1 Ekim 2010 Cuma

Eşitlik İdeali Ve Milletleşme II


1. Bölümden devam

....


Oysa iş insana gelince ona aynı şekilde muamele edemeyiz. Her ne kadar bazı indirgemeci arkaik bilim adamları insanı hayvan sayıverse de onlara göre “eser yaratmak” gibi önemsiz bir ayrıntısından dolayı insan popülasyonu, birbirinden farklı ve “birey” denen üyelerden oluşur. Dolayısıyla böyle bir beraberliğe bir sürü muamelesi yapamazsınız.



O halde insan toplumu için “eşitlik” farklı bir mana arz etmelidir. Yani süt veya et hayvancılığındaki gibi bütün hayvanlara aynı yemi vererek onları hayatta tutmak mantığını insanlara uygulayamazsınız. Aslında bu mantık insan toplumuna uygulanmıştır. Sosyalizm, bütün insanların eşitliğinin bu şekilde algılanmasını emretmiş ve sosyalizmin uygulandığı her yerde de insanlar hayvan muamelesi görmüştür. Sosyalizmin “alt yapıda eşitleme” fikrinin hayata geçirilmesi, insanları “hayatta tutmak” ve sonra da ideolojik mezbahalarda salam halinde eşitlemek şeklinde olmuştur.


Bu anlayışın seyreltilmiş hali olan ve mucize model gibi gösterilen İsveç de “hayatın anlamının” en çok sorgulandığı ve sonrasında intiharların zirve yaptığı ülke olarak tarihe geçmiştir.
Bu durumda eşitliğin, bir “dağıtım” meselesi olamayacak kadar soyut olduğu kanaati güçlenmektedir.


İnsanlar bir tür eşitlik arayışındadır şüphesiz… Ama ne tür bir eşitlik insanlara, tabiat karşısında ve sonrasında “güç kullanıcıları” karşısında “güvenlik” duygusu kazandırabilir?
“Devletleşme” işte tam bu noktada devreye girmektedir. Bu derin ve kavrayıcı güvenlik arayışıdır ki “herkes için ve her zaman geçerli” olacak bir şeylerin varlığını keşfetme ihtiyacını doğurmuştur.


Aslında insanlar kabileler halinde yaşarken de güvenliklerini temin etmek için hem kendi aralarında hem de başka kabilelere karşı bir takım “kurallar” keşif ve ihdas etmiştir.
Fakat sorun şudur ki insan toplulukları, hayvan sürüleri gibi fizikî kuralların değişmezliği içinde bir hayat sürmemektedirler.


İnsanın yaratıcı bir zekâsı vardır ve bu işleri günbegün “karmaşıklaştırmaktadır”.
Bunun da yanı sıra artan nüfusa bağlı olarak ihtiyaçların miktarının ve çeşidinin artmasıyla beraber iş bölümünün çok daha ayrıntılı bir hal alması gibi sebepler artık kabile hayatının bu tür ihtiyaçları gidermekte ve elbette güvenliği sağlamakta yetersiz hale gelmesine yol açmıştır. Kabilelerin bir araya gelmesi, kavimlerin oluşumu hep bu büyük ölçüde maddî ihtiyaçların sonucudur.


Oysa insan zekâsı durmamakta ve gitgide soyut değerlere yönelmektedir. Önce basit bir güvenlik arayışı ile ortaya çıkan ama daha sonra her anlaşmazlığın hallinde müşterek yöntemler ve hakem ihtiyacı, kabile veya kavim liderlerinin keyfî iradelerinin üstünde bir “yönetim” fikrinin oluşmasına yol açmıştır.


İşte çeşitli kavimlerin gerek savaşlar gerekse gönüllü beraberliklerle bir araya gelerek “kurala dayalı” bir yönetim oluşturması, devleti meydana getirmiştir.


Yanlış bir anlayışla, “devlet”, her türlü kabile veya kavim yönetimi için kullanılsa da aslında böyle değildir. Nozick’in “Emniyet sağlayıcı tekelin oluşumu” tezi, bizi, Weberyen anlamda modern bürokrasisinin teşekkül ettiği, modern devletin oluşumu hakkında son derece iyi aydınlatır. Bu tez ile biz, kendi içlerinde bir savunma mekanizması geliştirmiş olan bölük pörçük kavimlerin nasıl bütünleşebildiğini anlarız ki bu da bize modern devletlerde hâla süren çeşitliliğin nasıl var olabildiğini açıklar. Nozick, emniyet sağlayıcı tekelin tercihi yoluyla küçük toplulukların bütünleşmesinden bahsettiğinde insanların bir araya gelmelerindeki nihaî müşevvikin hukuk arayışı olduğunu söylüyordu.


İşte bu noktada, insanlar eş-dost, hısım-akraba olmadıkları, bambaşka kanları taşıyan, başka kültürlerden insanlarla ilk defa bir araya geliyor ve o güne kadara yaşadıklarından çok daha ileri bir beraberliğe imza atıyorlardı: Devletleşmeye…


(Devam edecek...)

Hiç yorum yok: