Yabancılaşma, ferdin, sosyalleşmesini sağlayan değerleri kaybetmesi halidir. Efsanevi Kırgız yazarı Merhum Cengiz Aytmatov’un “Gün uzar Yüzyıl Olur” adlı romanında “mankurtlaşma” olarak anlattığı değişim tam olarak budur.
Kişi, kendini topluma bağlayan bütün unsurları kaybeder.
O artık başka bir dünya algılayışına, başka bir değerler kümesine bağımlıdır ama bunlara sahip değildir. Bunlar ona “dayatılmıştır”. Buna bilinçli ir tercihle de ulaşılabilir. Nitekim toplum mühendisliğine dayalı ideolojik beraberliklerin hepsi mevcut değerler kümesini büyük ölçüde terk ederek yeni bir değerler kümesi yaratmayı hedefler.
Sahip olunan değerler kümesi ve toplumsal cevaplar ( kültür) mevcut duruma uyumu sağlamakta yetersiz kaldığında, eğitim veya endoktrinasyonla yeni duruma uyum sağlanması “hızlandırılabilir” ki Türk modernleşmesi projesi, 18. YY’dan beri bunu hedeflemektedir.
Yabancılaşma, ferdi, beraber yaşadığı insanlardan kopardığında, onun dünyayı anlama aracı ve kendini dünyaya sunma aracı olan dilini kaybetmesini doğurur. Bu ferdi korkunç bir yalnızlığa iter. Çünkü hatıralarını meydana getiren ilişkilerin tamamı artık ifade/ bilinç alanının dışında kalmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’sinde nesiller arasındaki kopukluğun en yakıcı halinin dilde yaşanması bu açıdan düşündürücüdür.
İşte bu yüzden toplumların genel eğilimi ( fertlerinin çoğunda kendiliğinden hakim olan eğilim), değerler kümesi ve toplumsal cevapları kesin farklarla ayrılan toplumlardan ayrı, ve kendi gücüyle var olabilmektir. Yani bağımsız olabilmektir.
Elbette, dünyada milletlerin barış içinde tek bir bayrak altında yaşaması her şeyi daha da kolaylaştırırdı, bunun çok uzak bir ideal olarak muhafaza edilmesi, uluslar arası ilişkilerde barışçı tutumun esas alınması için gereklidir.
Toplumlaşmada , ferdin, diğer herkesin kurallara uyduğuna dair hissettiği güven, ancak,kurallara uymamanın herkes için geçerli cezalarla cezalandırılacağı teminatı var ise ayakta tutulabilir.
Cezanın infazında yetkilendirilmiş bir zor kullanıcı olmalıdır kİ devletin bütün var olma sebebi de budur.
Bu asgari şartın ötesine geçen güç kullanımı tamamen keyfîdir, hukuktan ayrılır. Devletleri, gangsterlerden ayıran da kurallara uyacaklarına dair kendilerine yüklenen mesuliyet ve mükellefiyettir.
Toplum, kabul edilmiş, kendiliğinden gelişmiş âdil davranış kurallarına uymayan mensuplarını kınar, cezalandırır ve onları geçici olarak bünyesinden uzaklaştırır. Bu benimsememe davranışı, suçluya , izafe edilen geçici bir yabancılama, dışlamadır. Hiç kimse evini soyan hırsızın milliyetine veya etnisitesine bakmaz. Temel hakları ihlal eden herkes aynı derecede “dıştadır”, yabancıdır.
Milletlerin farklılıklarının düşmanlık sebebi olmaması şüphesiz herkesin arzusudur. Gelin görün ki her ailenin kendine ait bir evde yaşamasına benzer şekilde milletler de kendi evlerinde yaşamak isterler.
Fert, kendisine benzeyen, ortak değerleri paylaştığı, aynı kültürel kodları kabul eden insanları diğerlerine tercih eder. Bunu anlamak çok zor değildir, çünkü neyle izah etmeye çalışırak çalışalım hepimiz ailemize duyduğumuz doğal sevgiyle yaşarız. Bu sevgiyle, benzerlerimizle yakınlaşmayı, onarlı korumayı ve onlara öncelik tanımayı öğreniriz.
İşte bu sebepten herkes kendi evini, dokunulmaz bir mahremiyet alanı sayar.Bu duyguyu paylaşan çok sayıdaki fert de milletin hayat sürdüğü toprakları “vatan” olarak adlandırır.
Bu sahiplenme duygusu ve benzere duyulan muhabbet, “vatanı sıradan bir toprak parçası olmaktan çıkarıp paylaşılan değerleri bağrında yaşatan bir sembol haline getirir. Bu sembole bağlılık, bu sembol etrafında oluşturulan birlik, sosyal ilişkiyi içerdiği somut ögelerden öteye taşır.
İşte devletin güç kullanma yetkisinin bir ayağı, insanları bağrında yaşatan, onları birleştiren bir sembol olarak “ vatanı” bu değerleri paylaşmayan, bu değerleri inkâr eden “düşmanlara” karşı korumaktır.
İnsan maalesef doğasındaki barışçıl temele rağmen, kural ihlal edebilmek kabiliyetine de sahip olduğundan devlet, milletin diğer milletlerin şiddetinden uzak tutulması için de güç kullanma yetkisini üzerine alır.
Bu iki durumun bize gösterdiği şudur ki toplumlar yalnızca paylaşılan kültürel kodlarla bir arada tutulmaz. Hayatın sorunlarına cevap verme şekli olarak kültür, toplumlara ayırıcı renklerini kazandırır ama “toplum olmanın” asgari şartı her millet için “kurallara uyulacağına dair duyulan ortak” güvendir.
İnsanlar başka toplumlardan kültürel kodların farklılığından dolay ayrı yaşamaz. Ayrı yaşar, çünkü bu kültürel kodların kazandırdığı değer yargılarının eseri olan güç kullanma birimlerinin, ayrı kurallara tabi olduklarını bilir. Bu güç birimleri ( devletler) farklı sembollerin değerlerini korurlar. Bu tıpkı barış içinde yaşamak için bütün ailelerin aynı evde yaşamaması gibidir. Hepimiz ailelerimizde hemen hemen aynı kuralları uygularız ama bu kuralları başka bir ailenin bize uygulamasını istemeyiz.
İşte milletlerin bağımsızlık arzusu kendi güç birimlerini, kendi kurallarıyla, kendi kültür kodlarıyla, kendi bilgileri dahilinde kullanabilmek arzusundan kaynaklanır. Burada önemli olan güç kullanıcı birime, milletin “sahip olabilmesidir”. Milletin, güç kullanıcı birimi kontrol edebilmesi, onun meşruiyetini sağlayan sebeptir.
Bu şartlar altında gerek içte gerekse uluslar arası sahada milletin fertlerinin varoluşunu korumanın, güç kullanıcı birim için aslî ve yegâne varoluş sebebi olduğunu görürüz.
Bu varoluşuyla o, milletin fertlerinin temel haklarının teminatıdır.
Peki güç kullanıcı birim, bu sınırlara uymazsa ne olur? Bu sınırlara uymadığı takdirde o, evimize giren hırsız veya sınırlarımızı ihlal eden düşmandan farksız bir hale gelir. Çünkü artık temel hakların dokunulmazlığı ortadan kalkar… Hakların kurallarca korunması teminatı ortadan kalkar ve toplumun bir güç kullanıcının keyfi iradesine tabi olması durumu ortaya çıkar.
Oysa güç kullanıcı birimin varlık sebebinin, milletin kendi kurallarını, bir başka milletin güç kullanımından uzak şekilde yürütebilmesini,yani bağımsızlığını sağlamak olduğunu az önce görmüştük.
Güç kullanımı yetkisi milletin iradesinden ayrılıp da güç kullanıcının kendi eline geçtiğinde artık millet için “kendinden olan” herhangi bir güç kullanıcı birimden bahsetmek imkânsızdır.
Böyle bir durumda güç kullanıcı, sınırları ihlal edip de başka bir toplumun değerlerini egemen kılan işgal güçlerinden farksızdır artık. Zaten bundan dolayı medeni memleketlerde darbeciler, vatan ihanetle yargılanırlar.
Kendi toplumunun değerlerini benimsemeyen, bu değerlerin doğal değişimine saygı göstermeyen, kendi toplumunun değerlerini, kendi ideolojisi açısından “düşman” sayan bir güç kullanıcısı teorik olarak “düşman” sınıfına girer. Bu açıdan bakıldığında dünya ordularının hemen hemen tamamının muhafazakâr olması şaşırtıcı değildir.
Bağımsızlık, bir başka değerler kümesinin üstümüzdeki keyfi egemenliğinden ayrı kalabilmek ise bu aynı zamanda içimizdeki herhangi bir sınıfın veya zümrelerin keyfî egemenliğinden de ayrı kalabilmektir.
Bağımsızlığın kaybı da yabancı bir güç kullanıcının veya yabancılaşmış bir güç kullanıcının, bizi bir arada tutan değerleri/ hakları ve kuralları çiğnemesidir.
Belki “tam bağımsızlık” söylemini, otokrasi özlemleri için tekrarlayıp duranlarımız bağımsızlığa bir de bu gözle bakmalı?