2. Bölümden devam....
İşte bu noktada, insanlar eş-dost, hısım-akraba olmadıkları, bambaşka kanları taşıyan, başka kültürlerden insanlarla ilk defa bir araya geliyor ve o güne kadara yaşadıklarından çok daha ileri bir beraberliğe imza atıyorlardı: Devletleşmeye…
Peki buna neden razı oluyorlardı. Neden kabilelerinin “egemenlik” hakkından vazgeçerek, işleri kendi kabilelerinden olmayanlarla beraber bir “kayyuma” götürüyorlardı?
Bunun sebebi, “kuralın”, kavrayıcılığı ve cevap verebilmek yeteneği idi.
Bunun sebebi, “kuralın”, kavrayıcılığı ve cevap verebilmek yeteneği idi.
Şunu da gözden kaçırmamalıydık ki bu birleşmelerde her kavim aynı kültürel cevaplama kabiliyetine sahip değildi. Her kavmin kültürü beraberlikte yerini alıyor ama bir kültür ki o kültür beraberliğin omurgasını teşkil eden kavmin kültürü oluyordu, cevaplama kabiliyetinden dolayı bir ağırlık merkezi teşkil ediyor ve diğer “küçük kültürleri” kendine çekiyor ve beraberliğin tonunu belirliyordu.
Böyle olmak zorunda mıdır?
Eğer bir kere beraber olmak iradesi sağlanmışsa böyle olmak zorundadır. Çünkü zaten “emniyet sağlayıcı tekel” ihtiyacı başlı başına bir karara verici makam ihtiyacının kendisidir. O makam zorla dahi sağlanmış olsa muhakkak “kanunlarıyla” düzen oluşturmak ve kendini meşrulaştırmak zorunda kalmıştır.
İşte bu noktada artık kavimler eski kimliklerinin yerine kurulan beraberliğin ortak kimliğini kullanmaya başlarlar. Bu şekilde “ Kabilemin, kavmimin şefinin kurallarının yerine, yeni beraberliğin kurallarını benimsiyorum ve kullanıyorum” derler. Bu aşamadan sonra kabile ve kavim adları ortadan kalkmasa dahi, üzerinden işlemlerin yürütüldüğü yeni kimlik/ad, beraberliğin ortak adı olarak “faturalandırılır”.
Dolayısıyla, kabile/kavim adlarının “resmi” faturalarda yer almadığı, işlemlerin yeni kurulan ortaklığın markasıyla yürütüldüğü bir yerde kabile veya kavimlerin bu ortaklığı reddi anlamsız ve hatta haince bir davranıştır. Bu, ortaklığın haksız feshi ve zimmet suçu anlamına gelir. Çünkü ortaklığın adıyla kullanılan krediler ve elde edilen menfaatlerin üstüne, ortaklığa aykırı şekilde yatmak anlamına gelir.
Burada oluşturulan toplumsal ortaklığın adı “Millettir”. Bu ortaklıkla, ortak olan kabile veya kavimlerin kendi dillerinin olması dahi, onları ortaklığın sorumluluklarından kurtaramaz. Çünkü bu, diğer ortakların da aynı adın kullanılmasıyla ilgili beklentilerine karşı bir sorumluluktur.
Konunun çok uzağında kaldığı düşünülse de işte insan toplumu için yegâne eşitlik, toplumsal mutabakatlara herkesin uyacağına dair oluşmuş hakkaniyet beklentisidir ki, “kanun önünde eşitlik” denen şey de bu beklentilerin tazmini için bir istisnasızlık durumunu ifade eder.
Eğer “kanun önünde eşitlikten” bahsetmek istiyorsak her şeyden evvel, “emniyet ve adalet sağlayıcı bir tekelin” varlığı üzerinde mutabık kaldığımızı peşinen bildirmemiz de icap eder. Bu eşitlik dışında insanların tamamına mutluluk verecek bir “pozitif” eşitlik sağlamak mümkün değildir!
Eğer “kanun önünde eşitlikten” bahsetmek istiyorsak her şeyden evvel, “emniyet ve adalet sağlayıcı bir tekelin” varlığı üzerinde mutabık kaldığımızı peşinen bildirmemiz de icap eder. Bu eşitlik dışında insanların tamamına mutluluk verecek bir “pozitif” eşitlik sağlamak mümkün değildir!
Kabile veya kavim ortaklığının oluşturduğu daha üst seviyedeki hukuk temelli beraberlikte, beraberlik öncesi kimliklerin “tedavülden kaldırılmasının” sebebi budur! O kimlikler, kabilelerin, kavimlerin kendi arasındaki işlemlerde, kullanılsa bile ortaklığın iç işlerinde ve ortaklığın diğer ortaklıklarla işlemlerinde yani uluslar arası ilişkilerde bir değer taşımazlar. Taşımamaları da gerekir kabile/ kavim değerlerinin resmen kullanılması, kabileler çağının şiddet ve yağma dönemine dönmek anlamına gelecektir.
Eğer hem her ortağın ayrı ayrı kendi değerlerini kullanmasını kabul eder hem de bu ayrılığa rağmen hukuk sağlayıcı bir tekel kurmayı hayal edersek saçmalamış oluruz. Beraberliğin amacı “tek bir hakimin hükmüne rıza” yoluyla hakkaniyet beklentilerinin eşitlenmesi ise işin içine ayrı bir “ değer yargısı” sistemi sokamazsınız. İşte etnik ırkçıların sürekli yaptıkları eşitlik istismarının çarpıklığı bu çelişkiden kaynaklanmaktadır.
Türk Milleti ( inşallah) nihaî bir savaşla milletleştiğini, kime Türk deneceğini, kimin “Türk” markasının hisse senetlerinden nasıl yararlanacağını, şirket ortaklığının künyesinin nasıl oluşturulacağını, kurucunun ve büyük ortağın kim olduğunu, kimin patron sayılması gerektiğini dosta düşmana ilân etmiştir.
Bu anlaşma ile de kendi hükümranlık sahasındaki herkese kendi kimliğinin, şirket ortaklığının hisselerinin imtiyazını tanımıştır.
Bundan dolayıdır ki mahkemeler, artık kimin hangi kabileden milletleşmeye dahil olduğuna bakmaksızın, davaları“Türk Milleti adına” çözmeye başlamışlardır.
İşbu sebeptendir ki etnik ırkçıların dedelerinin bütün ihanetlerine rağmen, onların torunları “suçun şahsiliği” ilkesinin herkese, “milletin bütün fertlerine” eşit şekilde uygulanması sayesinde “Türk olmanın” getirdiği doğal ve temel haklardan Tür Milleti’nin hükümranlık sahasında yararlanabilmişlerdir.
Etnik ırkçıların bundan daha fazla ve büyük bir eşitlik bulabilmeleri mümkün değildir. Çünkü içinde yaşadıkları “kanun önünde eşitlik” ortamı ancak emniyet sağlayıcı tekeli oluşturan devletleşme mekanizması ile bu mekanizma da ancak devletleşmenin omurgasını teşkil eden toplumsal kimlik ortaklığı ile sürdürülebilir.
Oluşan “tek kimliğin”, öneki devirlerdeki soy-sop, kandaşlık, görerek tanıma ölçülerinin çok üstünde, ileri ve soyut bir nitelik taşıması sayesindedir ki aynı ülkede yaşayan tanımadığımız insanlarla barış içinde yaşayabileceğimizi biliriz.
İşte bu noktada etnik ırkçılığın “eşitlik” tezlerinin bizi götüreceği yer tam da devlet öncesi kabile savaşlarıdır. Şüphesiz orada da bir eşitlik vardır ama o eşitlik, ferdin hayatını kutsal sayan insanî bir eşitlik değil, ancak çakala, kurda karşı ayakta kalabilenin yaşadığı, ölümün kayıtsızlığıyla mühürlenmiş hayvanî bir eşitliktir.
İşte bu yüzdendir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin temelindeki Türk adı/markası korunmalı bu adın sağladığı büyük ve meşru ortaklık korunarak, bu adın sağladığı hakemlik kabul edilerek sorunlar tartışılmalı ve çözülmelidir. Yoksa insanî bir beraberliğin, hayvanî bir “eşitlik” saplantısına feda edileceğini düşünmek ham hayaldir. Bu konuda ısrar edenler, medeniyete savaş açmış insan dışı yaratıklar olarak, insan varlığının devamı için yok edileceklerini bilmelidirler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder