25 Kasım 2023 Cumartesi

Günün Günlüğünden Darı Taneleri

 


 Kocaman kocaman şeyler yazmak istiyorum.

 

Aslında bu acemi yazarların yapacağı bir şey, onu da biliyorum. Kış üzeri güz sonu , altın elbiseli bir Ankara sabahında, sevdiceğimi beklerken kitap okumanın, okuduğum kitaptaki kütüphanede bitmeyen  bir  sepya  cenneti, bulmanın hayali, kıyıdan köşeden dolanarak geçerken ben üstüme tam da havaya uygun bir şeyler geçirmenin memnuniyetiyle oturuyorsam eğer bu bana yetmeli ve dahi yetiyordu da.

 

Bir yerlere saplanıp kalmak istiyoruz. Sonra da saplanıp kaldığımız yerin doğru olduğunu bilmek istiyoruz. Aslında saplandığımız yerin doğru olduğuna gönülden inanıyoruz ve her birimizi kendi demirden imanımızı oluşturuyoruz.

 

Bu kötü mü?

 

Başkasına zarar vermezsek hiç de kötü değil çünkü insan başka türlü huzur bulamaz.

 

Ve fakat… Bu ancak iyi insanların huzur bulma biçimidir ve maalesef biz içimizde kötülük barındıran, kötülüğü bile isteye içimizde mayalandıran, iyiliği kötülüğü paylaşıp da birbirini aklamak sanan bir ikiyüzlü alçaklar yığınıyız.

 

Bugün oğlumla matematik çalıştım, iyi bir iş yaptığımı gördüm, rahatladım.

 

Bugün uzun zamandır aramadığım bir genç arkadaşımı aradım. Sağlığının ve keyfinin yerinde olduğunu öğrendim, başarılarında ilerlediğini işittim, kıvandım.

 

Bugün ailecek bir Agatha Christie uyarlaması  seyrettik, beraber zaman geçirdiğimiz için mutlandım.

 

Bugün sona ermeden bloğa bir şeyler yazdım.

 

İyi bir insan mıyım bilmiyorum ama yarın  geberip gittiğimde, en azından geride bir şeyler bıraktım.

 

 

 

 

24 Kasım 2023 Cuma

Kutsallık , Tanrı Ve Kurmaca 4

 

Kurmaca

Yaygın kullanımının aksine “kurgu”  kelimesinin asıl anlamı Dimytrik’in “Sinemada Kurgu” adlı kitabında çevrildiği şekliyle “montajdır”. Kurgu, varolan unsurkarın bir düzenlenmesi, sıralanmasıdır. Oysa “kurmaca” bir tasarım ve yaratım işidir.

 

Kurmacanın Tanrı ve kutsallıkla ne ilgisi olabilir?

 

Bu sorunun cevabını inançta, Tanrı’da bulamayacağız ama sanırım bize bu sorunun cevabını dinler verecektir. Bu arada sorunun doğru bşr cevabının olup olmadığıyla ilgilenmiyoruz. Çünkü kurmacanın dinlerle ilgisi dinin özünden ve işlevinden kaynaklanıyor.

 

O halde dinin özünde ne vardır? “Din” deyince ne anlaşılmalıdır?

 

Din özetle bir siyasî kurumdur. Peki ama bu özetleme her şeyi açıklar mı? Yoksa kendi başına açıklanmaya mı muhtaçtır? Elbette bu özet tanım açıklanmalıdır.

 

Din biraz daha açık ve fakat yine de kaba bir şekilde şöyle tanımlanabilir:

Din, herhangi bir inancın,  bir kutsal kitap, bir elçi, o elçinin şeriatı ve o şeriatı vaaz edip uygulayacak bir ibadethane ve ruhban ile düzenlenmiş halidir.

 

Tanımda bahsi geçen unsurları, dinler tarihi metinlerinde, dinleri tanımlayan unsurlar olarak bulabiliriz.

Görüldüğü gibi işin özünde bir düzenleme yatmaktadır. Peki ama bu düzenleme iması acaba salt bir totolojiden ibaret olmasın?

 

O zaman cevabı bulmakta, imdadımıza fakihler yetişir. Çünkü fıkıh, toplumsal düzenin( toplum-devlet ilişkisinin)ve toplumun hayat tarzının tamamen dinin hükümlerine göre düzenlenmesi demektir. Fıkıh, inançtan alınan meşruiyetle Allah adına tartışılmaz bir “amel uygulamaları tasarlama” ve hemen ertesinde Allah adına yargılama işidir.

 

Kutsal kitaplar bütün dinlerin temelini oluşturur. Kaynaklarının kutsal, dokunulmaz, tasavvur edilemez, eleştirilemez Tanrı olduğu söylenir. Mutlak şekilde akıldan uzaklaştırılmış  böylece kutsallığı korunmaya alınmış kutsal kitaplarda Tanrı, insan gibi konuşan, insan gibi “hisseden”, “insan güvenceleriyle vaat edip  insan ölçüleriyle korkutan bir yaratıcı olarak “tasvir” edilir.

 

Peki ama bunun kurmaca ile ne ilgisi olabilir?

Kısa yoldan gidecek olursak yaratıcının, yaratılan tarafından idraki imkânsızdır. Yaratılanın “sınırlılığı” yaratıcının “algılanmasına” izin vermez. İnsan için algıdan öte edinlebilecek bir bilgi yoktur. Bu açıdan Tanrı’nın varlığı bir tartışma konusu değildir, çünkü Tanrı bir bilgi konusu değildir.

 

O halde Samî dinlerin, kullrından sürekli bir şeyler isteyen, onara sürekli bir şeyler vaat eden, onlarla zaman zaman pazarlık eden Tanrı telâkkisi, algılarla edinilen bir bilgiden gelmemektedir. O halde bu Tanrı telâkkisi nasıl/ nereden  doğmuştur?

 

İnsan ümitle korku arasındaki gelgitlerde savrulan bir canlıdır. Bu gelgitlerde ayağını yer basmasını, düzenlilikle birlikte gerçek kavramını oluşturmasını sağlayacak bir “son durak”  ya da deniz feneri ihtiyacı, onu “en büyük”, “en ulu”, “en güçlü” olması gereken bir “otoriteyi” düşünmeye itmiştir. Özünde İbrahim’in Tanrı inancına kavuşmasının öyküsü bundan ibarettir.

 

O halde bütün düşünceleri, hayalleri ve tasarımları ancak algılarıyla sınırlı olan bir canlının “sınırsız” bir varlığı “tanımlamaya” kalkması “Tanrı’nın dilini anladığını” iddia edebilecek herhangi bir insan için bile imkânsızdır. Söz gelimi Tanrıyla konuşan bir insanın onun “sınırsız” söz dağarcığını bir müddet anlaması mümkün bile olsa o dağarcıktaki sözlerin hemen hemen hiç birini kendi diliyle konuşanlara aktaramayacaktır. Bu durumda onun “yaşadıkları”, bir bilgi olmaktan öte bir “kurmaca” olarak kabul edilecektir. Şu nokta bilimsel bir gerçektir: İnsan görmediği şeyleri rüyasında göremez. Uydurulmuş bir tek boynuzlu at imgesini rüyasında görebilir  ama rüyasında  at olmayan ve hiç bir şeye benzemeyen bir binik görmesi mümkün değildir. Böyle bir şeyi görmüş bile olsa onu ancak  diğer insanların sınırlı idrakleriyle oluşturulmuş bir dağarcığın içeriğine bir ölçüde benzeterek anlatabilir. Yaratışmış ve görülmemiş bir varlık belki böyle tanımlanabilir ama ya Tanrı?

 

Tanrı’nın zatı böylesine tanımlanamazken onun “sözlerinin” bildiğimiz dillerden birine tercüme edilebileceğini de düşünemeyiz. Sınırsız bir dağarcığın sınırlı bir dağarcığa sıkıştırılması mümkün bile o dağarcığı kendi dağarcığına sığdırabilen insanın bunu yaparken tam anlamıyla yeterli olması beklenebilir mi? Böyle bir yeterlilik taşısa bile Tanrı’nın sözlerinin ancak kendi “kültürüne” göre anlamaması mümkün olabilir mi? Sözgelimi Tanrı neden cenneti belli bir şekilde tasvir etmelidir? Tasvir edilen cennet her kültürde arzu edilebilir bir yer midir? Ya da neden orada sadece dünyadaki varlıkların aynıları bulunmaktadır? Tasvir edilen yer ancak bu dünyanın “daha tasasız” bir şekliyse bize orayı anlatan ya Tanrı’nın sözlerinin  tercüme edememektedir ya da bütün bunların olmasını arzu ederek hayal kurmaktadır.

 

Belki çok uzatmamakta fayda vardır:

Din uygulamalarını, “ahkâmını”, “fıkhını” savunanlar, dinin, güzel ahlâkın kaynağın olduğunu söyleyerek onun işlevine vurgu yaparlar.

 

Dolayısıyla iş eninde sonunda dönüp “uygulandığında insana her zaman ve her yerde mutluluk, tatmin, barış ve adalet” getireceğine inanılmış bir siyasi kuruma gelir. Dinin tanımında olduğu gibi insanın günlük hayatının her yönünü istisnasız düzenlemek iddiası ve amacı açık bir egemenlik idiası ve bir siyasi proje, bir siyasi tasarım ve bir siyasi kurmacadır. Çünkü kaynağı “Tanrı” olmakla birlikte o tartışılmaz kaynaktan geldiği söylenen hükümler bile farklı kültürlere sahip, hepimiz gibi sınırlı akıllı insanların yorumlarıyla sürekli “kurulmuştur”. Dolayısıyla din, özü itibariyle kutsallık ve inanç dayanaklarıyla kendisini tartışılmaz kılmış bir siyasi kurmacadır.

 

Dinin böyle olması bizi inançtan, kutsallıktan ve Tanrı’dan mahrum eder mi? Elbette hayır. Çünkü insanlar Tanrı inancına siyasi tasavvurların  neticesinde ulşamamışlardır, kendi idraklerinin ışığında bir anlam arayışıyla ulaşmışlardır.

 

Ve kutsallık, insana insanüstü bir kaynaktan gelmemiştir; onun anlam arayışıyla ulaştığı “değerler” dağarcığıyla içinde oluşan vicdanından gelmiştir.

 

İnsan kendisiyle ilgili her şeyi, oluşturduğu ve geliştirdiği bir anlam dağarcığıyla “kurmuştur”.

 

Bir kere insanın bu iradî varlığı anlaşıldığında, kurmacanın sınırları, anlamlılığı ve yeterliliği gibi konular da daha sağlıklı anlaşılabilir.

16 Kasım 2023 Perşembe

Kutsallık Tanrı Ve Kurmaca 3

 


Tanrı

Kutsallıktan bahsedildiğinde varılacak son nokta Tanrıdır.

 

Çünkü mutlak dokunulmazlığın ve eleştirilmezliğin yegâne kaynağı Tanrıdır.

 

Peki ama Tanrı’dan bahsettiğimizde aslında kimden bahsederiz?

 

Tanrı fikri ya da Tanrı telâkkisi derhal din tartışmalarının içine gömülür. Tanrı ile ilgili bütün düşünceler derhal dinlerin Tanrı telâkkilerine göre kıyaslanır.

 

Burada gözden kaçırılan  ve belki de özellikle gözlerden ırak tutulan nokta, Tanrı anlayışının, dinlerden bağımsız geliştirilip geliştirilemeyeceğidir.

 

Dinler Tanrı’nın kavranışını kendi ellerine almışlardır. Bu konu onların “egemenlik alanı” olarak görülür. Böylece “Tanrı’ya inanmak”, aslında herhangi bir dinin geliştirdiği Tanrı telâkkisine inanmak haline gelir.

 

Peki ama bu doğru mudur? İnsan, dinlerin anlatıları, kurmacaları, rivayetleri ve hükümleri olmaksızın Tanrı’ya inanamaz mı?

 

Aslında bu soruya dinler tarihinden cevap bulmak mümkündür.   Meselâ İbrahim’in tek Tanrı fikrine ulaşmasının hikâyesi aslında kurulu herhangi bir din yokken bile Tanrı’nın sağlam bir vicdan (aslında hikâyede buna  yer verilmemiştir ama…) ve akıl yürütmeyle  bulunabileceğini anlatır.

 

O halde Tanrı, insanın anlam arayışında ir son nokta olarak akılda belirebilir.

 

İşte gelinen bu noktada dinler bize Tanrı’nın nasıl anlaşılması gerektiğini dikte ederler/dayatırlar.

 

Tanrı’yı anlamak, anlamlandırmak insanın anlam arayışının bir başka yönüdür.

 

Sorun, onu “gerçekten” anlayıp anlayamayacağımızdır.

 

Evreni yaratan, var oluşun kaynağı olan “yüceler yücesi” bir varlık, “anlaşılabilir” mi?

 

Onu anlayabilmemiz ancak onun, bizim anlam oluşturabilmek kapasitemize sığabilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa bütün bilginin kaynağı olan bir varlığın algıları ve idraki sınırlı bir canlı türü tarafından kavranması söz konusu bile olamaz.

 

Tanrı’nın “dile getirilebilir”, “anlatılabilir” özelliklerinin olması için onun da bizim gibi “sınırlı” olması gerekir.  Oysa eğer kâinatı bütün düzenlilikleriyle (everene kaosun hakim olduğun söylemek kolaycılıktır, çünkü onunla ilgili yasalar geliştirebilmemiz onun kavranabilir düzenliliklere sahip olduğunu gösterir.) yaratan bir varlık varsa  onu algılarımızın kafesine koymamız imkânsızdır. Bu durumda onun “âdil”, “cömert”, “intikamcı”, “kahredici” vs olduğunu söylemeye kalkmak sadece onu bir insanmış gibi anlatmaya çalışmak olur.

 

Pagan dinler bunu zaten yapmışlar ve putperest olarak lanetlenmişlerdi. Oysa nihayetinde kendi kurumlarını oluşturmakta son derece kıskanç ve katı davranan Sami dinlerin de Tanrıdan sürekli “insan gibi davranan bir aşkın güç” gibi bahsetmelerine hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü bu dinler zamanla kendi devlet güçlerini ve meşruiyet gerekçelerini geliştirmişler ve böylece “eleştirilmezlik” köşklerine yerleştiler.

 

David HUME, “Din Üstüne” adlı kitabında teizmin, ateizmle bir tartışmasını yansıtırken aslında Tanrı fikrinin ve dahası din fikrinin gerekliliğini tartışıyordu.

 

Soru sanırım şurada düğümleniyor: Bugün hayranlıkla izlediğimiz evreni yaratan varlığın, bize yasalar, kullanım kılavuzları, vaatler yollaması gerekir mi? Ya da… İnsanlar kurumlu/kurumsal dinler var olmadan önce Tanrı ile ilgili hiçbir arayışa girmemiş miydi? Dinler Tanrı’dan bahsetmeden önce insanların ahlâk anlayışları, toplumlaşma ihtiyaçları yok muydu?

 

Bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde görüyoruz ki Tanrı fikri insanın her zaman aklının bir köşesinde durmuş. Öte yandan toplumlaşma ihtiyacı çok daha hayati biçimde onu meşgul etmiş.

 

En nihayetinde Tanrı, iktidarın meşrulaştırılması için kullanılmaya başlıyor. Bu noktada da artık “kutsallığını” yitiriyor. Çünkü egemenlerin, muktedirlerin keyfî iradeleri için kullanılabilen bir Tanrı, “eksilmesi halinde toplumda yaşamsal bir eksiklik yaratabilecek” bir varlık olmak vasfını yitiriyor.

 

Dikkat edilirse kurum dinleri/ kurumsal dinler dinleşme süreçlerini devletleşerek, devlete eklemlenerek ve iktidar kurarak tamamlamış inançlardır.

 

Kurumların varlığı soyut bir gereklilik olsa da onları kullananların varlığı herhangi bir kutsallık taşımaz. Hal böyle olunca da Tanrı’yı yalnız kendilerinin anlayabileceğini söyleyenlerin “aşkınlığı” olamaz. Tanrı’nın bu aşkınlık iddiasına alet edilmesi ne yazık ki onun da kutsallığının tartışılmasına yol açıyor.

 

Kurumsal dinler, “ayrıcalıklı insanların” üzerinden tanımladıkları bir Tanrı ile insanların Tanrı’yı anlayabilmek hürriyetlerini kısıtlıyorlar.

 

Bu durumda insanlar, insanlaştırılmış, anlaşılabilir, kavranabilir ve dolayısıyla aşkın olmayan herhangi bir varlığın “kutsallığı” ile sömürülmek, esir edilmek istemiyor.

 

Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da akılları, idrakleri, bilgileri ve vicdanları sıradan insandan hiç de farklı olmayan ayrıcalıklı bir kesimin Tanrı üzerinden insanların  akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışmaları. İnsanların buna tepkisi de ya sömürü aracı olarak kullanılan Tanrı’dan vazgeçmek (ateizm) oluyor ya da onu kullanan sistemden yani dinden vazgeçmek (deizm) oluyor.

 

Deizm, Tanrı’nın kutsallığını dinin kurumlarının baskısından kurtararak korumaya çalışıyor. Ateizm ise sömürülebilir hiçbir insanüstü varlığa aklında ve vicdanında yer vermeyerek insan varlığını kutsamış oluyor.

 

Mevcut dinler ise üstüne kuruldukları kitap, elçi, şeriat ve ruhban/kilise  sac ayaklarıyla hâlâ insanların hayatlarına, akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışıyor. Bunu yaparlarken de aslında “kutsallığı” yıprattıklarını maalesef kimse fark edemiyor.

 

 

 

15 Kasım 2023 Çarşamba

Kutsallık, Tanrı Ve Kurmaca 2

 


Kutsallık, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilemez olguların ve kavramların genel niteliğidir.

Kutsallık, bir dokunulmazlık alanı belirlemek demek.

Peki ama kutsal, “belirlenen” bir şey ise onun “dokunulmazlığı” gerç
ekten nereden gelir?

“Yeşil domatesleri kutsal bilen” insanların “kutsalı”, gerçekten kutsal mıdır?

O halde… “Gerçekten kutsal olmakla”, “kutsal sayılmak” arasında bir fark var mıdır ve bu fark temel haklar açısından önemli midir?

Yeşil domatesleri kutsal bilen insanların kutsallık kabulleri onların inançlarıyla kanaatleriyle ilgilidir. Burada sıradan insanları yanıltan şey bir “kutsalın” kabul edilmesiyle, o kutsallığın kendisi arasındaki farktır.

Çok sivri bir örnek olarak Japon İmparatoru’nun Japon toplumundaki yerine değinmek belki de yararlı olabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Japon İmparatoru Tanrı gibi görülüyordu. Belki Tanrı’nın kendisi değildi ama onunla aynı kudrete sahip bir varlıktı. Oysa Japonya ABD’ye yenildiğinde Amerikan makamlarının ilk yaptıkları şey Japon İmparatoru’na Tanrı olmadığını kabul ettirmek oldu. Bir yenilgi Japon halkının “kutsalını” yerle bir etmişti.

O halde “kutsallık” kutsal sayılan şeyin özünden gelmiyordu; o bir kabuldü.

Bu durumda ahlâkı temellendiren ya da toplumda barışı sağlayacak gerçek bir “dokunulmazlık” kategorisi oluşturamayacağız demektir. Oysa bütün toplumların kutsalları vardır. O halde bütün toplumlar aslında var olmayan şeyleri mi “tabulaştırmaktadır?”

Burada “kutsallığın” özüne gelmiş bulunuyoruz.

Kutsallık, yok edildiklerinde, aramızdaki bütün bağların, sevginin, sadakatin ve dahası bilincimizin de yok edildiği değerlerin ortak özelliğidir.

Bu “değerler”, zaman içinde toplumların gelişmişlik düzeylerine göre elde ettikleri ve elde ettiklerinde korumak için mücadele ettikleri olgular ve kavramlardır. Toplumlar gelişmişlik düzeylerine göre onları bir araya getiren, bir arada tutan olguları ve kavramları keşfederler ve oluştururlar/yaratırlar.

Bir toprak parçası üzerinde aynı dili konuşan ve aynı kurallara uyduklarında aralarındaki barışı koruyabildiklerini gören insanların elde etmek ve korumak istedikleri şeyler zamanla değişir ve gelişir.

Öyle ki zaman içinde aynı kurallara bağlılıkla birlikte ortak anılar ve “tarih” teşekkül eder. Toplumlar aralarındaki barışın nesilden nesile devamı için kuralların ve anıların korunmasına çalışır ve işte bu noktada toplumu bir arada tutan kurallar ve anılar “yaşamsal” bir önem kazanır ve “kutsallaşırlar”.

Bu noktada dinlerin kutsallık algısının gerçek kutsallıkla farkı ortaya çıkar.

Şu anlaşılır ki toplumlar herhangi bir dinden başka bir dine rahatlıkla geçerek dinlerin “kurduğu” kutsallıktan rahatlıkla vazgeçebilirler ama kendi toplumlaşmalarının temellerinden asla vazgeçmezler. Bu durum Müslüman toplumlar için bile geçerlidir.

Araplar için Arap olmak Müslüman olmanın diğer adıdır ve Araplar asla diğer Müslümanları kendilerine denk görmez ve kendileri kadar değerli saymazlar. Hatta  öyle ki Müslüman Araplar, Hıristiyan Arapları meselâ Türklerden daha muteber görürler.

O halde inşaların “kutsallarını” hiçe saymak bir suç değil midir?

Burada gözden kaçan husus,  kutsal sayılan şeyin değerinin kutsallık kabulünden gelmemesidir. Kutsalın değeri, onu kutsal sayanın “ifade hürriyeti” hakkından gelir. Burada kutsal olan yeşil domatesler değildir; kutsal olan, herhangi birinin yeşil domatesleri kutsal sayabilmesi hakkıdır.

Peki ama Türkiye gibi gönüllü geri kalmış bir ülkede yeşil domatesleri kutsal bilmek hakkının iktidara gelmesi demokrasinin bir gereği değil midir?

Neden bu soruyu soruyoruz? Çünkü bizimki gibi geri memleketlerde her şey eninde sonunda sayısal bir çoğunluk kazanarak yandaşları besleyebilmek kavgası haline gelir.

O halde kısa yoldan cevabı verelim: Hayır!

Çünkü yeşil domatesleri kutsal bilmek bir hak olabilir ve böyle bir hak “temel hak” olması sebebiyle “kutsal” olabilir ama bu kutsal, Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez bütünlüğünün “mütemmim cüzü” değildir. Kısacası  yeşil domatesleri  kutsal bilenlerin bu inançları var olabilir ama böyle bir inanç ortadan kalktığında Türk Milleti’nin devleti ve vatanıyla bölünmez bütünlüğü, tarihi, bilinci hiçbir şekilde eksilmez.

Japon İmparatoru’nun tanrısallığı ortadan kalkmış bile olsa onun Japon Ulusu’nun bütünlüğü içindeki yeri yok edilememiştir. Japon İmparatoru’na Tanrı olmadığı kabul ettirilmiştir ama Japon Ulusu bir ulus olmaktan, vatan sahibi olmaktan, tarih ve bilinç sahibi olmaktan men edilememiştir.

O halde “kutsallık” ifade hürriyetinin bir işlevi/fonksiyonu olarak keyfi şekilde belirlenebilir ama onun “gerçek kutsalların” yerini almasına izin verilemez. Buradaki sınırı çizen şeye de “egemenlik” denir. Fakat bu başka bir konudur.

 

 

 

 

 

Emperyalizm Var Mı Yok Mu?

13 Kasım 2023 Pazartesi

Kutsallık, Tanrı ve Kurmaca 1

 


“Kutsal”, dokunulamayanı, eleştirilemeyeni işaret ediyor. Her insanın böyle bir alanının, nesnesinin olması onun “doğal hakkı” sayılıyor.

 

Aslında kutsallık, kendi başına bir anlam ifade etmiyor; en azından medenî toplumlarda. Dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez olan şey “temel haklar”. Tamam da “temel haklar” ne o halde? Neden onları “temel” sayıyoruz? Onlar olmaksızın  bir bina falan yapamıyor muyuz?

 

Temel haklar olmadan insan var olamıyor, bu kadar basit. Bu hakları yok ettiğimizde, insan da yok oluyor. Yani? Hayat hakkı olmadan insan yaşayamıyor. Elinde kendisi için tutacağı bir varlık olmadığında insan yaşayamıyor. Kendi yolunu çizemediğinde insan yaşayamıyor, çünkü yaşamı başkasının elinde olduğunda, yaşamını koruması da mümkün olmuyor.

 

Bunlar bize neyi gösteriyor? Bunlar bize neyin “kutsal” olduğuna dair yaşamsal örneklerimizin ve ölçülerimizin olduğunu gösterior. Demek ki kutsallık, özü itibariyle bizim kanaatlerimizden ya da sebepsiz inançlarımızdan bağımsız bir şey.

 

Tamam da “vatan”, “millet”, “hüriyet” vs gibi kavramlar ne o zaman, değil mi? Bunlar bizim “uydurduğumuz” şeyler değil mi? Hiç bir hayvanın milliyeti, vatanı vs olmadığına göre kafamızda yarattığımız kavramlara kutsallık atfetmemiz neyin nesi oluyor?

 

Burada anlamamız gereken şey şu: İnsan ancak “uydurarak” yaşar. Hiç bir hayvan anlam aramaz, oluşturmaz ve kavram yaratamaz. Bu, sadece insana özgü bir yetenektir. Üstelik bu bir yetenek olmanın ötesinde insan için bir zarurettir/ kaçınılmazlıktır. İnsanın anlam üretmesi, konuşması, kavram yaratması, doğada örneği bulunmayan bir eylemdir. Bu yalnızca insanın “yarattığı/ uydurduğu” bir şeydir. Dolayısıyla insana ait kavramlar ve olguları, “icat”,” “uydurma” ya da “yapay” diye nitelemek insanın doğasını anlayamamaktır. İşte bu yüzdendir ki in
sana ait “vatan”, “millet”, “milliyet”, “tarih” gibi kavramların doğadan hazır elde edilmediğini, bunların, insan türünün hemcinsleriyle beraber yarattıkları ortak “değerler” olduklarını anlamamız gerekir. Bu yüzdendir ki “seçmediğimiz” ailemize sevgi ve bağlılık duyduğumuz gibi ailelerimizi güven içinde tutan “milleti” de aynı şekilde sever ve ona bağlanırız.

 

Bir insanın aklını silsek, kelime üretme ve anlama kapasitesini elinden alsak, onun elinden insanlığını almış oluruz. Tamam da insanlığı elinden alınmış bir varlığın artık insan değerlerine, insan sorumluluklarına sahip olmasını bekleyebilir miyiz? İşte kutsiyet bu yüzden, anlam, kavram ve bağlam yaratabilen insanın “kendi doğasını” ilgilendiren bir dokunulmazlıktır.

 

Bir başka deyişle, kendisinden vazgeçtiğimizde bizde eksiklik yaratmayan, var oluşumuzu etkilemeyen, insanlığımıza zarar vermeyen şeylerin kutsallığı yoktur. Peki vatan, milliyet gibi kavramlar böyle midir? Hayır. Çünkü onları kaybetmemek için hayat hakkımızdan vazgeçebiliyoruz. Demek ki insanın anlamlandırdığı bu olgular,  insanın doğasının ayrılmaz parçaları.


Devam edeceğiz...

1 Kasım 2023 Çarşamba

Cumhuriyetin Bize Hayrı Nedir?

 


Bir eski sözde milletvekili “Cumhuriyetin Diyarbekir’deki Kürt’e ne hayrı oldu?” diye sordu.

 

(“Sözde” diyorum çünkü hiçbir gerçek milletvekilinin yani yeminine sadık ve o yemini “namus” bilen hiçbir milletvekilinin böyle bir soru sorması düşünülemez.)

 

Evvela “Diyarbekir” diye bir ilimiz yoktur, Diyarbakır diye bir ilimiz vardır. Yani hiç kimse herhangi bir ile kendi kafasına göre isim uyduramaz. Hele Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne sadık kalacağınıza dair namusunuz ve şerefiniz üstüne bir yemin etmişseniz böyle bir şeyi asla yapamazsınız.

 

Gelelim şu “hayır” meselesine…

 

Bir devlete sadakat o devletin sağladığı menfaatlere bağlı değildir. Yani hiçbir vatandaşın, menfaatleri eksildiği için devlete isyan etmek ya da onu yok saymak gibi bir hakkı yoktur. Kaldı ki aynı sadakat, devleti kuran millete bağlılık için de geçerlidir. Çünkü devlet, milletin egemenliğinin temsil eden, onu koruyan tek yetkili mercidir, örgütlenmedir.

 

Fakat bu sözde milletvekilinin ve temsil ettiği kitlelerin ne yazık ki bu tip bağlılıkları veya sadakatleri yok. Nasıl bu kadar toptancı konuşabiliyoruz? Çünkü cumhuriyeti, “hayırsız” ve “faydasız” olarak gören sözde milletvekili sözde meşruiyetini bu sözleri söylemesi için onu seçenlere dayandırıyor da ondan. Yani ülkede bölünmeyi, ihaneti destekleyen, Türk adını ve egemenliğini inkâr eden, buna düşman olan siyasetçileri meclise taşıyabilen koskoca bir kitle var ama hiç kimsenin o kitlenin varlığını telaffuz etmesi mümkün değil. Ama bu ayrı bir tartışma konusu.

 

Gelelim cumhuriyetin bize hayrına.

 

Cumhuriyet, Türkiye denen bu güzel vatanda, Türk’ün  şanlı tarihiyle şerefli işleriyle kahraman tabiatıyla ve yüksek kültürüyle şekillenmiş medeniyetin şahikası bir rejimdir, bir toplumsal düzendir. Bu cumhuriyeti kuran toplum, tarihte Türk diye tanınan, bu adla övünen ve bu adla sayısız eser  bırakmış, dünyanın en büyük ulusudur.

 

Cumhuriyet, medeni yönüyle adı Türk olan bu yüce ulusun fertlerinin her birinin sadece bu kutsal vatanın ferdi olmak sebebiyle yüce, dokunulmaz ve vazgeçilmez olduğu düsturunu getirmiştir ki bundan daha büyük bir “hayrı” hiçbir rejim getirememiştir.

 

Kendi adıyla ve kendi kanıyla vatanlaştırdığı topraklarda başkasının söz sahibi olmasına izin vermemiştir ve bu yüzden elbette “yabancılar” için herhangi bir “hayrı” olmamıştır.

 

Sözde milletvekilimiz ise her birimiz gibi bir Türk çocuğu olarak yetiştiği bu topraklarda, bir Türk çocuğu olarak hiç kimsenin baskısına, zorlamasına, dayatmasına maruz kalmaksızın, eğitim görmüş, sağlık hizmetlerinden yararlanmış, iş bulmuş ve mülk edinmiştir. Bu “menfaatler” bu topraklarda “Türk vatandaşı” olanların ayrımsız şekilde kullanabilecekleri menfaatlerdir. Dolayısıyla üstüne giydiği ceketten, para kazanmasını sağlayan diplomasına kadar her şeyini, ayrımsız  ve farksız bir vatandaşlıktan yani Türk vatandaşlığından yararlanabilmesine  borçludur.

 

Cumhuriyetin bize en büyük hayrı bize onurlu,  bağımsız,  güçlü, şerefli bir vatandaşlık sağlamış olmasıdır.

 

Oysa sözde milletvekilimiz için “hayır” ancak devletin sağladığı ayni ve maddi menfaatlerden ve kabile kimliğine  tanınması gereken imtiyazlardan ibarettir. Evet bu bakımdan cumhuriyetin ona ve onun kitlesine bir “hayrı” dokunmamış olabilir, çünkü o ve kitlesi cumhuriyetin namusunu, varlığını, önemini anlayabilecek, bunları kutsayabilecek insanlar değildir.

 

Şimdi bana gelecek “genelleme” eleştirilerini, sözde milletvekilinin meşruiyet gerekçesi olarak kullandığı genellemeleri aynen kullanarak cevaplamak isterim. Eğer genellemek yanlışsa en başta kötülüğü, milletvekilliği ve askerlik yeminleri gibi kutsal yeminlerin tam karşıtı olarak   namus yoksunluğunu meşrulaştırmak için kullanılan bütün genellemeleri en başta yasaklamak gerekir.

 

 Cumhuriyet, “Kürt halkı” diye söze başlayıp da sözde bir halk adına Türk düşmanlığı etmenin meşru olduğunu bize kabul ettirmeye çalışanları dahi vatandaşlığın haklarıyla mücehhez kıldığı için haklı, meşru ve hayırlıdır.

 

Asıl sözde milletvekilimiz kendisinin ve kitlesinin cumhuriyete ne hayrının dokunduğunu açıklayabilmelidir.

 

Ne mutlu Türküm diyene!