29 Aralık 2009 Salı

Kâbus Gibi Bir Ekonomi Terimi: İstihdam


Emeğin kutsallığına atıf onu öyle tartışılmaz bir hale getirmiştir ki mesenlin iktisadî mantıkla izahı neredeyse imkânsızlaşmıştır.

Marx emeğin sömürüsünde bahsedip de orijinal bir iktisadî izah getirdiğini düşündürürken bir şeyi ihmal etmiştir ki o da meselenin özüne taalluk etmektedir: Emeğin neliği…

Her şeyin, üretilmiş ve doğal her şeyin temeline emeği bir ölçü birimi olarak koymak şüphesiz toplumsal kodlarında dayanışma duygusu olanlar için epey romantik ve çekici bir düşüncedir. Oysa emeğin kendisinin ekonomideki yerine dair hiçbir şey söylemeyerek Marx aslında işçinin, emekçinin hiçbir problemini cevaplayamıyordu.

Carl Menger’in metaların “mal olabilmek”* özellikleriyle ilgili geliştirdiği ölçütleri bilecek derinliğe sahip olamadığı için Marx buzdağının üstüyle boğuşan duygusal ve tepkisel bir amatör düşünür olmaktan ileri gidememiştir.
Menger’in geliştirdiği ölçütlere göre, emek de ekonomik faaliyette işlem gören yani mübadeleye giren diğer bütün mallar gibi bir maldır.

Emeğin bir mal olduğunun keşfi, emeğin değerlendirilmesi ile ilgili bütün Marxist dolaylamaların saçmalığını ortaya koyar. Çünkü emek de diğer bütün mallar gibi arz ve talebe göre değerlenir.

Hal böyle olunca müdahaleciliği doğal kabul eden yarı okumuş hükûmetlerinin cehaletinin ilerisinde olarak “istihdamın” bir lütuf değil bir mal mübadelesi olduğu da ortaya çıkmaktadır.

İstihdam kabaca emek arzcısı ile emek müşterisinin gerçekleşmiş mübadelesinden başka bir şey değildir.

Yani, satıcı ve alıcının kendilerince belirledikleri talep endekslerinin uyuşmasıyla meydana gelen bir mübadeledir, alışveriştir.

Hal böyle olunca Marksistlerin pek sevdiği “çalışmak hakkının” aslında bir hak olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü emeğinize ihtiyaç duyan veya onu talep eden bir emek müşterisi (işveren) yok ise hiç kimseye emeğinizi zorla satamazsınız, nasıl zeytininizi, gözlüğünüzü, ayakkabınızı, ekmeğinizi zorla satamıyorsanız.

Popülist siyasetin ağzından düşürmediği istihdam, iktisadi anlamda saçmalıktır. Çünkü bu iki şekilde gerçekleşebilir. Ya sermaye sahiplerine ihtiyaç duymadıkları sayıda işçiyi işe almalarını emrederek veyahut devlet işletmelerine işçi alarak.
Birinci seçeneğin açık bir zorbalık olacağını görmek maalesef ikincisinin de dolaylı bir zorbalık olduğunu görmemize yetmemektedir.

Zira devletin “istihdam yarattığı” iddiası üretimi arttırdığını iddia etmekle aynı şey değildir. Üretimi istihdamla aynı ölçüde yaratabilmek için istihdam maliyetini aşacak bir üretim artışını da gerçekleştirmemiz gerekir. Bundan da daha iyisi bu üretimin “para etmesi” gerekir. Hiç kimsenin yüzüne bakmayacağı bir milyon ayakkabı üreterek aslında hiçbir şey üretmiş olmazsınız. Ve böyle bir ayakkabı fabrikasında bin kişiye para vermekle de istihdam yaratmış olmazsınız.

Devlet işletmelerine ( ki iktisadi anlamda bu tamlama da içten çelişkili bir tamlamadır) istihdam yaratmak iddiasının iktisadî anlamı, vergi mükelleflerinin parasının devlet eliyle daha fazla kişiye keyfî şekilde dağıtılacağını itiraf etmektir. Bir diğer anlamı bir kadının gelirini çok aşan biçimde evini ayakkabıyla doldurmasıdır. Bunu bir kadın yaptığında en fazla ayıplanır oysa devlet yaptığında yani fabrikalarını gerekenden fazla işçiyle yani aşırı emek arzıyla doldurduğunda “sosyal devlet” adını alır.

Dolayısıyla istihdam öyle devletin müdahalesiyle artıverecek, yükselecek ve hayat kurtaracak bir ekonomik parametre falan değildir. Devlet nasıl piyasadaki ayakkabı arzının ne olacağını bilemiyorsa emek arzının niteliğini ve miktarını da bilemez. Bir memlekette yüzde kaç işsiz olduğunu bilmek hangi iş kollarında, hangi kalitede, kaç kişiye talep olduğunu bilmek demek değildir. Dolayısıyla devletin “istihdam politikaları”, meyve sıkacağıyla börek yapmaya veya ayakkabı çekeceğiyle makyaj yapmaya çalışmaya benzer.

Devlete yüklenen aşırı anlam yüzünden onun, mevcut olmayan emek taleplerini yaratabileceği yanlış kanaati, kafamıza yer etmiştir.

Bu açıdan “istihdam”, artık ekonomik değer taşımayan iş kollarını sürdürerek vergileri çarçur etmenin en dokunulmaz yoludur. Zira devlet ekonomik faaliyetlere girerken parasını harcadığı vergi mükelleflerini, fizibilite raporlarıyla ikna etmemektedir.

Sonuç, devlet işletmelerinde emek stoğu şişmesi, iş veriminin düşmesi, üretim maliyetlerinin artmasıdır ki bütün bunların her yıl görev zararı kaleminden karşılanmasının neden kimsenin vicdanını rahatsız etmediği de ayrı bir muammadır.
Karadeniz Bölgesi’ndeki özel çay fabrikalarının devlet çay işletmelerinden en az dört kat verimli olması gerçeği bundan herhalde dokuz veya on yıl önce yanılmıyorsam Güngör Uras tarafından dile getirilmişti; üstelik daha az sayıda personelle…

Emeğin mal olarak görülmemesi onun üretimdeki yerini takdir edememenin, hesaplayamamanın bir sonucudur. Maliyet hesabından ölümüne nefret edip de bunu bir günahmış gibi telaffuz etmekten kaçınan Marksistlerin en büyük kötülüğü, bu yüzden, haklarını savunduklarını iddia ettikleri işçilere olmaktadır.
Devletçi bir ekonomi(!) vatandaşıyla paylaştığı refahı “maliyet hesabı yapmaksızın” “adaletle” dağıttığını söylediğinde aslında “el kesesinden hovardalık ettiğini” söylemektedir.

Emeğin değerlemesi ancak hür bir mübadele ortamında sağlıklı şekilde yapılabilir ve ancak bu şekilde emeğin maliyetteki yerini ayarlamak mümkün olabilir. Aksi takdirde “istihdam” taşlarının bizi götüreceği yer ancak ekonomik bir cehennem olabilir.

Buradan aktüel konu olan TEKEL işçileri problemine gelir isek her özelleştirme gibi bu da belli bir sancı yaratmıştır. Sorun ne “millî varlıkların peşkeş” çekilmesidir ne de “kâr edip etmemektir”. Sorun TEKEL’in “istihdam” anlayışıyla bu güne kadar çalıştırılması ve insanlara bu anlayışla iktisat dışı güvenceler verilmiş olmasıdır. Özelleştirme ile başlayan “hesap döneminde” devletçi ekonominin(!) yarattığı şişkinlik açıkça hesap edilebilmektedir.

Özelleştirme eşiğindeki kriz nasıl aşılabilir? Burada devletin yapacağı en son iyilik, işten çıkarılması gereken işçilere bir erken emeklilik ikramiyesi vermek ve böylece kendi yarattığı istihdam şişkinliğinin ceremesini son bir kere vergi mükelleflerinin sırtına yükleyerek işçilere destek olmaktır. Bunu TEKEL’in alıcısına yüklemesi haksızlık olur. Bunun yanı sıra belki bu işçiler başka devlet işletmelerinde çalıştırılabilir ki bunun da kesin şartı, popülist şirinliklerle devlete adam almayı yani sözüm ona “istihdam yaratmayı” durdurmaktır.
Menger C., “İktisadın Prensipleri”; Liberte; 2009: Shf:1*






Sol Demokrasi Ahlâk ve Hukuk Dersi Verebilir mi?

Şimdilerde Türk devletinin müdafaa gücünün mahremiyetinin hiç de hermetik görünmeyen bir şekilde açılıvermesi ile birlikte bilhassa sol eğilimli okumuşların demokrasi havarisi kesildikleri dikkatimizi çekmeye başladı

Soğuk Savaş döneminde NATO bünyesinde kurulduğu iddia edilen Gladio ile ülkemizdeki 80 öncesi iç savaşın faturası NATO üzerinden sağ kesime kesilmeye çalışılıyor gibi görünüyor.
Buna göre aslında var olmayan bir Varşova paktı tehdidi bahane edilerek devletin resmî güçleri solu ezmeye girişmişti.
Gerçek böyle miydi?

2000 veya 2001 yılında bir özel televizyon kanalımızda gösterilen “Kızıl Güneş” adlı belgeselde dünyada ve Türkiye’de sol hareketlerin tarihi inceleniyordu. Nedense bu belgesel çok kısa sürdü ve çoğaltılmasının da zamanın kültür bakanı tarafından yasaklandığı, kendilerine dizinin kasetlerini sorduğum televizyon yetkililerince ifade edildi.

Balık hafızalı bir millet oluşumuzdan mıdır bilemiyorum, nedense 1980 mahkemelerinde yargılanan hiçbir sol örgüt üyesinin Türkiye’de silâhlı veya silâhsız bir şekilde Marksist- Leninist devrim yapmak iddiasını reddetmediğini unutuverdik. Dönemim DHKP-C, THKP-C, TİKKO, MLKP-C, DEV-YOL, DEV-GENÇ gibi örgütlerinin neler yaptığı da hiç konuşulmaz oldu.
Konu hakkında belgesel niteliği taşıyan bir eser Alev Alatlı’nın “Or’da Kimse Var mı?” dörtlemesinin üçüncü cildi olan “Valla Kurda Yedirdin Benidir.”

Daha da aydınlatıcı olması bakımından Hasan Cemal’in “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” adlı kitabında da solun şiddeti gayet doğal bir araç olarak kullandığını ve bu aracı kullanırken kendi içinden meydana gelebilecek eleştirilerin nasıl susturulduğunu, tahrik için kendi arkadaşlarını öldürmek dahil olmak üzere her metodu nasıl kullandığını gayet açık şekilde görürüz.

Ayrıca 1991’de SSCB yıkıldığında KGB arşivlerinden çıkan zamanın TİP yöneticilerinden Behice BORAN adına yazılmış bir “maaş” makbuzunun televizyonda gösterilmesi dahi sol kamp tarafından hiç eleştirilmemişti. Oysa yabancı bir güvenlik biriminden maaş almak açıkça vatana ihanetti.

Sol kamp sürekli ülkücüleri CIA’nin eğittiği hurafesini kafalara kazımaya çalışırken, “efsanevi” isimlerinin Bekaa ve Lavrion gibi Sovyet denetimli terör kamplarında ne öğrendiğinden hiç bahsetmedi. Sağı CIA’nin eğittiği safsatası normatif ahlâktan yoksun, konformist solun bir propaganda lekesi olarak kaldı ama solun Sovyetlerce beslendiğine dair açık deliller nedense solu hiç utandırmadı.

Bunun yanı sıra, Lenin tarafından 1918’de iç savaşı kışkırtmak ve bu şekilde Bolşevikleri iktidara taşımak için kullanılan “Silâhlı propaganda” denen gayri meşru siyaset yöntemini Türkiye’ye kimin getirdiği de asla sorulmadı, konuşulmadı.Açıkça katil ve hırsız olan pek çok solcu teröristi bugün hemen hiç kimse bu şekilde anamamaktadır, çünkü mürekkepli ve görüntülü basının egemen sol güçlerinin hakaret ve baskısına uğramak hâlâ pek çok kişi için ciddi bir tehdittir. Bu basın gücü bu gün dahi, mahkûm olmamış, beraat etmiş muhaliflerini sanki birer suçluymuşlarcasına “Bilmem hangi davanın sanığı” diye anarak kendince yargılamaya, lekelemeye devam etmektedir.

Sol kampın demokratlık gösterisini samimi bulmamamın bir sebebi de 1994’te PKK ile açıkça işbirliği ilan eden sol terör örgütlerinin hiç birinin de sol kamp tarafından kınanmamış olmasıdır. Bu da doğaldır, çünkü sol ile PKK aynı ideolojik tabana, aynı söyleme ve metoda sahiptir. PKK’yı oluşturan ideolojik taban Türk solunun içinden çıkmıştır. O yüzden de bugün bazı solcuların ellerinde Türk bayrağı ile vatanseverlik göstermeleri bana çok tuhaf geliyor. Daha otuz küsur sene evvel kızıl bayrak altında, “ Halkların kardeşliği” sloganlarıyla Türk olan ne varsa hepsine enternasyonal marşıyla savaş açanların bu gün kimin taraftarı olduklarını gerçekten anlayamıyorum.

Sol gene tabiatına dönmüştür. Sol gene kendisiyle ideolojik kardeş olan etnik terör örgütüne karşı susmaya başlarken Türk Ordusu’nun, millî savunma gücümüzün etkinliklerini toptan batı güdümlü bir komplo olarak göstererek kendini aklamaya çalışmaktadır.
Ülkeyi iç savaşa sürükleyen, iç savaş dahil her yöntemle sosyalist devrimi yapmayı kendilerine hak bilen ve bu uğurda hiçbir ahlâkî kısıtlamayı dikkate almaksızın silâha sarılan sol kamp olmuştur.
Aynı sol bu gün “ezilen sol” safsatasıyla memleketin bütün makus talihini muhaliflerinin sırtına yıkmaya çalışmaktadır.

Türkiye’de mürekkepli ve görüntülü basının felsefesine sol kamp hâkimdir. Solun ahlâkî eleştirisinin yapılamadığı, solun yargılanamadığı bir gölge Marksist enformasyon diktası, Türk milletini, değerden, normdan yoksun ve güce taabi bir yola çekmeye çalışmakta ve bunu da bütün konformizmiyle “demokrasi” ve “insan hakları” gibi kavramları istismar ederek yapmaktadır. Eğer bu cümleyi paranoyakça buluyorsanız memleketin en büyük gazetelerinin en muteber yazarlarının ideolojik kökenlerine bakmanız yeter de artar bile. İşin kötü tarafı artık sol daha güçlüdür çünkü kendisiyle normalde hiçbir ortak noktası olmayan liberalleri dahi bu istismarla uyutarak kendi safına çekmiştir.

Şimdilerde sol kamp, etnik ırkçılıkla uzlaşmak bahanesiyle 12 Eylül’den önce gerçekleştiremediği Türk millî egemenliğini parçalama işini kaldığı yerden sürdürüyor gibi gözükmektedir. İnanmıyorsanız Ruşen ÇAKIR’ın dünkü yazısına göz atar ve Türk Devletinin neden “yarı yasal” oluşumlara rıza göstermesi gerektiğini okursunuz.

Sol henüz ellerindeki kanın hesabını vermemiştir. Sol ülkenin bu günkü etnik bölünme tehlikesindeki tarihî vebalinin hesabını vermemiştir! Soldan bunu beklemek de hayalcilik olur çünkü bu tip hesaplar veya veballer onun “ilerici” ideolojisi için ancak gerici güçlerin tarihsel yanılgılarıyla beslenen birer burjuva üst kurumundan başka bir şey değillerdir. Onun için sınıfın egemenliğine ve yararına yönelik gereken eylemi yapmak , sınıf düşmanlarının akıbetiyle ilgilenmemek ve pişmanlık duymamak yegâne norm ve yöntemdir.

Türk solunun demokratlığı, siyasetinde sağ kanadın olmadığı bir ülkeyi gerçekleştirmek için kitleleri kışkırtmaktan ve sayısal çokluklarla hak kavramını sömürmekten başka bir anlam taşımamaktadır.”Faşist” hakaretinin nasıl olur olmaz her yerde ve herkese ediliverdiğini merak ediyorsanız solun bu tabiatını düşünmeniz kâfi gelecektir.





Türkçe Bilmeyen Küçük Kız


Henüz on dakika oldu, olmadı, kolunda , bir kataterle gelen küçük kızım yaşlarında ve ürkek bakan bir kız çocuğuna “geçmiş olsun” dedim. O yaştaki herhalde bütün çocuklar için korkutucu bir iş olan infüzyondan dolayı şaşkın olduğunu düşünüyordum.

Bu şaşkınlığını ve ürkekliğini üzerinden atamaması normaldi ama sözlerime hiçbir cevap verememesi dikkatimi çekti. Gözleri pırıl pırıl ve dikkati yerindeydi. Herhangi bir zekâ yetmezliği olduğunu düşündürecek hiçbir belirti göremiyordum.

Dedesi ve babasının arasında sıkışıp oturan çocuğun halinden içim burkuldu. Buna rağmen onu konuşmaya teşvik ediyor, dikkatini, kolundaki tatsız şeyden uzaklaştırmaya çalışıyordum

Gereken ilâçları temin edip onları uğurlarken babası gülerek bana bu küçük kızın Türkçe bilmediğini söyledi.

Henüz ilkokula gitmeyen bir çocuğun Türkiye’de Türkçe bilmemesi beni çok üzdü. İletişim araçlarının bu kadar güçlü olduğu bir memlekette beş- altı yaşlarında bir çocuğun kendisine geçmiş olsun diyen, kendisini güldürmeye çalışan birini anlayamaması düşündürücüydü.

Elbette çocuk anasının kendisine seslendiği dil ne ise önce onu öğrenecektir. Bu hem kaçınılmaz ve doğal hem de gerekli bir şeydir. Bu dil onun çocukluk hatıralarını, çevresini oluşturacaktır. Kendi aidiyetini hissetmesini sağlayacaktır.

Herhangi birinin bu gerçekliğe itiraz edeceğini sanmıyorum.

Bu küçük kız elbet ilkokula gidecek ve orada ülkenin geri kalanının konuştuğu dilde de bir şeyler öğrenecektir. Bu gün için öğretim sistemimizin bütünlüğü bunu sağlamaktadır.

Oysa bu küçük kızı, ilkokulda ve diyelim üniversiteye kadar “Türkçe’den koruyarak” eğitmek bana gösterdiği tepkisizliği ve hatta ürkekliği derinleştirmekten başka neye yarayacaktır?

O küçük kız için dilini anlamadığı insanların bu kadar çok olması git gide kendisini daha çok yabancı hissetmesine yol açmayacak mıdır? Daha da kötüsü bu yalıtılma hissi, kendi çocukluk hatıralarının, dilinin, evinin, çevresinin, kuşatıldığı hissine dönüşmeyecek midir? Bu his şimdiden “ayrı bir coğrafyanın sahipliği” ve “işgal altındaki bir coğrafya” söylemleri ile oluşturulmaya çalışılmaktadır

Küçük kız şimdi kendisine “başka bir dilde” duyulan şefkati ve ilgiyi anlayamaz haldedir. Oysa ona öğretilmeyen bu “başka” dil ülkenin genel anlaşma vasıtasıdır. Bu gün kendisine duyulan “Türkçe” şefkati anlamayacak; yarın ise hiçbir empati girişimini algılayamayacaktır.

Küçük kız şimdiden, milletleşmiş bir topluma, kabileci bir kıskançlığın ve hırçınlığın siyasetiyle yabancılaştırılmakta.

Anadolu Türk varlığının çekici gücü olduğu “soyut kavramlara” dayanan milletleşme sürecinin, kan bağına ve feodal ilişkilere dayanan daha geri bir güdüyle inkâr edilmesi, “birlikte yaşama iradesi” geliştirmeyi sağlayamaz

İşte bu yüzden “ana dilde” eğitim ile hedeflenen şeyin sonucu nihaî bir toplumsal bölünmedir.
Türk’ü ve Türkçe’yi “yabancı” ve kendilerinden korunulması gereken olgular olarak görmekle barışın ve kardeşliğin hiçbir ilgisi olamaz.






28 Aralık 2009 Pazartesi

Yarı Yasallık Yarı Demokratlık Tam Zorbalık


"...Bir yanda yasal (dün DTP, bugün BDP), diğer yanda yasadışı (PKK) Kürt siyasi hareketleri ve bunların birbirleriyle ilişki içinde oldukları birer gerçekse bunların arasında “yarı yasal” olarak tanımlayabileceğimiz bir yapının bulunması doğal, hatta zorunludur..."

Yukarıdaki cümle meşhur bir köşe yazarımıza ait*.

Bu köşe yazarımız sol kökenden, Marksist gelenekten bir yazar. Dolayısıyla normatif düşünmemesi ve nedensellikten uzak düşünmesini normal karşılayabiliriz. Çünkü kendisi bütün Marksist kökenli yazarlarımız gibi sonuçları görüp sonucu yargılamaksızın çözüm üretmek pragmatizmini bize akl-ı selim olarak dayatabileceğini düşünüyor.

Ama işin kötü tarafı bu tip cümleleri liberal okumuşların da benimsemeye başlaması.

Hukuk devleti idealini benimseyen bir liberalin bu cümleye derhal itiraz etmesi gerekir.

Bir hukuk devleti, içinde “yarı yasallık” gibi bir seçeneğin olmadığı bir devlet anlamına gelir. Eğer biri devlet dışındaki güç kullanıcıların “yarı yasallığından” bahsediyorsa devletten de hukuka uygun davranmasını beklemek hakkı kalmaz.

Bu “yarı yasallık” kategorisi, Marksist demokrasi fikrinin çarpıklığının bir sonucudur. Marksist temelde demokrasi sayısal çoklukların, sırf kitlesel oldukları için taleplerinin “hak” olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur.

Buna göre bir kitlenin, herhangi bir talebi, sırf belli bir grubun kendi içindeki mutabakatına dayandığı ve grup tarafından dile getirildiği için bir “müştereklikten” kaynaklanan bir hak seviyesine yükseliverir.

Bu, kolektivizmin “hak” kavramını nasıl çarpıttığını gösterir.

Bu çarpıtma ne kadar sık gösterilse azdır.
Çünkü etnik ırkçıların meşruiyet iddialarının temeli bu çarpıtılmış hak kavramıdır.

Hak kavramı bir kere bu şekilde çarpıtıldığında hakkın kaynağı kitlesel talepler ve kitle tepkileri haline gelmektedir. Bu durumda bir sayısal çokluk halinde kendini gösteren her kitle, taleplerinin meşru ve karşılanması zorunlu haklar olduğun bize dayatmaya başlar. Ülkemizdeki Kürtçü terörün sebebi, hak kavramının bu şekilde çarpıtılmasına ses çıkarılmamış olmasıdır. Siz bir kere kitlelerin her talebinin birer hak olduğunu kabul ederseniz, kitlelerin, “kendilerinin haksızlığa uğradığı” gerekçesiyle şiddete yönelmesinin de önünü açmış olursunuz.

Oysa hak ne kitleleşmeden ne de farklılıktan kaynaklanır. “Hak” insan olmaktan kaynaklanır.
Hakkın bu kaynağı, onun aynı zamanda sorumlulukla bağlı olarak herkes için ve her zaman geçerli olmasından dolayıdır.

Dolayısıyla sorumsuz bir haktan bahsetmek mümkün değildir. Kitlesel taleplerin “hak” olamaması sorumluluğun bireysel bir durum olmasındandır aynı zamanda. Zira kitlesel işlendiği iddia edilen suçlarda dahi herkesin ayrı ayrı cezalar alması, suça iştirakte bireysel sorumluluk derecesinin gözetilmesi de bunun sonucudur.

Hak kavramında dikkate alınması gereken bir başka husus, hakkın meşru kullanımının hiç kimseye bir maliyet yüklememesidir. Hayatta kalmam için başkasının ölmesi gerekmez. Veya ceketimi sırtıma geçirmem kimsenin cebinden bir şey eksiltmez. Veya yalan söylemedikçe, şiddeti çağırmadıkça, hakaret etmedikçe fikirlerim kimseyi bağlamaz.

Oysa kitlesel talepleri hak diye kabul ettiğimiz takdirde hem bunların sorumluluk durumlarındaki muğlaklık hem de bu tip çarpıtılmış bir hakkın hayata geçirilmesinin başkalarına yükleyeceği maliyet gibi iki büyük sorun demokrasiyi işlemez hale getirecektir.

Çünkü sayısal çoklukların her birinin hayat geçirilmesi için öne sürdükleri her talebin hak olup olmadığı ve bunun yanı sıra meşruiyet testinin yapılamaması çoğunluğun barışçı egemenliği olan demokrasiyi sakatlayacak, yönetim imkânını elimizden alacaktır.

Bu durumda çözüm “yarı yasal” tasarım ucubelerine boyun eğmek değil, bu tip ara örgütlenmeleri gayri meşu ilan etmek ve bunlara hiçbir şekilde izin vermemektir.

Bahsi geçen terör örgütünün ve iştiraklerinin varlıklarının bu açıdan hiçbir meşru gerekçesi olamaz.

Sadece terörle ilişki değil, toplumu taleplere göre hak iddialarıyla bölmenin de siyaset konusu yapılmasının önüne geçilmediği takdirde bu kısır döngünün önüne geçilmesi mümkün değildir.








*
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Kurt_sorunu_dinlemelerle_cozulemez&tarih=28.12.2009&Newsid=278523&Categoryid=4&wid=73

27 Aralık 2009 Pazar

Bir Salyangoz Satıcısından Hümanizm Dersleri





Sevan Nişanyan, bir “orijinallik” ettiğini sanıp Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe’sini “düzeltmeye kalktı. Hümanist arkadaşlarımız da doğru mudur, yanlış mıdır diye hiç düşünmeden üstüne atladılar.
Şimdi bir bakalım bu “yeni gençliğe hitabenin” gerçekten bir anlamı var mı yok mu?

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, insan olmaktır.



Hitap edilerek varlığı kabul edilen bir Türk Gençliği var. Ve bu cümleye göre “insan olmak” diye ayrı bir kategori var. Bu durumda Türk gençliği aslında “doğal” haliyle insan olmayan ama insan olmak için çaba göstermesi gereken bir gruptur. Yani aslında “Türk” adını taşıyan ve biyolojik olarak insan olan grup aslında insan değildir? Yani? İnsanı insan yapan değerlere sahip olmadan doğar ve muhtemelen Türk olmak da bu değerlerden uzak olmak anlamına gelmektedir?

İnsan olmanın yegâne temeli insana sevgidir.




İnsana sevginin bir gereği ve şartı olup olmadığı konusu hiç tartışılmıyor. Acaba sevgi gerçekten bu kadar karşılıksız ve bedelsiz ve şartsız dağıtılabilecek bir şey midir? Burada klasik Hıristiyan öğretisiyle Marxizmin izlerini görüyoruz. Sebebini ileride daha çok açıklayacağız ama sanki insana sevgi istisnai bir şeymiş veya insanların çoğu aslında insan olmayı bilmiyormuş gibi bir yaklaşımı burada görüyoruz. Devam edelim

Hayatın boyunca, insanlara güzelliği, aklı ve adaleti öğretmeyi görev bileceksin.




Güzellik akıl ve adaletin içinin nasıl doldurulduğu belli değil. Akıllı bir liberal burada adaletten neyin kast edildiğini sorardı ama maalesef bu ferasetin çoğu liberalimizde olmadığı bu sözde hitaba hiçbir eleştiri gelmemesinden anlaşılıyor. Akıldan kasıt her şeyi yeni baştan kuracağı düşünülen o “sınırsız yetenek” midir? Akla hangi felsefi pencereden bakılmıştır bu da belli değil. Oysa kurucu rasyonalizmin Hegelci, Marxçı yaklaşımlarının kıyım düzenlerini nasıl da desteklediği düşünülürse buradaki aklı öğretmek sözü hiç de hümanist görünmemekte.

Bilgin varsa, bedel beklemeden paylaşacaksın.




Neden? Bilgi bireyin kendi mülkiyeti değil midir? Bunun bedelsiz paylaşılması şartını kim ona dikte edebilir? Bilgi ancak sahibi rıza gösterirse bedelsiz paylaşılabilir. Hümanizm , emekle elde edilen bilginin emeksizce paylaşılmasını mı gerektirir? Burada da sosyalist bir yağma anlayışının hümanizm istismarına şahit oluyoruz ama görünen o ki liberallerimize romantizm daha çekici geliyor.

Buna imkân ve şeraitin müsait değilse, yanındaki üç veya beş kişiye katıksız sevgini vermeyi deneyeceksin; onların hayat yükünü bir nebze hafifletmeye çaba göstereceksin. Bunu yaparken Türk mü, yoksa Hindu mu, Yamyam mı diye sormayacaksın. Çünkü insan, galiplerin hasbelkader çizdiği sınırlara sığmayacak kadar kıymetli bir hazinedir.

“Katıksız sevgi” ne demektir? Belli değil. Yanımızdakilerin hayatlarının yükünü hafifletmenin onların kökeniyle zaten bir ilgisi var mıdır? Burada esas olan yakınımızdakilere duyduğumuz ilgi ise bu zaten doğal değil midir? “yakınımız olmaları zaten bize yakın olmaları hususunda karşılıklı mutabakata varmamız anlamına gelmez mi? Bu mutabakat gerçekleşmiş ve yakınlaşma sağlanmış ise zaten etnisite, kültür gibi ayrımlar aşılmış demek değil midir? O halde “yakınlaştığımız” kişilere nasıl yardım edeceğimizi Nişanyan’dan öğrenmemiz gerekmekte midir?






Dahili ve harici bedhahlarla etrafın çevrili olabilir. Sen şerri bahane etmeyecek, hayırhahlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Zira kötülük, esarettir. Manevi istiklalini ve manevi hürriyetini ancak insan olmakla kazanabilirsin.

Sevan Nişanyan burada klasik Hıristiyan öğretisini yegâne ahlâk ve insan sevgisi olarak bize dayatmakta. “şerri bahane etmeyecek” derken şerre karşılık vermek imkânlarımızı felsefî anlamda yok etmektedir. Varlığımıza yönelik kötü niyetler tebarüz ettiğinde bu niyetlere karşı sessiz kalmak kendi varlığımızı inkâr etmek anlamına gelir mi, gelmez mi? Kötülüğün bize yönelmesine ses çıkarmayarak “iyi” olmak bu anlamda kötülüğe esir olmak demek değil midir? İnsan varlığının hüsn-ü zanna dayanması, açıklanan kötülüklere mukabele etmemeyi gerektirmez.






Düşman bütün tersanelerine girmişse, vazifeye atılmadan önce düşüneceksin. Önce, düşman mı diye soracaksın. (Çünkü bugün düşman olan yarın dost olabilir.) Sonra onu kendine düşman etmek için ne hata yaptığını düşüneceksin. (Çünkü düşmanlık, herkes için ağır bir yüktür.) Gönlünü kazanmayı deneyeceksin. Tersaneyi beraber işletmeyi teklif edeceksin. (Öylesi her ikiniz için daha kazançlı olabilir.) Sonuç alamasan, bir tersane uğruna düşman olmaya değer mi diye bir kere daha kendine soracaksın. Bunları yapabilirsen, inan, dünyanın tüm tersaneleri senin olur. Tüm ordular sana boyun eğer. Tüm kalelerini terkedecek gücü ve güveni kendinde bulursun.

Bir yağmacıyla, mütecavizle uzlaşmak mantıksızlığı ile liberal temel haklar düşüncesinin nasıl uyuşturulabildiği hakikaten ilginçtir. Bu paragraf ahlâkın açık bir inkârıdır. Hırısızın, mütecavizin gönlünü kazanmaya çalışmak demek “ Sana vurana öbür yanağını dön” diye dayatılan muharref Hıristiyan öğretisinin bir başka ifadesi. Bu durumda davranışların adil sayılıp sayılmamasının, yargılanıp yargılanmamasının bir önemi kalabilir mi? Bu paragraf meselâ Yahudi’lere “Düşmanlık ağır bir yüktür, Hitler’i kızdırmak için ne yaptığınızı düşünün!” demekle aynı şey değil midir? Davranışlarını “kuralla” sınırlamanın bir anlamı olmadığını düşünen insanı sınırlamak medeniyetin özüdür ve hiçbir hümanist yaklaşım bu ilkeye aykırı olamaz. Burada sapkınca mazoşizm övgüsü yapılmaktadır.






Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar sana "düşünmeyeceksin!" diyebilirler. Kendi çorak ve bencil emellerine seni muhafız ve müdafi yapmak isteyebilirler. Kuşaklardan beri süren iktidarlarını bir gün daha korumak için senin damarlarındaki kanı talep edebilirler. Memleketin bütün tepeleri kan ve intikam bayraklarıyla donatılmış, bütün mektepleri zaptedilmiş, bütün mahkemeleri elde edilmiş, bütün gazete köşeleri bilfiil müstevlilere terkedilmiş olabilir. Millet, cehalet ve propaganda içinde serseme dönmüş olabilir.



Buraya kadar olan teslimiyet ve mazoşizm cümlelerinden sonra bu paragraftaki kategorizasyonlar ilginçtir. Çünkü bu kategorizasyonlara gidebilmek için yazara göre “insan” olmakla reddedilmesi gereken değerlerin kabul edilmesi gerekmektedir. “Memleket” derken bir insan grubuna ait bir fizikî mekândan bahsedilmektedir. Oysa buraya kadarki paragraflarda “insan” denen ama kendisine ait hiçbir kimlik taşıdığını görmediğimiz bir canlının memleketinden bahsetmek açık bir çelişkidir. Bir önceki paragrafta tersanelerimize girmiş insanlar “müstevli” olarak nitelenmezken bu paragrafta “müstevlilerden” bahsedilmektedir. Kimdir bu müstevliler meselâ? Öbür yanağımızı vurmaları için dönmemiz gereken, gönüllerini almamız gereken tersane işgalcileri midir meselâ? “Millet” denerek belli özelliklerle diğer toplumlardan ayrılan bir kategoriden bahsedilmekte ama bir yandan da hiçbir ad taşımayan insan olmak övülmektedir.




Ey insan evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, insan olduğunu unutmamaktır. Muhtaç olduğun kudret tanrı vergisi olan vicdanında ve her gün çalışarak geliştireceğin aklında mevcuttur.

Demek ki Türk olmak insan olmaya yetmemektedir! Bundan ötesi Türk olunca insan olunduğunun unutulmasıdır. Akıl ve vcidan sahibi olmak da ancak ne olduğunu inkârla mümkündür

Cümle cümle, paragraf paragraf cevapladığımız bu hitabenin genel felsefesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi muharref Hıristiyan öğretisidir. Yani bu açıdan orijinal, eşsiz bir metin değildir. Medeniyetin üzerine kurulduğu “kurallı” yaşamak ve “zarar vermemek iradesi” ilkelerini inkâr etmektedir. Varlığımıza yönelik “bedhah” niyetleri tabii ve “verili” kabul ederken bu niyetlere mukabeleyi gayri tabii saymaktadır. “İlk günah” öğretisinin tipik bir örneğidir yazılan… Ayn Rand’ın isyan ettiği saptırılmış dinî taassubun bir başka ifadesidir.

İnsan olmanın “milletler” üstü bir kategori olduğu düşüncesini esas almaktadır ki bu da çarpık bir insan anlayışının ürünüdür.

Liberal düşünce açısından bakıldığında tipik bir kurucu rasyonalist metindir. Bu da insan olmanın yani âdil davranış kurallarına göre hareket etmek iradesinin ancak sonradan öğrenilen bir “insan olmak” ideali ile kazanılacağını sanmasındandır.

Bu durumda meselâ “milletler”, insan- altı toplumlardır. Onlar ancak artık millet olmadıkları, onları millet yapan bütün farkları sildikleri zaman “insan” olacaklardır!

Burada ilk olarak kendiliğinden doğmuş âdil davranış kuralları fikrine yabancı bir “ahlâk” kurulmaya çalışılmaktadır. Milletlerin, kendi içlerinde, “âdil davranış” kuralı barındırmayan yığınlar olduğu fikri zımnen savunulmaktadır. Bu durumda “insan olmayı” sağlayacak kurallar bilahare konularak, kurularak insanlar milletlerinden kurtarılacak ve “insan” yapılacaklardır.

Marx’ın bütün inkârlarına rağmen dibine kadar ütopik ve zorba olan ideolojisinin bir perde arkasından sırıttığını burada rahatlıkla görebiliriz. Çünkü mevcut haldeki millet gerçekliği ile çelişen ütopik insan tasavvuru arasındaki çelişkiyi “doğal” bir çelişki gibi göstererek çelişkiyi “insan olmak” lehine milleti, yani gerçekliği reddetmekle giderebileceğini düşünen psikotik bir sapmayı yazar bize bedaeti tartışılır bir romantizm paketi içinde sunmaktadır.

Bir diğer yandan Hegel’den mülhem değer yoksunluğu ve Marx’tan alıntı görece ahlâka dayanarak temel haklara hayasızca saldırmakta ve hırsızla, mütecavizle muvakkat işbirliğinden bile bahsedebilmektedir. Yazarın mütecavizi ve hırsızı kategorik olarak “kötü” bile kabul etmiyor olması dahi maalesef liberallerimizi hiç rahatsız etmemektedir. Bu yaklaşımın Marksistleri rahatsız etmemesi normal olabilir. Çünkü onlar zaten kabul edilmiş ve mevcut her değeri, “gerici” her ahlâkî normu “burjuva” diyerek küçümseyecek bir fikri zeminde olduklarından onlar için “kötü” veya “adaletsiz” gibi yargılar açıkça anlamsızdır. Eve girip hırsızlık eden veya çalmak için adam öldürenleri kahraman yapıp namusuyla zengin olmuş herkesi peşinen “sömürücü” diye tahkir etmek garabeti sol kampın Hegelci/Marxçı çarpık fikrî yapısının en güzel örneğidir.

Yazar bütün kimlikleri aştığını, insan olmanın adsızlık, ailesizlik, soysuzluk ve kültürsüzlük olduğunu ifade ettiğini sansa da aslında çocukluğundan aklına kalan kilise vaazlarından başka bir şey yazmamıştır. Yani kimliğinden, kültüründen kurtulabilmiş falan değildir. Bu yazının Türk çocuklarına orijinal gelmesinin tek sebebi muharref Hıristiyan inancı ile ilgili yoğun propaganda ve bu inanca dair cehaletleridir.



Dolayısıyla bu metin de bol romantizm soslu kolektivist bir Hıristiyan ilkokul çocuğu romantizmi kompozisyonundan öte bir anlam taşımamakta.

24 Aralık 2009 Perşembe

Laftan Anlamayan Bir Millet İçin Açılımın Anlamı


"LAFTAN ANLAMAYANLARA KENDİ DİLLERİNDEN MESAJ VERİLMİŞTİR..."*
Kalkan, Tokat eyleminin süreçten kopuk olmadığını savunarak şöyle dedi: "Peki, böyle bir eylem olmayacak da ne olacaktı? DTP kapatılacak, milletvekillerine siyaset yasağı getirilecek ama gerilla buna seyirci mi kalacak? Gençlik sessiz mi kalacak? Kalmadı. Kürt gençliği sokakta polisle o kadar çatışmaya girdi. Polise karşı silah olarak sadece taşları olan ve bunlarla karşı koyan Kürt gençliği yanında, bir de elinde silahı olan, askeri eğitim görmüş, daha da mevzilenmiş olan gerillanın neler yapabileceğini bir düşünün. O daha fazlasını yapabilirdi. Nitekim yapmak istiyordu da. Yönetim olarak biz bunu en aza çekmeye, daraltmaya çalıştık. Herkes böyle bilsin, böyle anlasın. Bu eylem mücadelenin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Lâftan anlamayanlara kendi anladıkları dilden mesaj verilmiştir. Bu bir uyarıdır, mesajdır. Ondan öteye herhangi bir şey yoktur.”

Bağlantısıyla verdiğimiz alıntı meselenin ne olduğunu gün gibi ortaya koyuyor.
Kürt meselesi olarak ortaya konan ve bazılarının hâlâ “Demokratik haklar” mücadelesi sandığı şey katiller sürüsünün liderlerinden biri tarafından gayet güzel dile getirilmiş.

Belki hâlâ bazı “iyi niyetli” insanlar, ifade hürriyetindeki geçici bazı sıkıntılar dışında temel haklarından sonuna kadar yararlanan Kürt kökenli Türk vatandaşlarına pozitif ayrımcılık gösterilmesini savunuyor olabilirler ama meselenin bununla hiçbir alâkası yok.


Eğer demokrasi hukuk ve ahlâk konusunda azıcık bir samimiyeti olanımız var ise bu paragraftan dehşete kapılmaması mümkün değildir.


“Silâhla çözüm bulunamadı!” diyenlerin katiller sürüsünün liderleri ile nasıl olup da aynı şeyleri söylediği sanırım bu paragraf okunduktan sonra ortaya çıkıyor.
Açılımcıların yukarıdaki sözleri söyleyen katil başının sürüsü ile Türk Ordusu’nu aynı kefeye koyması yeterince ahlâksızca değil mi?


“Lâftan anlamayanlara” diyen küstah sürü lideri sanki koskoca bir milleti ve onun kurumlarını terbiye eder gibi konuşuyor ve açılımcılar Türk Milleti’nin bu küstahlığa boyun eğmesini istiyorlar. Niçin? “Analar ağlamasın!” diyerek. O açılımcılara şunu söylemek isteriz ki İstiklâl Harbi, Türk Milleti’ni lâftan anlamaz bir yığın olarak gören müstevlilere ve mütecavizlere karşı yapılmıştı!


DTP’nin kapatılması sürecinde görünen o ki açılımcılar niyetlerinde ve projelerinde yanılıyorlar. Sözüm ona “iyiliklerini” düşündükleri kitlenin sözüm ona siyasi temsilcilerinin bahsedilen haklarla uzaktan yakından ilgilenmedikleri ortaya çıkmışken hâlâ bu pozitif ayrımcılık hevesinin “Analarının göz yaşını durduracağını” sanmak veya memleketin asayişini temin edeceğini düşünmek nasıl bir mantıktır?


Açılımcıların bütün yaptığı, “Anaların göz yaşını durdurmak” inisiyatifini yukarıda bize lâf anlatmaya kalkan katiller sürüsüne bırakmaktır. Etnik ırkçı siyasetin şiddetle bu kadar açık beraberliği göz önünde dururken ve Kürt topluluğunun tek siyasi temsilcisinin bir katil reisi olduğu durmadan ifade edilirken yapılması gereken, esnafın kepenk açıp ekmeğini kazanması imkânını, eli taşlı, molotoflu köpeklerin insafına bırakmak mıdır?


Gelinen noktada etnik ırkçı siyasetin şiddetle bağının kesilmesi farz olmuştur. Bu noktada şiddet tehdidi ile Anayasa’da kendine yer edinerek önce ırksal farklılığı Türk Milleti’ne tescil ettirip sonra Türk hukukuyla ve siyasetiyle bağlarını koparmak isteyenlerin tehdit kozu tamamen yok edilmelidir.


Şu an için Kürt topluluğunun ifade hürriyeti konusunda bir sıkıntısı yoktur. Kürtçe eğitim ise diğer bütün gelişmiş ülkelerdeki gibi ülkemizin iç hukukunu bağlayan bir meseledir ve buna izin verilip verilmemesi Türk millî egemenliğinin uhdesindedir. Buna izin verilmemesi ifade hürriyetini zedelemez ve kendi iletişim araçlarını kullanarak millî egemenliğimizi tanıyarak istedikleri şeyleri ortaya koyabilirler.


Zaten öteden beri mülk edinme, iş bulmak, iş kurmak, seyahat gibi konularda hiçbir sıkıntı çekmeyen bir topluluğun kendisinin bu doğal haklarını koruyan bir milletin egemenliğinden rahatsız olması kabul edilemez.


Yapılması gereken üç şey vardır:


Birincisi başka her şeyden önce teslim olmayan militanların başka bir uyarıya gerek kalmadan tasfiyesi ve teslim olanların derhal yargı önüne çıkarılması. Bu yapılırken kuzey ırak yönetimine nota verilerek bölgenin emniyeti açısından Türk makamlarının en az kendileri kadar yetkili olduğunun hatırlatılması ve Türk askerinin bölgedeki operasyonlarında kendilerinden ek bir izin alınmayacağının belirtilmesi. Çünkü Türk egemenliğine karşı operasyonlarda kendisinden emin olamadığımız komşularımızın otorite boşluğu bizim için kabul edilemezdir.


İkincisi temel hakları gözetmek dışında egemenlik hakkımızı tartışmaya açan veya bölmeye kalkan hiçbir etnik kökenli partiye bundan sonra izin verilmemesi…

Üçüncüsü millî egemenliğimize karşı eylemde bulunanların ve bunları açıkça destekleyenlerin derhal vatandaşlıktan çıkarılarak sınır dışı edilmesi…

Çünkü hiç bir devlet emniyet sağlayıcılık tekelini başkalarıyla tartışmaz. Bunu tartışmaya açanlar o devletin ve koruduğu milletin düşmanı olarak kabul edilir ve fiilî bir müdahale durumunda, müdahil, ilgili devlet tarafından yok edilerek konu kapatılır. İkinci Dünya Savaşı’nda “barış” Hitler Almanya’sı yok edilerek sağlanmıştır.


*http://www.sonsayfa.com/Haberler/Guncel/PKKdan-igrenc-Tokat-savunmasi.html




19 Aralık 2009 Cumartesi

Türkiye’deki Etnik Siyasetin Demokraside Yeri Var mıdır?


Demokrasi tanımı üzerinde bir kere daha durmakta sayısız faydalar var.
Demokrasi, ferdin temel haklarına tam bir riayet kaydıyla çoğunluğun yönetimidir.
Demokrasinin geçerliliği veya meşruiyeti, en fazla sayının talebinin belirleyici olmasından değil, ferdin temel hakkına riayet kaydına uygunluktan kaynaklanır. Eğer bir rejim ferdin temel haklarına yani hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına riayet etmiyor ise kimin yönettiği ile ilgilenilmez.
Demokrasi tanımını he seferinde tekrarlamamız, bilhassa etnik ırkçılığın, Marksist yönelimle demokrasiyi, sayısal çoklukların baskı gücü olarak göstermesi ikiyüzlülüğüne karşı son derece önemlidir.
Demokraside istikrar kendi tanımındaki iki şeye dayanır. Eğer temel haklara riayet edilmiyorsa, demokrasi geçerli bir yöntem olmaktan çıkar ve herkesin kendi hakkını koruduğu bir kaos ortamına gidilir.
Eğer çoğunluğun belirleyiciliğine saygı gösterilmiyorsa o vakit de siyasî bölünme söz konusu demektir.
Ölçüleri böyle belirledikten sonra Türkiye’deki mevcut etnik ırkçı siyasetin demokrasinin bir parçası olup olmadığına sanırım daha sağlıklı bakabiliriz
Ülkemizde sadece etnik bir grubun farklılığını vurgulayarak siyaset yapan bir parti vardı, kapatıldı, şimdi aynı işi gören yeni bir partiyle etnik ırkçılık yoluna devam ediyor.
Şimdiye kadar kurulan bu etnikçi partilerin ortak özellikleri neydi?
Bu partiler ülkenin genel sorunlarıyla ilgili hiçbir çözüm sunmadılar. Enflasyonla ve işsizlikle ilgili hiçbir öneri getirmediler. Eğer siyasî partilerin nihaî hedefi iktidara gelmek ise ve bunun için de genel seçimlere katılıyor iseler etnikçi partilerin iktidar için neyi hedeflediklerine dair bu ülkede hiç kimse hiçbir şey işitmedi.
Yani asla ülkenin kurucu çoğunluğuna yönelik bir siyaset arzında bulunmadılar. Ülkede kendi siyaset arzlarına yönelik bir çoğunluk talebi yaratmayı hedeflemediler.
Etnikçi partilerin tavırlarının telâffuz edilmeyen demokrasi dışı durumlarının en büyük delili budur!
Etnikçi partiler demokraside ilgi alanları olarak etnik grupların ayırıcı özelliklerini vurgulamayı ve bu ayırıcı özellikler üzerinden siyasi talep geliştirmeyi esas olarak kabul etmişlerdir.
Peki bir siyasî partinin temel haklara riayetle ilgili demokrasi kaydına bağlı olmaması onun demokratlık vasfını zedeler mi zedelemez mi? Etnikçi partiler bu güne kadar sadece sözcülüğüne soyundukları etnik grubun temel haklarını gözetmeye mi çalışmışlardır?
Maalesef bu soruya evet diye cevap veremiyoruz. Bu güne kadarki etnikçi partiler ülke genelindeki temel haklar durumu ile asla ilgilenmemişlerdir.
Onlar ideolojik temellerindeki “pozitif haklar” argümanına dayanarak demokrasiyi, kitlelerin talep dokunulmazlığı olarak ele almışlardır.
Hakka yönelik bu çarpık anlayış, demokrasinin temel haklara saygı ilkesini zedelemiş ve fiilen, gücü gücü yetene durumunun doğmasına sebep olmuştur.
Bu gün Türkiye’de etnik ırkçılığın terör eylemlerini bir türlü yargılayamamamızın sebebi, siyasetteki bu “hak” çarpıtmasına karşı koyacak bilgiden mahrum olmamızdır.
Hak kavramı hakkındaki çarpık düşüncesiyle etnikçi siyaset kendini farklı ve imtiyazlı bir hak grubu olarak kabul ettirmek istemektedir. Bunu da bilhassa liberal hümanizmin “çoğulculuk” kavramını istismar ederek kabul ettirmeye çalışmaktadır.
Çoğulculuk her farklılığın kendini ifade edebilmesidir ama her farklılığın “egemen” olması demek değildir!
Bu çarpık anlayışıyla etnikçi partiler demokrasinin temel haklara riayet kaydıyla çelişmektedir.
Ayrıca bu çarpıtılmış hak kavramı ve çoğulculuk istismarıyla ülkenin egemen millî çoğunluğunu yok saymaya çalışmaktadır. Ne yazıktır ki ülkemizin enternasyonalist ve değer yoksunu bir kısım liberalleri ( Bu ağır bir nitelemedir, ama ülkenin sahip olduğu, bayrak, vatan, dil,i egemenlik gibi değerleri demokrasiye tehdit gibi göstermek ve üstelik bir de bunları hafife almak değer yoksunluğudur) bu millî çoğunluğu çoğulculuk adına anayasadan kaldırmak fikri ile bu çarpık demokrasi anlayışını meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Bütün bunarlın ötesinde etnikçi partilerin etnik terörden beslendiklerini sürekli ifade etmeleri, etnik terörü halka yayarak meşrulaştırmaya çalışmaları ve şiddet üzerinde yargılama hakkımıza tecavüz etme teşebbüsleri onarlı siyasi birer örgüt olmaktan çıkarmaktadır.
Bu yüzden ülkemizin mevcut durumunda etnikçi partiler hem çarpık demokrasi anlayışları hem de hukuk devleti karşıtı şiddet metotlarını meşrulaştırma gayretleri ile Türk siyasetini kanserleştiren, yabancılaşmış yapılardır. Bir demokrasi, temel haklar dışında helm şiddete dayalı hak taleplerini asla bünyesinde barındıramaz! Eğer barındırmaya kalkarsa her taşlı, molotoflu, kalaşnikoflu grup tehdit ile söylediklerinin “hak olduğunu” iddia etmeye başlar.
Ülkemizde artık şiddetle bağını en baştan kesmemiş, temel haklara riayet dışında hak iddialarını güden hiçbir etnikçi partiye izin verilmemelidir. Zira bu, demokrasinin anlamını bozmamak ve onu korumak için elzemdir.








18 Aralık 2009 Cuma

Şiddet Önünde Ahlâkî Geçerlilik Problemi

Şiddetle sorun çözülemez deniyor.
Şiddeti yaratan kim? Sorun ne?
Siyasetin anlamı nedir?
Bütün bu soruların cevaplarını açık ve net şekilde vermedikçe Demokrasi, barış gibi kelimeler ikiyüzlülüklerin araçları olmaktan ileri gidemez.

Şiddetle ilgili iki taraf var. Bu taraflardan biri Türkiye Cumhuriyeti’ni savunmakla görevli olan Türk Ordusu. Bu kurum hukuk kuralları içinde hareket etikçe kendisinin şiddet kullanması tekeli tahsis edilmiş meşru bir kurum.

Şiddetin diğer tarafı Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek, bölemezse fiilî etnik özerklik bölgesi yaratmak için Türkiye Cumhuriyeti’ne silâhla saldıran bir etnik ırkçı örgüt. Türkiye Cumhuriyeti meşru bir devlet ise bu devlete karşı silâh çekmek gayrimeşru bir eylemdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimeşru olduğu düşünülüyor ise o vakit bu ifade edilir, o devletin vatandaşlığından ayrılınır. Veya devleti meşruiyet sınırları içine çekmek için vatandaşlığın gereği olarak yalnız ve ancak hukuk yoluyla mücadele edilir.

Bu ikinci örgütün bir sürecin sonucu olduğunu söylemek mantığı çarpıtarak haklı sebeplerden haksız sonuç çıkarmaktır. Yani haklı gerekçelerden gayrimeşru bir netice çıkarmaktır.

Nedir o haklı gerekçeler? Bir ara rejimde ülkenin bir kısım vatandaşlarına karşı edilen insanlık dışı muamelelerdir. Bu muameleleri zaten hiç kimse onaylamamaktadır. Peki bu muamelelerden dolayı devlete silâh çekmek kabul edilebilir bir sonuç mudur?

Görüldüğü gibi etnik siyaset yaptığını iddia eden silâhlı örgüt gayrimeşru bir örgüttür. Yani hukuk açısından kabul edilemez ve bu sebeple de devletimizin yapısıyla bağdaşmayan, onun varlığına yönelik bir tehdittir.
Bu durumda ne yapılmalıdır?

Ülkemizin liberalleri başta olmak üzere bu soruya verilen cevap, sorunun bir asayiş sorunu olmadığı, karmaşık, adeta çözülemez bir demokrasi sorunu olduğu yönündedir.
Etnik terör örgütü ki hedeflerini halkı korutarak ve sindirerek elde etmek istediği için ona rahatlıkla terör örgütü diyebiliriz, Türkiye Cumhuriyeti’ne isteklerini şiddet yoluyla kabul ettirmeye çalışan bir örgüttür.

Meşru bir devlete yönelik böyle bir hak arama metodu kabul edilebilir midir?
Bu sorular gayet açık ve net sorulardır ama asla cevap bulmamakta silâhın can almaya devam ettiği bir ortamda ahlâkî ikiyüzlülükler ve kaçamak cevaplarla geçiştirilmektedir.
Öyleyse cevapları biz vermeliyiz.

Bir demokratik hukuk devletinde veya liberal demokraside devletin, temel haklara kesin riayeti şartına uyması kaydıyla şiddet uygulayıcı tekel olduğu konusunda herhangi bir şek ve şüphe bulunabilir mi?

Peki Türkiye Cumhuriyeti, tarihindeki pek çok aykırı örneğe rağmen meşruiyetini kaybedecek ölçüde hak ihlalinde bulunmuş bir devlet midir? Elbette değildir.

O halde Türkiye Cumhuriyeti’nden herhangi bir şeyi şiddet ve tehdit ile talep etmeye kalkanların görüşleri meşru ve kabul edilebilir midir? Devletimizi ve toplumumuzu şiddet yoluyla mecbur etmek isteyenlerin metodu ile onlara yöneltilen şiddet aynı kefeye konabilir mi? Şüphesiz bu iki şiddet aynı kefeye konamaz.

Bu durumda “Şiddet oluyla sorun çözülemez” denirken etnik terörün bir topluluğun meşru hak arama mücadelesi olduğu ve bu yüzden de buna karşı şiddet uygulamanın meşru sayılamayacağı gibi akıl almaz bir çarpıtmaya gidilmektedir.

Zaten sık sık teröristlerin işgal altındaki bir ülkenin gayrı nizami savaşçılarıymış gibi gerilla diye anılması da bunun işaretidir.
Bu durumda meşru bir devletin silâhlı düşmanlarını meşru bir savaş tarafı gibi kabul etmek hümanizme, ahlâka, hukuka sığar mı?

Asıl önemlisi şudur. Bir meşru devlete karşı silâhlı ayaklanmanın herhangi bir sayıdaki tabana ulaşması bu kalkışmayı, isyanı meşru bir mücadele haline getirir mi? Eğer burada bir devletin meşruiyetine karşı silâh çekiliyorsa , kategorik olarak o devletin var olmaması isteniyordur. Bir devletin var olmamasını isteyen kişilere de o devletin düşmanı denir.

Bu durumda bir devletin düşmanlarının o devletin hukuk sağlayıcılığından ve koruduğu temel haklardan yararlandırılması düşünülebilir mi? Bir devletin düşmanlarıyla aynı şeyleri savunan insanların sadece silâh kullanmamaktan dolayı “siyaset” yaptıkları düşüncesi saçmalık ve daha kötüsü ahlâksızlıktır.

Siyaset salt şiddetsizlik değil, siyasetin içinde yapıldığı ülkenin varlığına ve değerlerine karşı yapılan hiçbir saldırıyla ve şiddetle temas etmeden politik talep indekslerini karşılamak rekabetidir.
Peki ülkemizde etnik siyasetçiler böyle mi yapmaktadır?

Onlar siyaseti, hukuk birliğine dayalı vatandaşlık ile değil, ırki farklılığa kanunla imtiyaz tanınması ve bu yolla siyasi ayrışma üzerinden ve tehdit metoduyla yürütmekteler. Zira ülkede “Türk” olmanın kimseye herhangi bir imtiyaz kazandırmadığı gerçeğini gizlemekte ve açıkça etnik ırkçı bir terör örgütünü, ona gösterilen sayısal destekle meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Bu açıdan ülkemizde etnikçi siyaset ahlâkî açıdan geçerliliğini kaybetmiş ve millet nazarında, eşkıyalığın ve şiddetin aklayıcısı olduğu kanaatini bizzat bütün gayretiyle yerleştirmiştir.

Metot olarak şiddeti ve tehdidi benimseyen, devletin açık düşmanıyla müşterekliğini inkâr etmeyen bir siyasî oluşum, bu ülkeye ait olamaz! Bu metodu benimseyen siyasî oluşumları meşrulaştırmaya çalışmak da bu yüzden ahlâk dışı ve gayrimeşrudur.





15 Aralık 2009 Salı

Türk, Var mı Yok mu?


Sapı, samanı bir kenara ayırmanın vakti, geldi de geçiyor…
Bu memlekette, ırkı ve dili bizden farklı çeşitli gruplar vardır, olabilir de…
Devletleşmek demek, insanların ırk ve lisan gibi köklü ve belirgin farklılıklarını aşan bir hukuk birliğini meydana getirmek demektir.
Türkiye’de bu gerçekleşmiş midir? Evet!

Dünyada, devletin vatandaşlarına muamelelerinde ırka, lisana veya itikada göre bir ayrım yapılıp yapılmaması temel ve yegâne sorundur. Türkiye’de belli bir vakit sadece ırkî veya lisanî farklılıklardan dolayı değil, ideolojik farklılıklardan dolayı da devletin, vatandaşına kötü muamele ettiği bir hakikattir.

Ama bu, tarihin belli bir döneminde yapılıp bitmiştir. Millet iradesi seçimlerle, mevzuat değişiklikleriyle ve değişen hukuk bilinciyle bu sorunu aşmıştır.

Hal-i hazırda hiçbir devlet dairesinde gerek istihdam gerekse diğer muamelelerde kimseye farklılığı sorulmamaktadır. Memleketimizin mahkemelerinde Çerkez olduğu için davasına bakılmayan, hastanelerinde Kürt olduğu için bakılmayan, postanelerinde Laz olduğu için havalesi yapılmayan herhangi bir vatandaşımız yoktur!
Memleketimizde tapu müdürlüklerinde, gerekli evrakı teslim ettikten sonra Kamboçyalı olduğu için mülkü kendisine tahsis edilmeyen herhangi bir vatandaşımız da yoktur.
Bütün bu işlemler esansında, resmî dil olan Türkçe kullanılır, istisnai olarak Türkçe bilmediğini söyleyen vatandaşlarımızın muhakkak çevresinde bir hemşerisi çıkıp ona yardımcı olur. “Türk milletinin” bir ferdi olarak her bir vatandaşımız, dünyada ay yıldızlı pasaportuyla dünyanın her yerine gider, gelir.


Buraya kadar neden bu kadar lafı dolandırdık? Görüldüğü gibi “Türk” adı “etnik” bir grubu belirtmez. Dolayısıyla “Türk” adı durmadan sayıları arttırılan “etnik gruplardan” biri değildir! Türk adı bu devleti kuran ve kurduğu devlete bağlı herkesi de kendinden bilerek büyük kültür dairesinde kendi rengini aşılayan, dünyanın diğer yerlerinde yaşayan nüfusu üç yüz milyona yakın koskoca bir millî oluşumun adıdır!

Türk adında ırkî vurgu bulamayız çünkü tarihi çok derin, coğrafî dağılımı çok geniş, nüfusu çok büyük ve kültürü çok çeşitli bir toplumsal oluşumdan bahsetmekteyizdir!
Şimdi…

“Açılım” adıyla öne sürülen şeyin temelinde ne vardır?
Açılım adıyla öne sürülen projenin temelinde, ırkî, lisanî ve itikadî farklılıkları belirgin grupların, bu farklılıklarını korumaları ve değişmemeleri için bunlara, siyasî özerklikler vermek ve bunların “Türk” soyut kimliğinden ayrı şekilde var olabilmelerini sağlamak amacı vardır. “Türkiye’de sadece Türk’ler yok!” sapkınlığının temelinde bu vardır.

Türk’ler kendilerini, Lazların, Çerkezlerin veya Kürtlerin kendilerini ifade ettikleri gibi ifade etmezler. Türk’ler için Lazların, Çerkezlerin veya Kürtlerin ırka, akrabalık ilişkilerine dayalı tanımlamaları açıkça anlamsız ve gülünçtür. Çünkü kendisini “Türk” bilen bir fert için Türklük bu etnik grupların sıkı sıkıya bağlı oldukları ve ancak somut bağlantılarla ifade edilebilen “kabile” mensubiyetlerinden çok öte bir şeydir.

Burada etnik ırkçıların avantajı şudur: Türk için Türklük içinde yaşanagelen bir takım kendiliğinden doğmuş ve genellikle ifade edilmeksizin uyulan soyut kuralların bir neticesiyken, etnik ırkçılar için etnik kimlik doğrudan kan bağı gibi somut ilgilerle ifade edilebilen bir kimliği işaret eder.

Türk okumuşlarının genel geriliği, kimliğin soyut kurallara dayanmasıyla, kan bağı gibi somut nesnelere dayanması arasındaki gelişmişlik ve kavrayıcılık farkını anlayamamasındandır.
Türk’ler, çok derin tarihî devletleşme tecrübesiyle, soyut kurallara dayanan bir toplumlaşma sürecini etnik gruplara göre çok çok önce yaşamış ve kimliğini buna göre oluşturmuş bir “millettir”.

Bugün etnik ırkçılar, Türk Milleti’nin toplumlaşma kabulünü, soyut kurallardan, kan bağı, ırk, genetik gibi somutluklara geri çekmeye çalışmaktadırlar.

Somut nesnelere dayanan farklılıkları tarif etmenin kolaylığına saplanan başta liberallerimiz olmak üzere yarı okumuşlarımızın pek çoğu, sanki soyut kurallara ve kabullere dayanan bir toplumsal oluşum mevcut olamazmış gibi mekanistik materyalizmin ilkelliği ile bir anda Türk kimliğini devlet icadı bir uyduruk etikete indirgeyivermektedirler.

Dolayısıyla memlekette etnik gruplar birer “realiteyken”, “Türk” adı, aslında hiç var olmamış bir grubun adı gibi ifade edilmektedir.

Memlekette Türk adını inkâr etmeyi hümanizmin gereği sayanlarımız olabilir. Onlara bu rahatlığı, bu imkânı veren de, anlam dünyalarını inşa etmelerini sağlayan dillerini kendilerine kazandıran milletleşme sürecidir. Dünyanın neresine giderlerse gitsinler, hangi topluluklara katılırlarsa katılsınlar, tarihiyle, kültürüyle, devletleşme tecrübesiyle kimliklenmiş millet mensuplarını karşılarında bulacaklardır.

Şimdi düşünmeliyiz. Oluşumu kan bağından bağımsız ve kurallara dayanmış bir toplumun içinde kan bağına dayalı kabile/ kavim oluşumlarının etkileşimsiz kılınarak “korunması” kime ne fayda sağlar? Veya bu tip bir izolasyon “ahlâkî” midir?

Etnik ırkçılar sürekli ifade hürriyetinden bahsederler ama bunu millî oluşumun içinde kalmak için değil, ondan ayrılmak hakkını kullanabilmek için isterler. Zira kendileri de gayet iyi bilir ki etnik kültür bir kere büyük kültürle etkileşime özgürce girmeye başlarsa muhakkak değişecek ve büyük kimliğe eklemlenecektir. Sorun bu eklemlenme de değildir. Sorun onlar için bu eklemlenme sonucunda etnik kimliğin bir ideolojik/ siyasi gerilim malzemesi olmaktan çıkacak olmasıdır ki etnik bir siyasetçinin tek malzemesi bu gerilimdir.

Koskoca bir milletin toplumsal tasavvurunu, milletleşememiş topluluklarının kan bağı ölçüsüne bağlayıp mahkûm etmek demokrasi olamaz. Bunun demokrasi olmadığını ve demokrasinin de bu tip bir ilkellikle geri sardırılamayacağını bilen etnikçilerin şiddete sarılmalarının sebebi de zaten budur.



14 Aralık 2009 Pazartesi

Devletçi Ekonominin Patladığı Yer: Eczane




Devletçi sistemin veya daha popüler tabirler karma ekonominin en önemli mantıkî hatası ekonominin bir icat olduğunu sanmasıdır.


Buna göre, hükûmetler ve bürokrasi, kendilerine göre yanlış giden şeyleri düzeltmek için gerekli müdahaleyi yaparlarsa her şey yoluna giriverir.


Bu anlayışın “patladığı” en çarpıcı uygulama, Türkiye’de devletin ilaç tedarikidir.
Türkiye’de ilaç eczaneye gelinceye kadar piyasa şartlarında işlem görür. İlâç endüstrisinin Adam SMITH’in kınadığı devlet beslemesi iş adamı uyanıklılığıyla fiyat belirleme pazarlıkları bu sürecin dışında sayılmalı aslında.


Dolayısıyla ilâçta fiyat, herhangi bir taleple arzın etkileşmesinden değil, ekonominin doğasına aykırı bir sistemle bütünleşen sermayenin bürokratlarla yaptığı pazarlıklar sonucu belirlenir.


Çarpıklık daha ilk aşamada başlamaktadır.
Buna rağmen ilâçların üretimden son tüketiciye gelene kadarki muameleleri tamamen özel sektör şartlarında geçekleşir.


Çekler, senetler imzalanır ve işleme konur, ilâç son tüketiciye hızla temin edilir.
Sorun bu işleyişin devletle ilgili kısmındadır. Çünkü devlet Türkiye’de ilâç alımında en büyük ve tek müşteridir!


Son tüketiciye gelene kadar ilaç diğer bütün mallar gibi yalnızca bedelinin ödenmesi şartı ile hızla temin edilir.


Herkes , devletin bize bedava ilâç verdiğini, dolayısıyla ilâcı devletin temin ettiğini sanır.


Burada dikkat edilmesi gereken şey şudur:
Türkiye’de devletçi sisteme rağmen hastaya ilâcı temin eden, devlet değil, eczacıdır!
Bu çok önemli bir ayrımdır!


2006 Yılında SSK eczaneleri kapatıldığında, devlet piyasa şartlarının çok altında inanılmaz iskontolarla doğrudan firmalarla pazarlık ederek kendi ilâcını temin ediyordu. Peki ne olmuştu da devletin kendi eczaneleri sisteme ayak uyduramamış ve iflâs etmişti? Bu aslında devletin ekonomiye girdiğinde neleri, nasıl berbat edeceğinin en ibretli örneğiydi, kimse dikkat etmedi.


Olan şuydu: Devlet için ilacın ucuza temin edilmesi önemliydi, oysa ilaç hastanın tedavisi için kullanılıyordu. O dönemlerde SSK hastanelerinde yaşanan “muadil ilaç” rezaletlerinin sebebi buydu.


Bir başka sebep de özel sektörde kendisini vergi anevrizmalarıyla gösteren inanılmaz stok şişmesiydi. Sözüm ona devlet menfaati gözetilerek inanılmaz iskontolarla alınan ama piyasada taleple ilişkilendirilmemiş ilaç stokları büyük miad ve maliyet problemi olarak devlet bütçesine sonradan ciddi zararlar verdi.


SSK eczaneleri uzun müddet devlet tarafından finanse edildi ve zararları sözüm ona kapatıldı ama bunun yürüyemeyeceği belliydi ve 2006’da bu zincir koptu.
SSK eczaneleri kapatıldıktan sonra devlet bu yanlış politikasını uygulamaktan vazgeçmedi.


O politikayı özel eczaneler üzerinden yürütmeye başladı! SSK eczanelerindeki ucuz ilâç alım politikasını fiyat kararnamesini katılaştırarak, kâr marjlarını düşürerek ve kurum iskontolarını arttırarak devam ettirmeye kalktı.

İşin devlet için iyi yanı şuydu ki bu sefer meydana gelecek zararları devletin kapatması gerekmiyordu. O zamana kadar “devlet kesesinden” beslendiği düşünülen, semirmiş eczacı camiası, nasıl olsa kendi zararını telafi edebilirdi. Devlet, özel eczaneleri SSK eczanesi statüsüne sokarak hem zararın karşılanması maliyetinden kurtuldu hem de “bedava ilaç dağıtıcısı müşfik baba” rolünü sürdürmeye devam etti.
“Hastalarımıza ucuz ilaç” saçmalığının Türkçe’si buydu.


Oysa ilâcın fiyatının ucuzlaması sadece bir yanılsamaydı On tane muadil içinde bir kaçının devlet tarafından karşılanması, geri kalan daha yüksek fiyatlı muadiller için geçerli değildi. Devlet gene SSK eczanesi mantığıyla hastaya ucuz ilâcı dayatıyor ama onun geçek ihtiyacını ancak hasta tarafından karşılanması gereken “fiyat farkıyla” karşılayabiliyordu.


Devletçi ekonomi bu sefer, SSK eczanelerinde görülmeyen bir problemle karşı karşıyaydı, çünkü “fiyat farkı” gibi bir problemin yaşanmadığı SSK eczanelerinde dahi ekonomiye aykırı davrandığı için gerçeklerin beton duvarına toslamışken piyasada, yani “tercihlerin sahasında” aynı politikayı yürütemeyecekti.
Çünkü SSK eczanelerinde hastaya, ilâcı bedava veren makam olarak ilâcı emredebilirken piyasada hiçbir doktora veya eczacıya aynı şeyi yapamayacaktı.
Ama devlet ne yaptı? SSK eczanelerindeki emrediciliğini, karmakarışık geri ödeme protokolleri, eczacıya kımıldama imkânı vermeyen sözleşmeler ve fiyat kararnameleriyle sürdürmeye çalıştı.

Oysa bu, ekonominin beton duvarına ikinci kere toslamasını sadece geciktirdi. Nitekim bugün gelinen noktada depolar kısa vadeli ilaçların satışına kendiliğinden kısıtlama getirerek eczacıların, devletin keyfi davranışlarından dolayı içine düştükleri ödeme sıkıntılarından zarar görmemek için tedbir almaya başladılar.
Peki bu çarpık ve ahlâk dışı politikaya ilk karşı çıkması gerekenler kimlerdi?

Elbette eczacılar!

Oysa eczacılar bunu yapamadılar.
Devlet erkânı, örgütlenmiş bir menfaat grubu olarak büyük sermayeye emredememektedir. Totaliter sosyalist bir rejim olmadıkça, hiç kimse de kimseye bir şeyi üretmesini emredemez zaten.
Oysa eczacı camiası iki sebepten emredilmeye açıktır.


Birincisi eczacı meslek camiası örgütlenememektedir. Bunun psikolojik sebebi, uzmanı olduğu ilaç konusunda, kendisi kadar bilgi sahibi olmayan tıp camiasının akıldışı egemenliğine karşı duyulan aşağılık kompleksidir ama bu konumuz dışındadır.( Eczacı, bütün ilâç bilgisi topu topu bir yıllık farmakoloji bilgisine dayalı bir başka mesleğin, kendi uzmanlığı üzerindeki egemenliğine karşı çıkmadıkça ve bu konuda belirleyici olamadıkça kendini yetiştirmesi, yenilemesi ve işlevsel hale gelmesi mümkün olmayacaktır.)
İkinci sebep ise örgütlenmede egemen zihniyetin ilkel sosyalist/ kolektivist zihniyet olması, sosyalist eczacıların, meslek örgütlerini, örgütlenme becerileriyle yıllardır işgal etmiş olmasıdır.


Meslek örgütü, meslektaşlarının hakkını, devletin keyfî uygulamalarına karşı korumak yerine, meslektaşlarını sosyalizmin devlet fetişizmine köle etmeye uğraşmış, birer sosyalist hücre evi gibi anlamsız ideolojik yayın ve propagandayla eczacının vaktini zayii etmiş, emeğini de bürokrasinin keyfine peşkeş çekmiştir. Sosyalist grupların fikri egemenliği eczacıyı devletin kolektivist ve popülist politikalarına karşı uyuşturmuştur. Ekonominin doğası göstermektedir ki sosyalizm afyondur!


Bu iki sebepten dolayı eczacı, piyasa şartlarında çalışan bir tacir iken devletçi ekonominin gayrı resmî memuru olmaya itilmekten dolayı ciddi bir bilinç bölünmesi yaşamaktadır. Ülkemizde eczacı hizmet vermeye devam edecekse, ilâcın, diğer bütün mallar gibi piyasanın şartlarında işlem görmesi, devletin de piyasanın diğer aktörleri gibi sözünde durarak alış veriş etmesi sağlanmalıdır. Aksi takdirde eczaneler devletin, üzerlerinde oynadığı “halkçılık” oyunun ağırlığını ve maliyetini daha fazla çekemeyecektir.







12 Aralık 2009 Cumartesi

Etnik Siyaset Kötü müdür?


Bu soruya bir, batı merkezli ve küçümseyici bir bakışla bir de genel haklar bağlamında cevap vermek mümkün.
Ama önce “etnisite” hakkında biraz kafa yormalıyız.
Etnisite, milletleşme sürecine dahil olamamış, kendi başına da bir milletleşme süreci de yaratamamış, nüfus açısından az, kültürel ve ırkî olarak nispeten çok daha tektür veya homojen olan toplumsal azlıklardır. Burada “azınlık” tabirini özellikle kullanmıyoruz çünkü onun apayrı bir siyasî anlamı da vardır. Azınlıklar özel azlıklardır.
Batı merkezli medeniyet anlayışında “etnik” olan, batıyla ifadesini bulan “evrensele” yabancı ve bundan dolayı da “gelişmemiş” yerellikleri ifade ediyor.
Maalesef dünyada “etnik” sıfatı batı merkezli bakışla kullanılır hale gelmiştir. Oysa objektif olarak bir gelişmişlik derecelendirmesi yapmak çok da mümkün değildir.
Etnisiteyi bir “sorun” haline getiren, milletleşme ve devletleşme arasındaki ilişkinin, etnik topluluklarca yanlış ve yetersiz anlaşılmasıdır.
Sadri Maksudi’ye göre ki kendi devrinde “ırk” terimini millet karşılığı olarak kullanmıştır. Millet, tarihin belli bir devrinde bir hukuk çatısı ( devlet) altında toplanmış kavimler cem’idir. Bu tanım ne kadar sık tekrarlansa yeridir. Çünkü milletleşmenin kökenini “hukuka” bağlayarak, millet yapısı içindeki farklılıkları açıklamak açısından son derece yeterli bir tanımdır.
İşte etnik gruplar bu birleşmeye dahil olamadıkları için kendi içlerine kapanık kalmış gruplardır. Kendi içine kapanmak belli bir müddet sonra dış dünyayı düşmanca algılamaya yol açabilir. Çünkü dış dünya ile karşılaşmak, bu kapalı yapının bütünlüğünü ister istemez bozacaktır.
Hukuk anlayışının şimdiki gibi olmadığı devirlerde herhangi bir otoriteye boyun eğdirilerek etnik grupların varlığı idare edilebilirken, hukuk devleti fikrinin ve demokrasinin temsil yetkisinin tanınmasıyla etnik gruplar, taşıdıkları gerilimi ifade etmeye başlamışlar ve sorunlar da böylece ortaya çıkmıştır.
Peki etnik bir grubun siyasetinde “sorun” olan nedir?
Sorun, etnik grubun, daha önce dediğimiz gibi milletleşme ile devletleşme arasındaki kendiliğinden ilişkiyi yeterine anlayamamasından kaynaklanır.

Bir başka sorun da demokratik temsil yetkisi ile artık kendi kapalı gruplarının taleplerini ifade etmek ile devletleşme arasında doğrudan bağ kurmalarıdır ki burada demokrasiyi anlamamak ve içlerinde yaşadıkları millî devlete yönelik dış tehditlerin yönlendirmeleri de etkili olmuştur.
Öncelikle milletleşme de devletin tesisi bir zarurettir ama kâfi değildir. Çünkü etnik siyasetçilerin göremediği veya göz ardı ettiği unsur, devleti tesis eden birkaç kavmin beraberliği idi. Milletleşme bu gönüllü beraberlikten sonra, siyaseten ve kültürel olarak nispeten daha güçlü bir merkez kültürün etrafındaki kendiliğinden meydana gelen benzeşmenin adıdır.
Dolayısıyla devletleşme eğer farklılıkların gönüllü beraberliğine dayanıyor ise milletleşmeyi doğuruyordu.

Etnik siyasetçiler bu gerçeği göremedikleri için kendi devletlerini kurarak milletleşebileceklerini sanmışlar ve içinde yaşadıkları millî devleti kendileri için tehdit saymışlardır.
İkinci sorun da etnik siyasetçilerin demokratik temsil yetkisinin sınırlarını bulandırmasıdır. Demokratik temsilin, millî devletin varlığını tartışmaya varabileceğini sanmalarıdır. Oysa demokratik temsil ancak millî bir devletin varlığında anlamlıdır. Zira farklılıkların milletleşme ile bir şekilde benzeşmediği bir toplumda her farklılık kendi izole ve tektür parçalanmasıyla ırkçı bir örgütlenmeye yuvarlanır ki bu gün yanlış şekilde “mikro milliyetçilik” diye adlandırılan şey budur.

Bu bazılarınca tartışılmaz bir hak olarak kabul edilebilir ama Balkanlar’da meydana gelen etnik bölünmenin kimseye huzur vermediği de hazin bir örnektir. Aynı durum şu an kuzey ırak’ta yaşanmaktadır. Kuzey Irak Kürt yönetimi nüfusları kendilerine yakın olan Türkmen toplumunu görmezden gelerek ve hatta silahlı güç alanlarında Soranî dışında Kürt şivelerini yasaklayarak milletleşebileceğini sanmakta faşist ve açıkça bir yönetimi bölgeye yerleştirmektedir.
Peki buraya kadar anlattığımız yönlerinden dolayı etnik bir siyaseti tamamen yasaklamalı mıyız?

Buna evet demek temel hakları gözetmemek anlamına gelir. Özü itibariyle demokratik bir etnik siyaset, etnik gruplara, farklılıklarından dolayı uygulanabilecek temel hak ihlallerine dikkat çekmek ve bunları ortadan kaldırılması için çalışmaktan başka bir işlev görmez, görmemelidir. Zira etnik grubun emniyet içinde yaşayabilmesi için hukuk devleti ideali ile ilgisini kesmemiş meşru devlet örgütlenmesinin ayakta kalabilmesi gerekir. Eğer devlet hukuku çiğnemekle meşgulse zaten toplumun genelinin devletle ilişkisi tartışmaya açılmış demektir.

Burada etnik gruplar için sorun olan, devletin millî bir çoğunluğa dayanması değil, buna dayanarak fertlerin temel haklarını ihlal edip etmemesidir. Etnik siyasetçilerin çoğunun devlet tasavvuru tam da yıkmayı düşündükleri devletin aynısını kendi etnik saflıkları içinde teşkil edecek çarpık devlet idealiyle kendini gösterir.

Bu açıdan bakıldığında Avrupa’daki Türk’lerin siyasî hayata katılımları tam bir demokrasi örneğidir. Zira Avrupa’da Türk’ler içinde yaşadıkları millî devletleri tehdit olarak görmemekte ve demokratik yapının tadilatı için uğraşmaktadırlar. Kaldı ki örneğimiz Avrupalı Türk’lerin “etnik” değil büyük bir millî yapının temsilcileri olmaları yönünden aslında yanlıştır ama “azlıkların” çoğunluğa karşı yapıcı muhalefetini sergilemek açısından hayati önemdedir.
Temennimiz odur ki etnik gruplar, içlerinde yaşadıkları millî devletleri, kendi emniyetleri ve hukukları açısından tehdit gibi görmeyi bırakıp bu yapıları tadil etmeye, millî çoğunluklarla beraber iştirak etsinler ve çevrelerindeki büyük kültürlerden yararlanarak zenginleşsinler.

10 Aralık 2009 Perşembe

Türk Liberallerinde Devlet Düşmanlığı Ezberi Ve Etnik Irkçılığın Dirsek Teması

Kökeni ne olursa olsun, “devlet” eninde sonunda bir zor kullanma mekanizmasıdır.
Zira hayatımızda, , gücü yetmeyenleri güçlülerin zorbalığından koruyacak, zorbaların hepsiyle teker teker baş etmekten bizi kurtaracak bir “şeye” mutlaka ihtiyaç duyarız.
“Devlet” de bu işi üzerine almış, ve bunu yaparken de kendisinin, baş ettiği zorbalardan biri olmayacağı kurallarla teminat altına alınmış, “sınırlandırılmış” bir emniyet sağlayıcı “tekeldir” .(Nozick)


Dolayısıyla devletin, bütün sınırlanmışlığına rağmen,”zor kullanıcı” özü, diğer kötülüklere karşı katlanmamız gereken bir tatsızlık olarak hep bizi huzursuz edecektir.


Bunun sebebi de bu örgütlenmeyi işletenlerin de insanlar olmasıdır. İnsanlar daima ellerindeki gücün meyvesini toplamaya çalışır. “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” derken Lord Acton’ın bahsettiği şey budur.

Devleti kurallarla sınırlandırmaya çalışmamızın sebebi tam olarak budur.
Dolayısıyla ferdin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti hakları hususunda duyarlı bir insan için devletin varlığı daima bir tehdittir.

Kategorik olarak bu kadar tatsız ve kötü olmakla beraber en nihayetinde adaletin sağlanmasında devlete duyduğumuz ihtiyaç bizi, mutsuz bir arkadaşlığı mümkün mertebe en zararsız şekilde sürdürmeye iter.

Bu durumda karşımıza iki tip fert-devlet ilişkisi çıkar.
Bu mutsuz beraberliğin kendisiyle hiç uzlaşılamayan ve söz geçirilemeyen bir devletle yaşanması…

Veya devletin, ferdi rahatsız eden/ edebilecek tutumlarının düzeltilebildiği, tadil edilebildiği bir beraberlik…

Bu iki ihtimal dışında bir ihtimal yoktur. Zira hiçbir devlet, elindeki zor kullanma imkânını mümkün olduğunca genişletmekten vazgeçmez!


Zaten refah devleti denen şeyin emeğimiz üzerindeki sömürüsünün temeli de esasen bu gücü genişletme, büyütme eğiliminin altındaki “Tanrılaşma” eğilimine dayanır.


Bu durumda mevcut hali tartışırken bu iki durumdan hangisine daha çok uyduğuna bakmamız gerekir.
Türkiye’de devletin kesinlikle temel hakları zedelemeye yatkın bir büyüme eğilimi gösterdiği tartışılmaz bir gerçektir. Hayat tarzımız hakkında bürokrasinin ve hükûmetlerin bu kadar fütursuzca ahkâm kesmeleri bu “sınırsız” devlet telâkkisinden kaynaklanır.
Buna rağmen Türkiye’de devlet asla komünist/ sosyalist veya teokratik rejimlerdeki gibi tadilata kapalı olmamıştır. Devletimiz bir çok kesintiye rağmen daima “tadil edilebilir” bir devlet olmuştur.

Devletin gücünü genişletme eğilimi, Türkiye’de en çok, ifade hürriyetine müdahalelerde kendisini göstermiştir.

Sorun, devletin bu eğilimi değildir aslında…


Sorun, devletin bu eğilimini engellemek için çeşitli kesimlerin bir araya gelmek yerine, bu eğilimden yalnız kendi adlarına pay çıkararak, bu eğilimi diğerlerinin aleyhine kullanmaya kalkmalarıdır.


Meselâ sürekli kafamıza kazınan masum 68’liler edebiyatı, adam öldürerek siyaset yapmaya ( silâhlı propaganda) kalkan sol grupları aklamaya çalışan ve bu grupların tartışılmasını engelleyerek, muhaliflerini ebediyen susturmaya çalışanların söylemidir. Keza tek parti döneminde etnik gruplara yönelik edilmiş bazı zorbalıkları sıkça telâffuz etmek de sanki hâlâ devam etmekte olan bir zihniyeti göstermek için tekrarlanan taraflı kindarlıklardan biridir. Bahsettiğimiz bu iki grup da mesela devlet gücünün o dönemlerde toplumun diğer kesimlerine karşı tavrını objektif olarak değerlendirmez. Taraflı bir kindarlıkla, tarihi kullanmayı kendilerine hak bilirler. Bu yaklaşımların amacı devleti tadil etmek değildir; devleti kendilerine uydurmak bu gerçekleşemezse onu yok etmektir. Mevcut iktidarın tabanının maruz kaldığı bazı tarihî kısıtlamalar da “rejimden rövanş” almanın mazereti olarak sürekli telâffuz edilir.
Maalesef liberallerimiz de bu gruplardan pek farklı değildir.



İdeolojileri gereği kategorik ve normatif düşünmeleri daha uygun olan liberaller de devlet düşmanlığını tarihî taraflı kindarlığa dayandıranlarla aynı düşünce şeklini benimsemiştir. Bu yüzden de Türk liberalizmi artık içinde etnik ırkçılığı ve marksizmi de barındıran ve hatta bunların kumandasına giren bir hale gelmiştir. Bundan dolayı mesela etnik teröristlerce öldürülen Serap’ın on yedi veya on sekiz yaşındaki arkadaşının adının Rojda olması da bu kindarlıkla malûl akıllar için herhangi bir şey ifade etmemektedir. Ülkemizde on sekiz yıldır Kürtçe isim verilebiliyorsa nasıl olur da devletimiz hâlâ Saraçoğlu, Peker dönemi tek parti anlayışını sürdürüyor gibi gösterilebilir? Dediğimiz gibi taraflı kindarlığın amacı tadilat değil, tahribattır. Devlete duyulan kategorik soğukluğu, devlete duyulan tarihî bir kindarlıkla ikame etmek ahlâkî ve meşru değildir.



Türk liberalleri, devletin barışa ve adalete çağırılacağı bir tadilat tutumunu benimsemek ve kinleriyle var olabilen grupları akla davet etmek yerine kimliğini bu grupların belirlemesine rıza göstermiş ve şiddet örgütlerinin tarihî vebaline ortak olmuştur. Serap’ın cenazesine “Ceylan” diye çelenk gönderip de tadil edilebilir bir devletin meşru silâhlı gücü ile açıkça ırkçı bir terörist örgütün vahşetini bir tutmayı ahlâk sanmak sapkınlığı işte bu rızadan beslenerek toplumun nefretinin liberalizme yönelmesine sebep olmuştur.


7 Aralık 2009 Pazartesi

Hukuk Devletinde Millî Egemenlik



İsviçre’de minare, bizde açılım meselesi vs’nin üzerinde dönüp dolaştığı ana konu egemenlik ve temel haklar ilişkisi…



Liberallerin genel eğilimi, “egemenliğin” temel haklar lehine sündürülmesi veya mümkünse görmezden gelinmesidir.

Bazı kötü örneklerinden dolayı milliyetçiliğe karşı gelişen önyargının da haklılaştırmasıyla egemenliğin, çoğunluğun kayıtsız şartsız bir diktası haline geleceğinden endişe duyarlar. Burada kavmiyetçiliğin ve kabileciliğin de “milliyetçilikle” aynı şey sayıldığı yanlışını bir kenar notu olarak yazmamız gerekiyor.


Egemenlik kavramına genel liberal bakış, bunun kurgulanmış bir toplumsal yapının hurafe kabilinden geliştirdiği bir kumanda paneli olduğu yönündedir. En az sosyalistler kadar ezberci oldukları göz önüne alındığında, ithal kötü hatıra standından bulabildikleri yegâne düşüncenin bu olmasına şaşmamak gerek.


En başında, hakkında konuştuğumuz “devletin” meşru bir devlet olduğunu, işgalci olmadığını belirtmeliyiz. Zira fetihler döneminin dışında ve ancak İkinci Dünya savaşı sonrasında haritaların büyük ölçüde kazanmalarının ardından artık ordu gücüyle toprak kazanmak, kabul edilir bir davranış olmaktan çıkmıştır.
Peki ama egemenlik nedir? Egemenlik bir tür Tanrısal, sorgulanamaz, kayıtsız şartsız hâkimiyet midir?


Egemenlik en genel anlamıyla “belirleyiciliktir”. İngilizler, “Her İngiliz, kendi evinin kralıdır!” derken ferdin özel mülkiyet üzerindeki egemenlik/ belirleyicilik durumunu özetlemişlerdir.


İşe bu noktadan baktığımızda ki doğru bakış açısı budur, egemenlik durumunun veya davranışının tabiatı hakkında açık bir fikir edinebiliriz. Zira örnekte de görüldüğü gibi kişinin “egemenliği” belli sınırlar içinde geçerlidir, meşrudur.
Egemenliğin fert temelindeki bu doğal ve kaçınılmaz sınırlılığı sayesinde, egemen milletlere dayanan hukuk devletlerinden bahsedebilmemiz mümkün olabilmektedir.


Ferdin , “herkes için ve her zaman uyması” gereken kuralların sınırlandırması ile ile “belirleyici” davranabilmesi, kuralların herkes için ev her zaman geçerli olduğu bir hukuk devleti yapısının çoğunluğun egemenliğini de kendiliğinden sınırladığı anlamına gelir.


Çünkü hiç kimse bir başkasının temel hakkına rağmen “belirleyici” olamaz!
Millî devletlerin egemenlik hakları, millî devleti oluşturan millî çoğunluğun fertlerinin kendi hayatları hakkındaki benzer/ müşterek belirleyici olmak kararlarının bir neticesidir.


Dolayısıyla bir millî devlette, kurucu millî çoğunluğun fertlerinin birbirleriyle ilişkilerinde gözetmek istedikleri kıstasların, kodların, kuralların o memleketin genelinde cari olması durumuna “millî egemenlik” diyebiliriz.


Bu hak, millî çoğunluklara, herkes için her zaman geçerli kurallara uyma sorumluluğunu da yükler aynı zamanda. Çünkü hiçbir hak veya yetki sorumluluktan âri olamaz! Sorumluluk, yetki veya hakkın “zarar vermemek” sınırlarını aşması haline kişiye müeyyide uygulama imkânıdır.
Bu durumda şunu görürüz ki aslolan, dev

letin, hukuk devleti olarak işletilmesidir. Bu, egemenliği aşkın bir durumdur, bir zarurettir.


Aksi takdirde devletin varlık şartı ortadan kalkar ve bir çeteye dönüşür.
Bir hukuk devletinin kadir-i mutlaklığı söz konusu değildir fakat bu sınırlılık millî çoğunluk ve azlıklar için farklı şekilde işler.


Gerçek bir liberal demokrasi de devletin ne azlık ne çoğunluk taleplerine yönelik herhangi bir pozitif, müteşebbis hali olmamalıdır.


Yani ideal bir liberal demokraside devlet, talep karşılayıcı, tedarik edici bir rol üstlenmez. Adalet ve emniyet dışındaki diğer mal ve hizmetlerin tedarikine karışmaz. Çünkü onun zor kullanıcı tabiatı ile müşterilerine ayrım gözetmeksizin hizmet veren bir pastanenin tabiatı asla aynı olamaz.


Buna rağmen devlet bir millî çoğunluğa dayanır ve ona göre biçimlenir, “belirlenir”. Bir hukuk devleti tamamen şekilsiz, nötr ve kimliksiz bir devlet değildir.


Bu nokta egemenliğin yarattığı kaçınılmaz eşitsizliğin noktasıdır. Millî çoğunluk, vatanını nasıl biçimlendireceğine hukuk ilkeleri dışında hiçbir sorumluluk taşımaksızın ancak kendisi karar verir ki bunun adına da zaten bağımsızlık denir. Bu eşitsizliğin sınırı da devletin bütün vatandaşların temel haklarına karşı kendini sınırlandırmasıdır. Kaldı ki ifade hürriyeti konusu temel haklar içinde en sınırları en zor belirlenen alan olduğundan genellikle problem, bu hakkın kullanımıyla ilgili olarak çıkar.


Bu noktada millî çoğunluk hukuk ile sınırlandırılmış egemenliğinin kesin şekilde tanınması kaydını ve şartını ifade hürriyeti hakkı için koyar ve koymalıdır. Bunun dışında kendi ülkesinin örf ve adetleri ile çelişen gelenek ve inançların açıkça ifadesi konusunda sınırlayıcı davranabilir. Nitekim İngiltere’de Müslüman grupların ibadethaneleri vardır ama ezanın, ortak kullanım sahasına okunması yasaktır. Sihler polis hizmetinde bulunabilir ve türbanla çalışabilir ama İngiliz parlamentosunun kanunlarını uygulamakta istisna gösteremezler. Hatta polislik hizmetinde çalışan Müslüman ve çarşaflı kadınlar da vardır ve bu onların İngiliz kanun görevlileri oldukları gerçeğini değiştiremez.


Görüldüğü gibi temel hakların kullanımı, azlık grupların özerk egemenlik sahaları oluşturmasını gerektirmemektedir. Haringey Belediye Başkanı oylamayla seçilmiş bir Türk’tür ama bu ona İngiltere’nin geri kalanından farklı bir haklar kümesi sunmamaktadır.


Egemenlik hakkı, ülkede herkesin, millî çoğunluğun belirleyiciliğini tanımasını gerektirir. Yani hiç kimse kendi özerk alanını teşkil ederek bu egemenlik hakkından korunamaz ve bu belirleyicilikten kaçamaz. İngiltere’de İngilizce konuşulmayan bir özerk bölge oluşturamazsınız. Yerel dilin konuşulduğu ve kendisini bağımsız örgen İskoçya’da dahi ki yakın zamanda krallığa bağlılığını kahir ekseriyetle ifade etmiştir, dilekçenizi İngilizce verir ve kraliçenin asker ve polislerinin emniyeti altında hayatınızı sürdürürsünüz.


Bir hukuk devleti, herkese ama herkese, kendisine ve millî çoğunluğun egemenlik hakkına yönelik şiddeti davet etmemek ve bunları yıkmamak kaydıyla belli bazı ölçülerle ki bunların örneklerini yukarıda verdik temel haklara kesin bir saygıyı garanti eder, fakat bundan fazlasını değil! Dolayısıyla bir hukuk devletinde eşitlik her şeyin herkese eşit olarak tedarik edilmesi anlamına gelmez!


Bir hukuk devletinde eşitlik, bütün vatandaşların, egemenlik hakkına ve devletin bütünlüğüne yönelik kesin saygısı şartına uyarak temel haklarını kullanmakta ayrımsız olmaları anlamına gelir. Dolayısıyla bir hukuk devletinde veya tadil edilebilir bir hukuk devletinde ki hukuk devletinin pratikteki hali ancak budur, kendisi ile ilgili egemenlikten korunmuş özerk egemenlik alanları tahsisini istemek “eşitlik” ilkesi ile bağdaşmaz, böyle bir talep egemenliği tanımamak anlamına gelir.


Egemenliğin temel haklar ile sınırlandırılması kayıt ve şartının tekrar tekrar vurgulanması ne kadar gerekli bir ilkeyse; bu şartı haiz bir egemenliğin kesin şekilde tanınması o kadar büyük bir önemi haizdir. Hiçbir millî çoğunluk, azlıkların varlığından dolayı devletine kendi adını koymaktan, resmî dilin belirleyicisi olmaktan, vatanının her yerinde kendi silâhlı güçlerini bulundurmaktan, anayasasına ad koymaktan ve onu kendi örfünce şekillendirmekten men edilemez, bu konudaki hakkının birileriyle bölüşmesi ondan istenemez!


Üzerinde en çok tartışmanın yaşandığı ifade hürriyeti hakkı, azlıkların kendi kimliklerini korumaları için ne kadar gerekliyse bu hakkın, millî egemenin koruyuculuğuna ve hukuk sağlayıcı devletinin varlığına tam bir saygı sorumluluğu kayıt ve şartı altında geçerli olması da bir o kadar önemlidir. Velev ki devlet, hukuka riayet şartından kendisini ayırsın… Bu durumda devlet azlık veya çokluk herkes için bir tehdit unsuru haline gelmiş demektir zaten. Bu halin dışında devletin tadil edilebildiği sınırlarda kaldığı her ülkede millî çoğunluğun belirleyiciliği inkâr edilemeyecek, göz ardı edilemeyecek bir haktır.


Bu hakkın tanınmaması demek, devleti oluşturan millî çoğunluğun kimliğinin ve varlığının azlıklar lehine tanınmaması demektir ki bu, kendisinden kaçınılan ırkçılık ve faşizme çok daha ilkel bir biçimde saplanmak anlamına gelir.
Hukuk devleti idealine göre tadil edilebilen bir millî devletin varlığında, o devleti kuran millî çoğunluğun egemenliği, vatandaşların yaşam maliyetlerini düşüren, onların temel haklarını teminat altına alan bir kimliklendirilmiş koruyuculuktan başka bir şey değildir. Bu koruyuculuğun tanınıp tanınmaması, o devleti kuran millî çoğunluğun varlığına karşı tutumların adlandırılmasını sağlar.


Millî çoğunluğun, hukuka bağlı egemenliğine karşı hasmane davranışlar, kimden gelirse gelsin “düşmanlık” olarak nitelenir ve millî çoğunluğun kendisini böyle bir husumete karşı her türlü vasıtayla koruması da meşru bir hak olarak ortaya çıkar.
Dolayısıyla bir devleti hukuk devleti haline getirmek onu kurucu millî çoğunluğunun belirleyiciliğinden ayırmakla sağlanamaz. Anayasası’nda millî çoğunluğunun egemenlik hakkı telaffuz edilmemiş tek bir devlet yoktur. Bu bazı etnik ırkçıların çarpıttıkları sosyolojik realitenin ta kendisidir.

Öte yandan, tadil edilebilir bir devleti ve onun egemenini inkâr ederek, o devletten kendi haklarını korumasını istemek açık bir çelişki ve ahlâkî yoksunluk ve daha kötüsü iki yüzlülüktür.

Hiçbir egemen millet, azlık taleplerinin gütmesiyle belirleyiciliğinden vazgeçmez. Hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarını temin eden bir millî egemen çoğunluğun bu teminat dışında hiçbir pozitif taahhüdü de olamaz. Kendilerinin hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarına saygıyı yeterli görmeyenler egemenlik hususunda millî çoğunluğu tanımamakta ısrar edenler olabilir ki onlar da zaten vatandaşlık sıfatını kendiliğinden kaybetmişlerdir.










4 Aralık 2009 Cuma

Etnik Irkçılığın Demokrasi Ve Egemenlik Çarpıtması

Devlet bir egemenlik aracıdır. Bir milletin kendi kararlarını yürüttüğü, işettiği coğrafyanın bütünlüğünü korumak ve burada hukuku temin etmekle görevli örgüte devlet deriz.

En kaba anlamıyla egemenlik, bir milletin “belirleyicilik yetkisidir”.
Buna göre kendi topraklarında devlet düzeninin ne olacağına, nasıl işletileceğine karar verebilen milletler “egemen milletlerdir”.

Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin egemenlik mücadelesinin bir meyvesidir.
Türk milleti, egemenlik alanında devlet yönetimine katılım şartlarını kendisi belirlemiş ve bu haliyle milletler sahnesindeki yerini almıştır.

Türkiye Cumhuriyeti, kendisini kuran unsurların tamamını “Türk” sayarak, ırktan, dinden, mezhepten bağımsız, maliyet düşürücü bir kimliklendirmeyle diğer millî devletlerin arasında kendini tanımlamıştır.

Aksine gayet mahdut örnekler bulunmasına rağmen, toplumsal yaşayışımız zaten, kendisini arkadan takip eden tanımın gereğini doğal bir akışla, yerine getirmiştir.
Son dönemde dile getirilen “eşit yurttaşlık” safsatası hem bu gerçeği görmezden gelen hem de eşitliği ve egemenliği bulandıran bir söylemdir.

Eşitlikten bahsedenler, ülkenin ayrgı organının etnik kökene göre muamele edip etmediğini, ülkede mülkiyet hakkının kullanılmasında etnik kökene bakılıp bakılmadığını, devlet istihdamında etnikçiliğin nasıl işletildiğini hiç dile getirmemekteler.

Geçenlerde bir köşe yazarımızın “Ahmet Türk İzmir’in Kaymak Tabakasındandır” başlıklı yazısına cevap verebilen sanırım henüz çıkmadı. Ahmet Türk’e gayrimenkul satan müteahhidin, ona ırkını sormadığını veya komşularının Ahmet Türk’ün Marslı mı yoksa Patagonyalı mı olduğuyla ilgilenmediğini söylemezsek gerçeği örtüyoruz demektir.

Veya kendilerini farklı bir ırktan kabul eden vatandaşlarımızın seçimlerde ırk ayrımına taabi tutulup tutulmadığını cevaplamıyorsak alçaklığın kıyısında dolaşıyoruz demektir. Meclise giren bütün milletvekillerimizin kendilerini ne kabul ettiği bellidir. Bu kabullere göre zaten serbest seçimlere girip oy almakta, seçilmektedirler. Meclise ayrımsız şekilde girip bütün kanun tasarılarını oylamakta memleketin en gizli sırlarını tartışabilmektedirler. Bu güne kadar millî savunma ile ilgili bir oturumda veya bütçe görüşmelerinde vs meclis dışına atılan bir milletvekili var mıdır?

Eğer yoksa bu, bu topraklarda adına Türk denen milletin egemenliğinin sonucudur! Türk milleti ırktan, nesepten, mezhepten ayrı ve zaten tarihin derinliklerinden gelen bir hukuk birliğinin yarattığı büyük benzeşmenin mahsulüdür.

Türkiye’de çeşitli örneklerle ispatlanmaya çalışılan “etnik ayrımcılığı” yalanlayan en önemli özellik memleketimizde “Türk” olmanın hiçbir mümeyyiz vasıf taşımamasıdır. Çünkü bunun ne ırken ne dilsel ve ne de itikadî olarak tespit edilmesi mümkündür.

Oysa etnik ırkçılık kendi taraftarlarının resmî bir etiketle adeta ayrı bir canlı türüymüş gibi damgalanmasını talep etmekte ve bunun ne kadar faşistçe bir tavır olduğu maalesef liberallerimizce bile eleştirilmemektedir.
“Eşit yurttaşlıkla” ifade edilen şey ise, kendini ırken ayrı hissedenlerin yasama organlarında ırki özerklik talep etmeleridir.

Oysa demokrasi, her farklılığın ayrı bir yasama özerkliğine sahip olması değildir.
Demokrasi her farklılığın çoğunlukla temel hakları konusundaki taleplerini tartışabildiği ve bunu mutlaka barış ile yaptığı rejimin adıdır.

Eşit yurttaşlık söyleminin demokrasi istismarında gözden kaçan nokta işte tam burasıdır. Belli bir sayıya ulaşmış her topluluğun taleplerinin yerine getirilmesine demokrasi denmez! Aksi takdirde kendini çoğunluktan veya millî oluşumdan ayırmak isteyen her topluluğa evet demek icap eder ki bu da açıkça egemenliğin anlamsızlaşmasıdır. Bu durum, millî devleti oluşturan çoğunluğun, her azlığın taleplerine esir edilmesi demektir.

Türkiye’de etnik ırkçılık bu çarpıtmayı, sürekli terör tehdidiyle ayakta tutmaya ve çoluk çocuğa taş attırarak meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Demokrasi her talebin karşılanması anlamına gelmez. Demokrasi temel haklara saygı şartıyla çoğunluğun belirleyiciliği demektir ve bundan başka bir şey de değildir.
Etnik bir siyaset, ancak etnik kimliğin devlet kademesinde açık bir ayrımcılığa uğradığı, dışlandığı durumlarda anlamlıdır. Aksi takdirde, farklılaşmayla imtiyaz talep eden ırkçı bir talep komisyonculuğundan ve ırkî bir tektür izolasyon talebiyle de faşist bir tepkisellikten öteye gidemez.


Hukuk önünde eşit vatandaşların “daha eşit” olmak talebi, ne demokratiktir ne hukukî ve hatta ne de ahlâkî… Hukuk önünde eşit vatandaşları, pozitif hiçbir anlam taşımayan bir kimlikten ayırarak,imtiyazlı ve özerk bir damgalanmış azlık grubu haline getirmenin faşistçe ilkelliğine bu gün “eşit yurttaşlık” diyenler, bölgesinde Soran dışında yerel şiveleri yasaklayan faşist tavrın yaratacağı kavgadan ve bölünmelerden, akacak kandan da sorumlu olacak ve asıl onlar iki cihanda lekeli kalacaklardır.













3 Aralık 2009 Perşembe

Etnik ırkçılığın Tarihsiciliği Ve Liberal Okumuşların Çelişkili Desteği

Etnik ırkçılığın haklar söyleminin, “hak” kuramıyla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı akıllarını ve vicdanlarını işletenler için herhalde aşikâr oldu ama bir kere daha özetle açıklayıp yazıya öyle başlayalım.

“Hak” insanın varoluşuna bağlı, bundan ayrılamayacak, tecrit edilemeyecek, devredilemeyecek ve vazgeçilemeyecek en temel “menfaatidir”.
Bir hakkın kullanımı iki şeyle sınırlıdır. Aslında bu iki unsur birbirinin yerine ikame edilebilir ama gene de ayrı ayrı telaffuz edilmelerinde fayda vardır:

1- Bir hak ancak bir başkasının hakkını engellemediği sınıra kadar “hak” olmak özelliğini korur.
2- Bir hak ancak uygulanması başkasına bir maliyet yüklemediği sınıra kadar “hak” olmak özelliğini korur.

Dolayısıyla herhangi bir “menfaatin” hak olup olmadığına bu iki özelliğe bakarak karar verilebilir, verilmelidir de…

(Sosyal demokrasinin, örtülü bir Stalinizm olmasının sebebi de haklar kuramını “meşru” yolları kullanarak ifsat ve istismar etmesinden kaynaklanır).
Dolayısıyla etnik ırkçıların savundukları haklar bu iki özelliğe de aykırıdır.
Zira etnik ırkçılar “hak” kavramını salt ifade hürriyetinin ötesindeki tam da Marksist kökenli pozitif haklar hurafesine dayandırmaktadırlar.

Bu apayrı bir tartışmanın konusu olmakla beraber, her seferinde kısaca hatırlatmakta sayısız faydalar olduğunu bir kere daha belirtip etnik ırkçılığın tarihsici tutumuna değinmek isterim
Etnik ırkçılığın üzerine kurulduğu tarihi tez, Türkiye Cumhuriyeti’nin tek parti iktidarı dönemindeki bir takım Nazi özentisi beyana ve tavra dayanmaktadır.

Bu mahdut dönemin beyanlarının sürekli tekrarlanmasıyla devletimizin meşruiyeti tartışmaya açılmak istenmekte ve işin kötüsü bu yanlış ve saptırılmış tartışmaya kendi ilkelerince katılan liberaller, etnik ırkçılığın söylemlerini de vicdanen eleştirmek zahmetine girmemektedirler.
Evvelâ adını Popper’ın koyduğu “tarihsiciliğe” değinmemiz sanırım faydalı olacaktır.
Tarihsicilik kabaca Marx’ın “tarihsel materyalizm” dediği ve toplumsal olayların ve düzenin tarihten gelen değişmez bir otomatizme bağlı olduğunu savunan fikrî metottur.

Buna göre toplumsal düzenin değişiminin değişmez özü, tarihin içine gömülmüştür. Tarihin, sınıfsal ve ekonomik bir tahlili ile bu öz ortaya çıkartılacak ve ondan sonra, “yanlış” biçimlenmiş toplumsal düzen şiddet kullanarak veya kullanmamaksızın kökten değiştirilecek, “devrilecek” sonrasında da değişmez bir dünya cenneti kurulacaktır.

Etnik ırkıçılık için liberal ve çoğulcu bir tez yerine, “sınıf” yerine konabilecek bir halk kavramına açık olması ve temel görüşü şiddete dayalı bir ideoloji olarak Marksizm eşsiz bir dayanak teşkil etmiştir.

Dünyada hiçbir etnik siyaset veya şiddet örgütünün liberal olmaması sanırım tesadüf değildir?

Etnik topluluklar, milletleşme sürecine bir şekilde dahil olamamış, nispeten çok sınırlı coğrafyalarda, düşük nüfus hareketleriyle yaşayan, ırken ve kültürel olarak az değişmiş, toplumsal düzenleri soyut kurallar yerine kabilelerin hayatta kalmasına yönelik daha somut kurallara ve doğrudan kan bağı ilişkilerine dayanan azlık gruplarıdır.

Milletleşme süreçlerine girememiş ve büyük kültürle bütünleşememiş olmak bilhassa modern zamanlarda, etnik topluluklardaki gerilimi, saldırgan bir komplekse dönüştürmüştür. Bu, eski metinlerde “kavmiyetçilik” olarak nitelenen tavrın modernitenin maddi imkânlarından da yararlanan daha vahşi bir halidir.

Günümüzde ulaşım imkânlarının artması ile bu etnik kompleks, kendisiyle gene bütünleşilemeyen şehir yaşantınsın içine de aynen taşınmış ve ortaya getto benzeri etnik mahalleler çıkmıştır.

Şüphesiz bir büyük kültüre karşı hissedilen bu derin kompleks, kendisini sürdürebilmek için bir savunma mekanizmasını gerektirmiştir ki etnik ırkçılığın bu savunma mekanizmasının iki ayağı vardır: Tarihsel ayrılık iddiası ve ırkî farklılık iddiası.

İşte Marksizm tam da bu noktada etnik ırkçıların imdadına yetişmekte ve onlara kendilerini yeniden inşa edebilecekleri bir ideolojik paket sunmaktadır: “Tarihsel materyalizm”!

Bu paket ile, etnik ırkçılık her hareketini tarihî bir yoruma dayandırarak meşruiyet kazanabileceğini savunmaktadır. Meselâ cumhuriyet dönemi ile etnik varlık inkâr edilmiş, daha kötüsü imha edilmiştir ve bundan dolayı da etnik ırkçılık, şiddet dahil her türlü vasıtayla devlete ve onun k egemen çoğunluğuna direnmek hakkını kazanmıştır.

Tarihsici tavrın en önemli yanılgısı insan davranışının, kendi iradesinden bağımsız , başka bir otomatizmin eseri olduğunu sanmasıdır.

İnsan ancak kendi tercihlerinin sonuçlarına bağımlıdır. Bugün yanlış şeyleri tercih ederse yarın yanlış neticelere ulaşacak, istemediği bir yere varacaktır. Ama bu, onun irade sahibi yegâne canlı olduğu gerçeğini değiştirmez.

Toplumlar, yanlışsız, masum fertlerden oluşmaz. Dolayısıyla bir toplumun fertlerinin çoğunun, bir dönem yanlış tercihlere yönelmesi her zaman mümkündür. Bugün demokrasisi ile örnek alınan Almanya, Hitler gibi bir diktatörü kendi arzusuyla başa getirebilmiş bir toplumdur aynı zamanda.

Bu da toplumsal düzenin otomatizm ile değil, iradeler bileşkesiyle meydana geldiği gerçeğinin negatif/menfi sağlamasıdır aslında…
Milletleşme sürecine dahil olamamış bir etnik grup olan Kürt’lerin etnik ırkçı siyasetçileri işte tarihe böyle bir otomatizm gücü yüklemekte ve kendilerine “bağımsız” bir tarih yazarak ırki heterojenitesi, kültürel yeterliliği tartışmalı bir sosyolojik gruptan bir “millet” yaratarak, adına bağımsız diyecekleri ama tamamen tecrit edilmiş ve faşizan bir tek türlü bürokratik örgütlenmeyi hayata geçirebileceklerini sanmaktadırlar.

Tarihe böyle “âmir” bir rol verilmesinin yanında bir başka yanlış da mezkur mahdut dönemin beyanlarının, koskoca bir tarihin yegâne belirleyicisi olduğunu göstermeye çalışmaktır. Bu şekilde bir tek yanlı masumiyet yaratmak, etnik ırkçılığın ucuz kolaycılığıdır. Biraz daha geniş bir süreçte, etnik grubun, büyük kültüre karşı tavrının nasıl değiştiğini de gösteren daha objektif ve mukayeseli bir analiz maalesef ülkemizin liberalleri tarafından dahi yapılmamaktadır.

Bu noktada da liberaller, etnik ırkçılığın Marksist tarihsici metoduna kendilerini teslim etmenin çelişkisini, haklar kuramını savunarak gidermeye çalışmakta ama açıkça başarısız olmaktadırlar.
Tarihin belli bir döneminde belli bir gruba karşı geliştirilmiş bir yanlış tavır var ise onu “yanlış” olarak değerlendirmemizin kaydı ve tarihi şartı ortaya konulmalı ve buna göre hüküm verilmelidir. Bunun sebebi, bahsi geçen devirlerde hemen her toplumun hemen hemen aynı ölçülerle ilişkisi olmasındandır. Eğer tarihin belli bir dönemindeki tutumları salt çağdaş ölçülere göre yargılayacak olursak bu durumda dönem insanlarını, nende bugünkü bilgimizle mücehhez olmadıkları ile de suçluyoruz demektir ki bu açıkça saçmalıktır.

Mesela çok telaffuz edilen “Toplama kampı” ile Nazi dönemi toplama kamplarının uzaktan yakından ilgisi yoktur, dönem yöneticilerinin muhtemel Nazi özentisine rağmen…
Dün meydana gelen olaylar sanki hiç bitmemiş ve aynen devam ediyormuş gibi bir akıl yürütme, toplumsal değişimi görmemek açısından cehalet, toplumsal barıştan bahsetmek açısından iki yüzlülük, etnik grupları bağrında yaşatan bir toplumun varlığına ve değerlerine karşı da ihanettir.

Bu gün etnik ırkçı bir partinin İstanbul il başkanı toplumumuzu ve devletimizi açıkça tehdit edebilmekte ve elini kolunu sallayarak meselâ İstiklal Caddesi kalabalığına karışabilmekteyse bunu soğurabilen büyük toplumsal kabulü, hoş görüyü ve daha önemlisi büyük kültürü yok sayarak yapılanın şiddetle kazanılmış bir hak olduğunu savunmak liberal okumuşlar için bile fazlasıyla hayalciliktir.