sinsiler, yalancılar, yalakalar(...).
19 Mart 2017 Pazar
FABRİKA AYARLARINA DÖNÜŞ
Uzun bir gelgitten sonra fabrika ayarlarına dönmenin kararını aldım.Karar vermek de bir şeydir. İdealist Türkçülerin çoğu Atsız gibi olmak ister. Düşündüm de ben Atsız'ın arzuların ok olup ulaşmak istediği 'DİLEK' adlı bir saray olmak, istiyorum.
14 Mart 2017 Salı
Kişisel Akış 4
Chef adlı filmi seyrediyorum. Film bir tür yeniden dirilişi anlatıyor. Aslında bu, Amerikan filmlerinin sık kullanılan teması.
Kötü mü? Bence değil. İnsanların başarabileceklerine inanmalarını sağlamak asla kötü olamaz.
Biraz morale ve kendimize inanmaya ihtiyacımız var. Oysa biz bambaşka saçnalıklara inanıyoruz.
Tamam vaaz etmeyelim.
Ama şarapla muzun iyi gittiğini düşünür gibiyim.
İçeriden annemin yaptığı ekmeğin kokusu geliyor. Nefis!
Bilgisayarım yanımda değil. Onsuz da oluyor ama gene de blog yazmadan edemiyorum.
Son iki gün ev taşımakla geçti, yorgunluktan geberiyorum. Dün ev taşırken nerdeyse 6 km yürümüşüm.
Bugün annemle ev yapımı hamburger yedik. Sınırsız içecek muhteşem bir şey! Sinemaya gidelim dedik sonra da vaz geçtik. Sonra da halama gittik Giderken şekersiz kurabiye aldık. Ama kurabiye gerçekten nefismiş.
Bu gecelik bu kadar.
8 Mart 2017 Çarşamba
Kişisel Akış 3
Büyük laflar etmek pek de sevimli olmuyor.
Blog bir ağlama duvarı mı? Neden olmasın? Sabah kalktığımda, çocuklarımızın geleceğiyle ilgili ağır mı ağır bir endişe üzerime çullanmışken...
İki gündür bir bilim kurgu romanı okumağa çalışıyorum. İnanılmaz sıkıcı ve darmadağınık bir kitap. Söylendiğine göre bir alay ödül almış. Ama asıl vurgulanan şey yazarının bir Marksist olması. Yazarın politik bir görüşü varmış. Yani? İnsan Marksist değilse apolitik bir zavallı sayılması gerekiyor herhalde.
Bu politik sığlık artık beni bıktırdı. Marks ne iktisattan ne politikadan anlayan ikinci sınıf bir tür Protestan vaizden başka bir şey değildi. Dini metinlerin anlaşılmazlığının yerini, onun anlaşılmazlığı aldı, o kadar.
Yarın yolculuk var. Daha sıcak bir yere gideceğiz. Ankara'yı çok severim ama gün geçtikçe uzun kışlardan daha çok sıkılır oldum.
Evde yeni kitaplar üst üste yığıldı. Bu bana cimrice bir zevk veriyor. Hayatta hiç bir şeyi biriktirmekten bu kadar zevk almadım.
Herkes yattı ama herkes uyudu mu? Bilmiyorum. Daha çanta mı hazırlamadım. " Hayırlısı"...
6 Mart 2017 Pazartesi
ARAFTAYIM
Bu günlerde araftayım. Düşüncelerim, duygularım, algılarım hatta inançlarım arafta.
Hap olarak hazırlanmış fikirler, ezberlenmiş prospektüsler, güvenilirliği ispatlanmış tedavi yöntemleri gibi bir ağız söylemler..Gel deyince gelecek, git deyince gidecek sütçü beygirleri.Ruhunu kaybetmiş ölü bakışlar, gözlerinde çakmak çakan kurnazlar, akıl veren akılsızlar, her şeyi bilen, hiç bir şeyi bilmeyen akıldaneler, klavye silahşörleri, bir gün öyle bir gün böyle uzaktan kumanda ile çalışan atıl kurtlar..
Arafın rüzgarına en çok Rodrigo iyi geliyor. Arada umutlanır oluyorum, Ay Carmela dinliyorum.İspanyolların Franco yönetimine karşı verdikleri mücadelenin bayraklaşmış marşı.Eğlenceli de ayaklarınızla tempo tutabiliyorsunuz.Sonra yorgun düşüyorum, bu kez gözlerim doluyor, Cem Karaca'dan Çok Yorgunum'u dinliyorum;
'Seyir defterini başkası yazsın,
Çınarlı kubbeli mavi bir liman,
Beni o limana çıkaramazsın,
Çok yorgunum,
Beni bekleme kaptan.'
Diyorum ya araftayım. Kendimi, yalnız da kalsam ayakta kalma üzerine kurguladım.Kurguladım diyorum, bazen ben bile etten kemikten olduğumu hatta kırılgan bir kalbim olduğunu unutuyorum.
'Ne yalnızlık ne yalan üzmesin seni,
doğarken ağladı insan
bu son olsun, bu son.'
Düşünmek, sorgulamak zor zanaat, vesselam.Hızlı düşünürsünüz, elalemin görmediğini görürsünüz, kurnaz derler.Hapı yutmaz, akıldanenin tekinin yancısı olmazsınız, öküzün altında buzağı ararlar.İki satır yalakalık yapmazsan kibirli derler.Özgürlükler dersin, bırak kadın başını kapatıyorsa kapatsın dersin liboş derler. İsveç'de ikinci sınıf özgürlük savaşçısı ol derler.Başını kapatan kadın hikaye yazar; tüm kahramanlarını başı açık kokonalardan seçer, gider yapma kardeşim, senin yaşam tarzını ben savunurken, yapma beni yarı yolda bırakma, bak iki satır yazıyorsun, belli ki iki satırda okumuşsun, ezeberden prospektüs yazmayı bırak dersin, çok anlam yüklediğini fark edersin.
Araftayım, aslında ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranmak gibi de bir derdim yok.Düşüncelerim doğum sancısı çekiyor. Derdim, doğarsa bana Rachmaninoff dinletsin.
Hap olarak hazırlanmış fikirler, ezberlenmiş prospektüsler, güvenilirliği ispatlanmış tedavi yöntemleri gibi bir ağız söylemler..Gel deyince gelecek, git deyince gidecek sütçü beygirleri.Ruhunu kaybetmiş ölü bakışlar, gözlerinde çakmak çakan kurnazlar, akıl veren akılsızlar, her şeyi bilen, hiç bir şeyi bilmeyen akıldaneler, klavye silahşörleri, bir gün öyle bir gün böyle uzaktan kumanda ile çalışan atıl kurtlar..
Arafın rüzgarına en çok Rodrigo iyi geliyor. Arada umutlanır oluyorum, Ay Carmela dinliyorum.İspanyolların Franco yönetimine karşı verdikleri mücadelenin bayraklaşmış marşı.Eğlenceli de ayaklarınızla tempo tutabiliyorsunuz.Sonra yorgun düşüyorum, bu kez gözlerim doluyor, Cem Karaca'dan Çok Yorgunum'u dinliyorum;
'Seyir defterini başkası yazsın,
Çınarlı kubbeli mavi bir liman,
Beni o limana çıkaramazsın,
Çok yorgunum,
Beni bekleme kaptan.'
Diyorum ya araftayım. Kendimi, yalnız da kalsam ayakta kalma üzerine kurguladım.Kurguladım diyorum, bazen ben bile etten kemikten olduğumu hatta kırılgan bir kalbim olduğunu unutuyorum.
'Ne yalnızlık ne yalan üzmesin seni,
doğarken ağladı insan
bu son olsun, bu son.'
Düşünmek, sorgulamak zor zanaat, vesselam.Hızlı düşünürsünüz, elalemin görmediğini görürsünüz, kurnaz derler.Hapı yutmaz, akıldanenin tekinin yancısı olmazsınız, öküzün altında buzağı ararlar.İki satır yalakalık yapmazsan kibirli derler.Özgürlükler dersin, bırak kadın başını kapatıyorsa kapatsın dersin liboş derler. İsveç'de ikinci sınıf özgürlük savaşçısı ol derler.Başını kapatan kadın hikaye yazar; tüm kahramanlarını başı açık kokonalardan seçer, gider yapma kardeşim, senin yaşam tarzını ben savunurken, yapma beni yarı yolda bırakma, bak iki satır yazıyorsun, belli ki iki satırda okumuşsun, ezeberden prospektüs yazmayı bırak dersin, çok anlam yüklediğini fark edersin.
Araftayım, aslında ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranmak gibi de bir derdim yok.Düşüncelerim doğum sancısı çekiyor. Derdim, doğarsa bana Rachmaninoff dinletsin.
4 Mart 2017 Cumartesi
Balkanlar'dan Bir Mektup 2
Twitter'daki takipçilerimizden değerli bir dostumuz işi gereği Balkanlar'da bulunuyor. Arada bir bize orayla ilgili izlenimlerini ve fikirlerini yolluyor.. Şimdi bir twitter mesajı olarak ilettiği düşüncelerini aynen yayınlıyoruz.
-----0-----
""Dil aşılamıyor" demişti bir "hoca"mız.
Çok doğru! Dil gerçekten aşılamıyor. Tüm Balkanlar ve Doğu Avrupa Türkler, Arnavutlar ve Yunanlılar sayılmazsa düpedüz Slav.
Dile aşina olduğum için ben bile anlıyorum az çok ne dediklerini.
Dil aşılamıyor ama dil ile herşey de "tamam olmuş" olmuyor. Dilleri neredeyse aynı olan Slav kabileleri birbiri ile kanlı bıçaklı... Sırp-Hırvat-Boşnak benzetmesini geçtim, zararsız Makedonlar bile "diğerleri" ile yakın değil. Bir duvar var. Aileden türeyen kabile, birer ad bırakıyor ama beraber yaşama kültürü bir türlü getiremiyor.
Sosyal düzen basit: Herkes "diğeri"nin kim olduğunu biliyor. Gülüyor, konuşuyor ama yakınlaşmıyor. Çünkü etnisiteye kör, onu aşan bir hukuk yok!
Hasılı ulus bu topraklarda yok, ya da hiçolmamış.
Türkler (yahut Osmanlılar) her ayrı etnisitenin üzerine gelmiş; bir çeşit Romavari imparatorluk kıvamında, sünger çekmiş birçok şeye. Ama ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş.
Herkes Türk'ü suçlar burada. Türk olmayınca da birbirini...
Kendime geleyim: Kosova Müslüman ülke, İslam buraya bizimle gelmiş. Gene de en şaşırdığım şey ne biliyor musunuz? Burada en büyük ibadethane kocaman bir Katolik Kilisesi! Neden mi? Rahibe Teresa'dan mülhem, Batı sempatisi kazanmak isteyen Arnavutlar buna izin vermişler de ondan! En güzel caddenin adı da Nene Teresa... Yoruma bile ihtiyaç yok!
700 sene önce minnettar oldukları için din değiştirenler bugün eski dostlarını beğenmiyor. Çünkü onları zayıf görüyor.
Herkes minimum ahlakla güce yanaşmayı normal görüyor. Yanaşma şansı yahut imkanı yoksa da kesintisiz inatla kabilesine yapışıyor ve kavga ediyor.
Benim anlayabildiğim Balkan hikayesi bu! Gerisi kayıkçı kavgası...
Saygılar, selamlar..."
----0-----
Değerli dostumuza çok teşekkür ediyoruz.
-----0-----
""Dil aşılamıyor" demişti bir "hoca"mız.
Çok doğru! Dil gerçekten aşılamıyor. Tüm Balkanlar ve Doğu Avrupa Türkler, Arnavutlar ve Yunanlılar sayılmazsa düpedüz Slav.
Dile aşina olduğum için ben bile anlıyorum az çok ne dediklerini.
Dil aşılamıyor ama dil ile herşey de "tamam olmuş" olmuyor. Dilleri neredeyse aynı olan Slav kabileleri birbiri ile kanlı bıçaklı... Sırp-Hırvat-Boşnak benzetmesini geçtim, zararsız Makedonlar bile "diğerleri" ile yakın değil. Bir duvar var. Aileden türeyen kabile, birer ad bırakıyor ama beraber yaşama kültürü bir türlü getiremiyor.
Sosyal düzen basit: Herkes "diğeri"nin kim olduğunu biliyor. Gülüyor, konuşuyor ama yakınlaşmıyor. Çünkü etnisiteye kör, onu aşan bir hukuk yok!
Hasılı ulus bu topraklarda yok, ya da hiçolmamış.
Türkler (yahut Osmanlılar) her ayrı etnisitenin üzerine gelmiş; bir çeşit Romavari imparatorluk kıvamında, sünger çekmiş birçok şeye. Ama ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş.
Herkes Türk'ü suçlar burada. Türk olmayınca da birbirini...
Kendime geleyim: Kosova Müslüman ülke, İslam buraya bizimle gelmiş. Gene de en şaşırdığım şey ne biliyor musunuz? Burada en büyük ibadethane kocaman bir Katolik Kilisesi! Neden mi? Rahibe Teresa'dan mülhem, Batı sempatisi kazanmak isteyen Arnavutlar buna izin vermişler de ondan! En güzel caddenin adı da Nene Teresa... Yoruma bile ihtiyaç yok!
700 sene önce minnettar oldukları için din değiştirenler bugün eski dostlarını beğenmiyor. Çünkü onları zayıf görüyor.
Herkes minimum ahlakla güce yanaşmayı normal görüyor. Yanaşma şansı yahut imkanı yoksa da kesintisiz inatla kabilesine yapışıyor ve kavga ediyor.
Benim anlayabildiğim Balkan hikayesi bu! Gerisi kayıkçı kavgası...
Saygılar, selamlar..."
----0-----
Değerli dostumuza çok teşekkür ediyoruz.
2 Mart 2017 Perşembe
Türk Ülkesinde Sola Güvenmek Mümkün Mü?
Sol nedir, kimdir ve neye yarar?
Bu sorular aklımda, Türk Solu
denen dergi/platformdan tartıştığım
bir arkadaşın bende yarattığı iyimserlik
ve buna mukabil solun kendi içinde giriştiği şiddetli
tartışmalardan sonra bir kez daha canlandı.
Ülkenin gerek şeriatçılık gerekse
Kürt etnik ırkçılığı ile bölünme aşamasına geldiği şu dönemde, bunlar acilen cevaplanması gereken bir sorular.
Solun “adil bir paylaşımın gereği”
olduğunu iktisadi olarak cevaplamanın bir anlamı yok; çünkü sol, iktisadın kuramıyla da gerçekleriyle de ilgilenmiyor. Solun elinde,
“üretenlerin her şart altında üretmeleri gerektiği, üretilen her şeyin de devlet eliyle yağmalanıp
paylaştırılması gerektiği” diye ifade edilebilecek saçma sapan bir iktisadi
hayalden başka hiçbir şey yok.
Solun “halkların kardeşliği” diye
tanımlanması da ezelden pek sevilen
saçmalıklardan biri. “Halk” kime denir?
Sol kuramda ulus nasıl tanımlanır? Ulusun tarihi, kültürel , siyasi ve
hukuksal oluşumu ve sonuçları konusunda
fikri nedir? “Halkların kardeşliği” safsatasıyla solun, Türk Ulusu’nun varoluşunu ve egemenliğini
nasıl değerlendirdiği konusu da belirsiz.
Peki solun bu iki argüman dışında belirleyici özelliği nedir?
Hiç!
Sol elindeki medya egemenliği ile
normları belirlemek ve insanları gayrı resmi yargılamak dışında dişe dokunur hiçbir
şey yapmıyor. Herhangi bir solcu yapımcı veya sunucu, ideolojik, felsefi
birikimi ne olursa olsun yalnızca bir kanalda program yapabildiği için konuklarının hepsini alaya
almak, yargılamak ve yıpratmak yetkisini kendinde görebiliyor. Kısacası sol,
militan, kışkırtıcı ve yargılayıcı
propaganda geleneğini her mecrada sürdürüyor.
Bunlardan neden bahsetmek gereği
duydum?
Çünkü ülkenin doğusunda,
güneydoğusunda bütün operasyon görüntülerine rağmen Kürt egemenliğinin tanınması, Türk devletinin buralardan çekilmesi an
meselesiyken sol kendi arasında bile bu
konuda bir bütünlük sergileyemiyor. Meselâ CHP seçmeni partisini oylarken hem içindeki kuvayı
milliyecileri hem de PKK sempatizanı bölücü
hizipleri beraberce oyluyor olduğunu daha hâlâ fark edememiş görünüyor.
Veya bir bakıyorsunuz mesela Türk Solu diye bir dergi, bugüne kadar solun “ ırkçı”, “faşist” diye hakaret ettiği
Türkçü kesimin dahi aklına gelmeyecek keskinlikte Kürt karşıtı yazılar
yayınlıyor, sonra bu kesim meselâ İşçi
Partisiyle keskin polemiklere giriyor, olaya meselâ Oda TV müdahil oluyor, Türk
Solu’nu “ırkçı” diye suçluyor, buna mukabil meselâ Soner Yalçın PKK’ya karşı gıkını bile
çıkaramadan, Marksist propaganda dışında bir anlamı olup olmadığı
tartışmalı biyografiler tarih vs
yazarak bir tür komünist magazincilik
icra ediyor. İşin garip tarafı solun bu üç
fraksiyonu da birbirini FETÖCÜ veya vatan haini falan olmakla suçlayabiliyor… Geçmişte silahlı propaganda dahil her türlü
yolla Türkiye’de Marksist devrim yapmağa çalışmış kanlı sol fraksiyonların çocukları
veya torunları, bugün birbirlerini ya
vatan haini ya da ırkçı olmakla suçlayabiliyor. Ve hiç biri geçmişte Türk
düşmanlığı ettiğini, Kürtçülük yaptığını kabule yanaşmıyor.
Solun içinde meselâ PKK’yı Türk
ulusal egemenliğine, Türk ulusunun varoluşuna ve tarihine göre yargılayan doğru
dürüst hiç kimse çıkmıyor. Meselâ Doğu
Perinçek “Türkiye Solu Ve PKK” adlı kitapta Türkiye’de sol hareketlerin PKKnın
oluşumunu nasıl desteklediğini, ya da solcuların Türk egemenliğine karşı Kürt
etnik ırkçılığını nasıl desteklediklerini hiç anlatmaksızın PKK’ya salt “emperyalist
oyuncak olmak” adına karşı çıkıyor. Kitabı okurken aklıma şu soru gelmişti: “PKK
salt etnik ve desteksiz bir silahlı örgüt olsaydı, Doğu Perinçek onu “Yaşasın
halkların bağımsızlığı” diyerek desteklemeyi kendine yedirebilir miydi?” Bunu
geçmişte yaptığı da göz önüne alındığında, solun Türk’ün Türk olarak bağımsız
ve özgür kalmasından “doğası gereği”
nefret ettiğini söylemek sanırım haksızlık olmaz. Keza İlber Ortaylı
gibi bir tarihçiye “Siz Türkçü müsünüz?” diye sorarak Türk ülkesinde Türkçü
olmayı anormal kabul eden, sonrasında hocaya “Solcunun Türk'ü olmaz!” diye
ders vermeğe kalkan Enver Aysever’in
Türk ulusal bağımsızlığı için herhangi bir faydasının olabileceğini düşünebilir
miyiz?
Sol dünyaya Türk gözüyle bakmayı içine
sindirememiş görünüyor. Türk olmak
dışında her kimliğe ve egemenliğe sempatiyle bakan, aynı anda hem enternasyonalist hem
Kürtçü olabilmeyi içine sindiren bilinci
, CHP’de kitleselleşip ete kemiğe bürünüyor. PKK CHP’ye ideolojik bir yandaş
gibi hitap ederek içindeki ulusalcılara karşı onu uyarabiliyor. CHP içindeki
Türk ve milliyetçi bütün siyasetçiler Kürt yaranmacılığı hevesiyle partiden
ihraç edilebiliyor.
Ulusal bağımsızlığımız ve
bütünlüğümüz için ne zaman bir uzlaşma zemini oluşabileceğini düşünsem, solun
kendi içindeki dahi ölçüsüz
saldırganlığı ve saptırmacılığı -ki Kürtçü ihanet içindeki payını tarihten silmeğe
yönelik propaganda çabası, ayrıca Türk devletine yönelik gerek Rusçu gerekse
Çinci Marksist işbirlikçi ihaneti not
edilmelidir- ile bütün ümitlerim yerle
bir oluyor.
Anlayabildiğim kadarıyla sol olası bir iç savaşta Kürtçülerle beraber Türk egemenliğini
yıkmak için silaha sarılabilir ve “diyalektik tarihsel safsata” gereği de
bundan hiç rahatsız olmaz. Dün Türk’ü reddetmekte
sakınca görmeyen, tarihi Türk’e göre değil de ideolojisine göre yazan sola, herhalde sırtımızı fazla yaslamamalıyız.
1 Mart 2017 Çarşamba
Türk Milliyetçiliğinde Siyasetçi Mi Entelektüel Mi Etkin Olmalıdır?
Aziz dostlarımla arama giren bir
sorudur bu. “Bir şeyler yapabilmek için iktidara gelmek gerektiği” şeklindeki itiraz kabul etmeyen sebep
ile susturulurum.
Öyle ya iktidar olmuyorsan; ne
söylersen söyle eşek yellenmesinden bir farkı kalmayacaktır.
Siyaset bir güç mücadelesi.
Temelinde ülke ekonomisine hükmederek, parayı ve malları taraftarlara
dağıtmaktan ibaret.
Siyasetle ahlâkın ilişkisi ancak
gelişmiş birkaç ülkede kurulabiliyor ki biz farkında olmasak da o ülkelerin
gelişmişliğinin ardında da bu ilişkinin sürekli gözetilmesi var. Buna rağmen
yolsuzluklar o ülkelerde bile asla bütünüyle bitirilemiyor.
Milliyetçi siyasetin amacı, “bir
şekilde iktidara gelip memleketi milliyetçi akılla düzeltmek”.
Burada iki sorun var:
Birincisi “milliyetçi aklın” ne
olduğu, nasıl işlemesi gerektiğini milliyetçi siyasetiler bile bilmiyor.
İkincisi insanlara “tercih edilir “ ne sunulması
gerektiğine dair hiç kimsenin bir fikri yok.
İkinci unsurla ilgili olarak akla
gelen ilk şey millete devletin kadrolarını peşkeş çekmek. Aklı fikri, uçkurunda
ve midesinde olan bir toplum için en cazip tekliflerin başında bu geliyor.
Siyasetçinin tek ilgilendiği şey
sonuçtur. O bütün üretimlerin asalağıdır. Her şeyin kendi sömürüsü için hazır
bulundurulmasından başka bir şeyle ilgilenmez.
Fikri ya da maddi üretim süreçlerinin hiç biriyle ilgilenmez. Bulduğu
varlıkları yandaşlarına dağıtarak varlığını sürdürür.
“Sınırsız demokrasinin” en
yozlaştırıcı yanı, kitlelere, “kanuna dayalı” bir yağmalama gücü vermesidir.
Demokrasinin böylesine
yozlaşabildiği bir ortamda “iktidara gelmek” içi boş bir amaçtır.
Türkiye’de milliyetçiler “başa geldikten sonra” melek muktedirler olmak istediklerini
söylerler ama gücün yozlaştırıcı
etkisinden kurtulamazlar. Bundn hiçbir parti kurtulamaz, çünkü partilerin
bizatihi varlık sebebi “kanuni bir yozlaşma” yoluyla yandaşlarına güç ve
mülkiyet aktarımıdır.
Dolayısıyla siyasetçiler immoralist
bir gerçekçilikle her türlü fırsatı
kullanarak muktedir olmak dışında hiçbir
şey bilmez. Bu amaç, içinde sebep/sonuç
ilişkisine/ ilkesine bağlılığı taşımaz.
Galiba özellikle bizim gibi geri
ülkelerde siyaset, maddi vaatler yanında, “kamplaştırmak ve ayrıştırmak” yoluyla yürütülüyor.
Peki Türkiye’de entelektüel ne işe yarar? Onun siyasetin
içeriği ve yöntemi üzerinde bir etkisi var mıdır? Ne yazık ki entelektüelin bu
ülkede hiçbir etkisi yoktur. Çünkü kendisine sebep-sonuç ilişkilerinin
anlaşılması için ihtiyaç duyulmaz.
Türkiye gibi geri ülkelerde
menfaatler ve güç ilişkileri o kadar cezbedici ve belirleyicidir ki insan
eyleminin akılla ve vicdanla ilişkisini gözetmekle kimse ilgilenmez.
Bizde özellikle milliyetçiler
muktedir bir milliyetçiliğin ahlâkî doğruluğu ve refahı kendiliğinden sağlayacağını düşünürler ama
iktidar yolunun meşruiyet sınamasını
gözetmezler. Karşı oldukları diğer bütün
partilerle aynı yolu izleyerek iyilik
yapabileceklerini sanırlar.
Öncelikle şu bilinmelidir ki siyasetin fikri bir içeriği yoktur.
İdeoloji partileri dahi ancak üretilmiş fikirlerin itibarını ödünç alarak oy
piyasasında işleyebilirler. Geri toplum insanının en önemli yanılgısı, siyasi partilerin bize fikir paketleri
sunabileceklerini sanmasıdır.
Bir fikir kendi başına doğmaz.
Fikir, bir ilgi oluşturma işidir. “İlgi” ise çeşitli durumlar arasında bulduğumuz bir “gerekirliktir”. İnsan eylemlerinde gerekirlik ya da
nedensellik, ahlâkî sorgulamanın temelini oluşturur. Oysa siyaset amaçla araç
arasında ne ahlâkî ne de mantıksal bir ilgi kurmakla ilgilendiğinden,
entellektüeli, lüzumsuz bir doğrucu olarak
görür. Bu yüzden de zihinsel yeterliği
tartışmalı pek çok milletvekili danışmanı vardır ama siyasetçilerce görüşüne
itibar edilen pek az entelektüel vardır.
Siyasetin yoz sonuç odaklı
bakışına göre , entellektüelin
tavizsizliği, uzak görüşlülüğü, üretkenliği ve bilgi odaklılığı fazlasıyla yararsızdır.
Fakat sorun şudur ki siyasetçi
yararla ilgili araçları ele geçirdiğinde, onlarla gerçekten ne yapması
gerektiğini asla bilemez ve işin kötü yanı odur ki bu bilmek de istemez. Eline
vergi mükelleflerinin paralarını bir anda geçiriveren bir siyasetçi ele
geçirmenin tatmini hissedemez. Onun asıl istediği ele geçirdiği parayı
kullanabilmek değildir. Onun asıl istediği, sürekli ve sürekli elde
edebilmektir.
Bu yüzdendir ki özellikle bizimki
gibi yozlaşmış demokrasilerde meşruiyetini ve dahası akıllılığını oy
çokluğuna bağlayan partilerin ekonomiye müdahaleleri asla hayırlı bir netice
vermez. Yapılanların en basit teknik anlamda bile eleştirisini yapan bir entelektüel
bu yüzden derhal “istenmeyen adam” haline gelir.
Entelektüel bir “olması
gerekenler” kategorisi oluşturur. Bu bir
tür alternatif güzergâhlar koleksiyonudur.
Geri ülkelerin siyasetinin en önemli açmazı, elinde hiçbir haritası olmayan insanların körce giderken bir
harita yapabileceklerini iddia etmeleridir.
Türkiye “iktidardan sonrasına”
odaklanıp her seferinde entellektüeli
küçümseyen milliyetçi siyaset yüzünden bugün,
ulus kimliğini yitirmek üzeredir.
Hayatında hiçbir sanatsal ve
edebi faaaliyete katılmamış ve bu alanlarda üretmemiş insanlar,milliyetçiliği, adeta
dinleştirilmiş bir partizanlık veya partizanca bir dindarlık haline getirdiği için fikir sahasında derin
bir vakum meydana gelmiştir. O vakum da dinciler tarafından doldurulmuştur.
Sözün özü: Türkçüler siyasetin
yozlaştırıcı etkisinden uzak durarak bireysel üretimlerini sürdürmeli ve
Türkçülüğün itibarının siyasetçilerce sömürülmesine karşı durmalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)