Emeğin kutsallığına atıf onu öyle tartışılmaz bir hale getirmiştir ki mesenlin iktisadî mantıkla izahı neredeyse imkânsızlaşmıştır.
Marx emeğin sömürüsünde bahsedip de orijinal bir iktisadî izah getirdiğini düşündürürken bir şeyi ihmal etmiştir ki o da meselenin özüne taalluk etmektedir: Emeğin neliği…
Her şeyin, üretilmiş ve doğal her şeyin temeline emeği bir ölçü birimi olarak koymak şüphesiz toplumsal kodlarında dayanışma duygusu olanlar için epey romantik ve çekici bir düşüncedir. Oysa emeğin kendisinin ekonomideki yerine dair hiçbir şey söylemeyerek Marx aslında işçinin, emekçinin hiçbir problemini cevaplayamıyordu.
Carl Menger’in metaların “mal olabilmek”* özellikleriyle ilgili geliştirdiği ölçütleri bilecek derinliğe sahip olamadığı için Marx buzdağının üstüyle boğuşan duygusal ve tepkisel bir amatör düşünür olmaktan ileri gidememiştir.
Menger’in geliştirdiği ölçütlere göre, emek de ekonomik faaliyette işlem gören yani mübadeleye giren diğer bütün mallar gibi bir maldır.
Emeğin bir mal olduğunun keşfi, emeğin değerlendirilmesi ile ilgili bütün Marxist dolaylamaların saçmalığını ortaya koyar. Çünkü emek de diğer bütün mallar gibi arz ve talebe göre değerlenir.
Hal böyle olunca müdahaleciliği doğal kabul eden yarı okumuş hükûmetlerinin cehaletinin ilerisinde olarak “istihdamın” bir lütuf değil bir mal mübadelesi olduğu da ortaya çıkmaktadır.
İstihdam kabaca emek arzcısı ile emek müşterisinin gerçekleşmiş mübadelesinden başka bir şey değildir.
Yani, satıcı ve alıcının kendilerince belirledikleri talep endekslerinin uyuşmasıyla meydana gelen bir mübadeledir, alışveriştir.
Hal böyle olunca Marksistlerin pek sevdiği “çalışmak hakkının” aslında bir hak olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü emeğinize ihtiyaç duyan veya onu talep eden bir emek müşterisi (işveren) yok ise hiç kimseye emeğinizi zorla satamazsınız, nasıl zeytininizi, gözlüğünüzü, ayakkabınızı, ekmeğinizi zorla satamıyorsanız.
Popülist siyasetin ağzından düşürmediği istihdam, iktisadi anlamda saçmalıktır. Çünkü bu iki şekilde gerçekleşebilir. Ya sermaye sahiplerine ihtiyaç duymadıkları sayıda işçiyi işe almalarını emrederek veyahut devlet işletmelerine işçi alarak.
Birinci seçeneğin açık bir zorbalık olacağını görmek maalesef ikincisinin de dolaylı bir zorbalık olduğunu görmemize yetmemektedir.
Zira devletin “istihdam yarattığı” iddiası üretimi arttırdığını iddia etmekle aynı şey değildir. Üretimi istihdamla aynı ölçüde yaratabilmek için istihdam maliyetini aşacak bir üretim artışını da gerçekleştirmemiz gerekir. Bundan da daha iyisi bu üretimin “para etmesi” gerekir. Hiç kimsenin yüzüne bakmayacağı bir milyon ayakkabı üreterek aslında hiçbir şey üretmiş olmazsınız. Ve böyle bir ayakkabı fabrikasında bin kişiye para vermekle de istihdam yaratmış olmazsınız.
Devlet işletmelerine ( ki iktisadi anlamda bu tamlama da içten çelişkili bir tamlamadır) istihdam yaratmak iddiasının iktisadî anlamı, vergi mükelleflerinin parasının devlet eliyle daha fazla kişiye keyfî şekilde dağıtılacağını itiraf etmektir. Bir diğer anlamı bir kadının gelirini çok aşan biçimde evini ayakkabıyla doldurmasıdır. Bunu bir kadın yaptığında en fazla ayıplanır oysa devlet yaptığında yani fabrikalarını gerekenden fazla işçiyle yani aşırı emek arzıyla doldurduğunda “sosyal devlet” adını alır.
Dolayısıyla istihdam öyle devletin müdahalesiyle artıverecek, yükselecek ve hayat kurtaracak bir ekonomik parametre falan değildir. Devlet nasıl piyasadaki ayakkabı arzının ne olacağını bilemiyorsa emek arzının niteliğini ve miktarını da bilemez. Bir memlekette yüzde kaç işsiz olduğunu bilmek hangi iş kollarında, hangi kalitede, kaç kişiye talep olduğunu bilmek demek değildir. Dolayısıyla devletin “istihdam politikaları”, meyve sıkacağıyla börek yapmaya veya ayakkabı çekeceğiyle makyaj yapmaya çalışmaya benzer.
Devlete yüklenen aşırı anlam yüzünden onun, mevcut olmayan emek taleplerini yaratabileceği yanlış kanaati, kafamıza yer etmiştir.
Bu açıdan “istihdam”, artık ekonomik değer taşımayan iş kollarını sürdürerek vergileri çarçur etmenin en dokunulmaz yoludur. Zira devlet ekonomik faaliyetlere girerken parasını harcadığı vergi mükelleflerini, fizibilite raporlarıyla ikna etmemektedir.
Sonuç, devlet işletmelerinde emek stoğu şişmesi, iş veriminin düşmesi, üretim maliyetlerinin artmasıdır ki bütün bunların her yıl görev zararı kaleminden karşılanmasının neden kimsenin vicdanını rahatsız etmediği de ayrı bir muammadır.
Karadeniz Bölgesi’ndeki özel çay fabrikalarının devlet çay işletmelerinden en az dört kat verimli olması gerçeği bundan herhalde dokuz veya on yıl önce yanılmıyorsam Güngör Uras tarafından dile getirilmişti; üstelik daha az sayıda personelle…
Emeğin mal olarak görülmemesi onun üretimdeki yerini takdir edememenin, hesaplayamamanın bir sonucudur. Maliyet hesabından ölümüne nefret edip de bunu bir günahmış gibi telaffuz etmekten kaçınan Marksistlerin en büyük kötülüğü, bu yüzden, haklarını savunduklarını iddia ettikleri işçilere olmaktadır.
Devletçi bir ekonomi(!) vatandaşıyla paylaştığı refahı “maliyet hesabı yapmaksızın” “adaletle” dağıttığını söylediğinde aslında “el kesesinden hovardalık ettiğini” söylemektedir.
Emeğin değerlemesi ancak hür bir mübadele ortamında sağlıklı şekilde yapılabilir ve ancak bu şekilde emeğin maliyetteki yerini ayarlamak mümkün olabilir. Aksi takdirde “istihdam” taşlarının bizi götüreceği yer ancak ekonomik bir cehennem olabilir.
Buradan aktüel konu olan TEKEL işçileri problemine gelir isek her özelleştirme gibi bu da belli bir sancı yaratmıştır. Sorun ne “millî varlıkların peşkeş” çekilmesidir ne de “kâr edip etmemektir”. Sorun TEKEL’in “istihdam” anlayışıyla bu güne kadar çalıştırılması ve insanlara bu anlayışla iktisat dışı güvenceler verilmiş olmasıdır. Özelleştirme ile başlayan “hesap döneminde” devletçi ekonominin(!) yarattığı şişkinlik açıkça hesap edilebilmektedir.
Özelleştirme eşiğindeki kriz nasıl aşılabilir? Burada devletin yapacağı en son iyilik, işten çıkarılması gereken işçilere bir erken emeklilik ikramiyesi vermek ve böylece kendi yarattığı istihdam şişkinliğinin ceremesini son bir kere vergi mükelleflerinin sırtına yükleyerek işçilere destek olmaktır. Bunu TEKEL’in alıcısına yüklemesi haksızlık olur. Bunun yanı sıra belki bu işçiler başka devlet işletmelerinde çalıştırılabilir ki bunun da kesin şartı, popülist şirinliklerle devlete adam almayı yani sözüm ona “istihdam yaratmayı” durdurmaktır.
Menger C., “İktisadın Prensipleri”; Liberte; 2009: Shf:1*