Film devam ediyor…
Mutsuz olmak için pek çok sebep
var.
Aslında mutsuzluk mutluluktan çok
daha akılcı görünüyor.
Öyle ya hastalıklar var, fakirlik
var, en önemlisi ölüm var.
Öyleyse mutluluk nedir sahiden?
Ya da… Fakirlerin mutlulukları gerçek midir meselâ? Bu bir yalan mıdır, bir züğürt tesellisi midir? “Züğürt tesellisi”
boş bir şeyse mutluluk parayla kendiliğinden geliveren bir şey midir?
Paranın mutluluğu satın alıp
alamayacağını bilmiyorum ama galiba neden mutlu olmamız gerektiğine dair bir
şeyler biliyorum ya da -Wittgensteincı bir ihtiyatlılıkla söylemek gerekirse- “seziyorum”.
Mutluluk aslında bir “görev”.
Görev kelimesi hepimize biraz itici geliyor, farkındayım ama bu gerçek. Neden?
Çünkü yalnız yaşamıyoruz,
yaşayamıyoruz. Çünkü varlığımızın bir anlamı ve önemi olduğuna inanan insanlara
ihtiyacımız var. Bu öyle temel bir ihtiyaç ki diğer her şey ancak bu
sağlandıktan sonra gerçek bir tatmin sağlıyor. Bu öyle temel bir ihtiyaç ki dünyanın
bütün varlıklarına herkesten daha kolay ulaşılabilen ülkelerde bile temine
dilmemesi halinde insan, bunalıma ve intihara sürüklenebiliyor.
Hayatımızın ilk yıllarında bu
ihtiyaç, ebeveynimizce karşılanıyor ama sonra hayatımıza başkalarının -yani eşlerimizin-
girmesi gerekiyor. Sonra eşlerimizin bize sağladığı doyumu çocuklarımıza aktarmamız
ve öğretmemiz gerekiyor ve insan nesli ancak böyle devam ettirilebiliyor. Ama
işi neslin devamına bağlayarak basitleştirmeyeceğim.
Peki ama hâlâ mutluluğun neden
bir görev sayılması gerektiğini açıklayamadık değil mi?
Eğer çevremizde… Varlığını bizim
varlığımızla birleştiren, bizimleyken mutlu olan, neşelenen, gülen insanlar
varsa; varlığımız gerçekten bir anlam ve önem taşıyor demektir. Bizi varlıklarının bir parçası haline getiren
insanların olması, bizim onları korumamızı, onlara özen göstermemizi
gerektirir. Aksi takdirde birer parazit/asalak oluruz.
Peki ama sevdiklerimize nasıl
özen gösterecek, onları nasıl koruyacağız?
Şüphesiz onların sağlıklarını
korumak herkesin akıl edebileceği ilk şey.
Fakat sanırım sevdiklerimizi asıl
mutlu eden şey, onlarla birlikte olmanın bizim için önemli olduğunu onlara
göstermek.
Kendimiz için istediğimiz şeyin
onlar tarafından da istendiğini düşündüğümüzde ortaya mucizevi bir sonuç
çıkıyor: Mutluluk, bize hayatın bir borcu değil.
Mutluluk, bizim sevdiklerimizin varlığının
kıymetini bilmemizden ibaret. Mutluluk, sevdiklerimizin eşsiz varlıklarının,
hayatımıza kattıklarının sürekli farkında olmaktan ibaret.
İşte mutluluğu bir “görev” yapan
da bu farkındalığın sürekli kılınmasının gerekli olmasından…
Neden? Çünkü geriye dönüp baktığımızda
aslında bütün işin, bir başkasıyla asla biriktiremeyeceğimiz sayısız ve eşsiz bir anılar albümü oluşturmaktan ibaret olduğunu
anlıyoruz.
Neden? Çünkü tek bir hayatımız
var ve o da çok sınırlı. Bu da onu en iyi şekilde değerlendirmemizi
gerektiriyor. Bu da sevdiklerimizin hayatını da değerli ve önemli görmemizi gerektiriyor.
Bu da sevdiklerimizin hayatlarını da sevinçle aydınlatmamız gerektiğini
gösteriyor. Ve bu da onların hayatlarının bizim hayatımızı nasıl aydınlattığını
onlara göstermemiz gerektiğini gösteriyor.
Ve bu da neden mutlu olmamız
gerektiğini gösteriyor.
İşte bu yüzden mutluluk her şartta
yerine getirilmesi gereken bir görev. Eğer onun bir görev olduğunu anlayamazsak
sevdiklerimizin mutluluğu için sorumluluk duymak yerine sürekli almak ve elde
etmek arzusunun o şekilsiz ve güçlü akıntısına kapılıp kendimizle birlikte
yanımızdaki herkesi de o akışa sürükler ve mutsuz oluruz. Kendi başımıza ne
yaptığımız bizi ilgilendirir ama ya bizimle mutlu olan, yanlarında olmamıza
ihtiyaç duyan ve zor zamanlarında bizden güç alan insanlar, onlar ne olacak?
Bunları kendime yazıyorum. Çünkü kendi
aklımın yalnızca kendime yettiğini biliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder