11 Kasım 2008 Salı

Türkiye’de Bilgi Problemi



Ülkemiz bilgi üretimi, anladığım kadarıyla üniversitelerde yazılan yıllık makale sayıları ile değerlendiriliyor.

Bu çok genel bir bakış açısından fikir verebiliyor ama göz ardı edilen iki noktaya ışık tutamıyor. Bunlar:

Üretilen makalelerin ne kadarının orijinal bilgi içerdiği ve bilgi üretiminin felsefesine ne gibi bir katkısının olduğu…

Birinci husus, bizim gibi fakir ülkeler için büyük maliyet anlamına geliyor. Aslına bakılırsa bunun da temelinde mülkiyet kurumunun yeterince gelişmemesi ve fikirleri bu bağlamda “değerlendirecek” bir serbest piyasanın da teşekkül edememiş olmasıdır. Ülkemizde fikrî yaratıcılığın müracaat edebileceği tek merci devlettir. Devlet, fikir mülkiyetinin özgür mübadelesinin adaletini gözetmek yerine mülkiyet belirleyicisi işini kendisi yürüttüğünden herhangi bir fikrin, mülkiyetlendirilmesi gerek zaman gerekse para açısından fertler için bıktırıcı bir hal almaktadır.

Bu, işin maddî boyutudur.

Türkiye, maalesef bilimi, teknoloji olarak kabul eden bir felsefeyi benimsemekte.

Bunun bir muhtemel sebebi, fikrin yaratıcısının, fertlerden ziyade devlet olduğu, topluma fikir arz etme tekelinin devlete ait olduğu kabulüdür. Dolayısıyla felsefe yapmak bizim toplumumuzda, “büyüklerce” benimsenmiş doğrulara aykırı düşünmek ve bir anlamda deliliktir.

Bilimle sadece teknolojik sonuçları anlamında ilgilenerek gelişebileceğini sanmak, felsefi tembelliğin bir sonucudur. Günlük hayatla ilgili doğruların, doğrudan doğruya devletçe belirlendiği bir memlekette paradigmaların ferdî akıllarca test edilmesi özgürlük açısından son derece risklidir.

Bunun yanı sıra bizim ancak teknolojik sonuçları itibariyle gözlediğimiz bilimsel gelişmelerin temelinde çok ciddi paradigma değişiklikleri yatmaktadır. Söz gelimi Darwin’in “evrim” fikrini geliştirmesinde ona ilham kaynağı olan fikirler bir sosyal bilimci olan Spencer’a aittir. Bu, farklı bilim dallarının metotlarının doğrudan birbirlerinin yerine kullanılabileceği anlamına gelmez ama paradigmaların doğuşunda ferdî metaforların ve bakış açılarının ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Bilimin maddi şartlarına odaklanmış bir bilgi üretimi, aynı şartları sürekli tekrarlayarak aynı sonuçlara ulaşmakla tatmin olur. Ama bu bakış açısı gelecekte karşımıza çıkabilecek problemleri çözmek hususunda acizdir ki zaten Türk akademiyasının ilerlemeye katkısının olmamasının sebebi de budur.

Bilimin felsefesi üzerine kafa yorulmadığında bilimin icrası sırasında karşılaşılan belirsizliklerle ilgili bakış açıları geliştirmek, şartların muhtemel değişimlerinin doğuracağı muhtemel sonuçları kestirmek imkânsızlaşır.

Bu uygulanmakta olan metotlar için böyleyken, yeni metotların meydana getirilmesi için de aynen geçerlidir.

Ancak tekrarcı/ ikinci elci, taklitçi teknoloji kullanıcılığının “bilim” sayıldığı bir memlekette hele toplumsal olayların analizi son derece geri kalır. Burada aslolan, “gerçeğe en yakın” analizin kurulması değil, “ otoriteye en yakın analizin” kurulmasıdır. Türkiye’de sosyal bilimlerle uğraşana akademisyenlerin uğradıkları adlî takibatlar bu açıdan ibret vericidir.

Kaldı ki bilgi, salt akademiyaca üretilen, üretilebilecek bir “mal” değildir. Bilginin ciddi bir iktisadî mal haline gelmesi, yani mülkiyet teminatı altına alınmaması durumunda, mübadelesi durma noktasına gelir.

Türkiye’de akademiya, gerek bilgi üretmenin felsefesi gerekse uygulamalı bilimlerin günlük hayata katkısı anlamında açıkça yararsızdır. Çünkü üretimi, mülkiyet olarak mübadele edilememekte, bürokratik bir mekanizmanın emir komuta zincirinde meydana getirilmektedir. Bu bürokratik yapılanma tabiatı gereği, bilgi üretiminin paradigmalarının, hiyerarşik olarak dayatılmasına yol açmaktadır.

Bürokratik hiyerarşi ise “ iktisadî değerlendirmeye” kör bir yapıdır. İktisadî değerlendirme olmaksızın fikrin, uygulanmasının veya dikkate alınmasının bize ne kazandıracağını bilmek imkânsızdır.

Bundan dolayı Türkiye’de fikir arzı iktisadî olarak açıkça anlamsız kalmakta, gelişmiş ülkelerde ise doğruluğu,akla yakınlığı son derece tartışmalı hatta bazıları saçmalık sayılabilecek fikrî ürünler bile yazarlarının para kazanmasını sağlayabilmektedir. Ayrıca bu, fikirlerin hızla tedavüle girip tartışılabilmesini sağlamaktadır. Tartışmanın sivil akıllarca yürütüldüğü ülkeler ise tamamen olmasa da piyasanın büyük ölçüde etkin olabildiği ülkelerdir.

Türkiye ilerlemek istiyorsa en başta fikrî mülkiyeti ciddiye almalı, patentlendirmede devlet tekelini bırakmalı, bilim üretiminde, Popper’ın “bilimin kamusallığı” dediği, sivilleşmeyi hayat geçirmelidir.

Fikirlerin fikir piyasasında değil de devlet dairelerinde “değerlendirildiği” bir ülkede, bütün işleri, âmirlerine kulluk etmek olan memurların korkuları ve cimrilikleri, gerçeği kovalayanların heyecanlarını öldürmek dışında bir iş göremez.



Hiç yorum yok: