Tanrı
Kutsallıktan bahsedildiğinde varılacak son nokta
Tanrıdır.
Çünkü mutlak dokunulmazlığın ve eleştirilmezliğin
yegâne kaynağı Tanrıdır.
Peki ama Tanrı’dan bahsettiğimizde aslında kimden bahsederiz?
Tanrı fikri ya da Tanrı telâkkisi derhal din tartışmalarının
içine gömülür. Tanrı ile ilgili bütün düşünceler derhal dinlerin Tanrı
telâkkilerine göre kıyaslanır.
Burada gözden kaçırılan ve belki de özellikle gözlerden ırak tutulan
nokta, Tanrı anlayışının, dinlerden bağımsız geliştirilip
geliştirilemeyeceğidir.
Dinler Tanrı’nın kavranışını kendi ellerine
almışlardır. Bu konu onların “egemenlik alanı” olarak görülür. Böylece “Tanrı’ya
inanmak”, aslında herhangi bir dinin geliştirdiği Tanrı telâkkisine inanmak
haline gelir.
Peki ama bu doğru mudur? İnsan, dinlerin anlatıları,
kurmacaları, rivayetleri ve hükümleri olmaksızın Tanrı’ya inanamaz mı?
Aslında bu soruya dinler tarihinden cevap bulmak
mümkündür. Meselâ İbrahim’in tek Tanrı fikrine
ulaşmasının hikâyesi aslında kurulu herhangi bir din yokken bile Tanrı’nın
sağlam bir vicdan (aslında hikâyede buna
yer verilmemiştir ama…) ve akıl yürütmeyle bulunabileceğini anlatır.
O halde Tanrı, insanın anlam arayışında ir son nokta olarak
akılda belirebilir.
İşte gelinen bu noktada dinler bize Tanrı’nın nasıl
anlaşılması gerektiğini dikte ederler/dayatırlar.
Tanrı’yı anlamak, anlamlandırmak insanın anlam arayışının
bir başka yönüdür.
Sorun, onu “gerçekten” anlayıp anlayamayacağımızdır.
Evreni yaratan, var oluşun kaynağı olan “yüceler
yücesi” bir varlık, “anlaşılabilir” mi?
Onu anlayabilmemiz ancak onun, bizim anlam
oluşturabilmek kapasitemize sığabilmesiyle mümkün olabilir.
Oysa bütün bilginin kaynağı olan bir varlığın algıları
ve idraki sınırlı bir canlı türü tarafından kavranması söz konusu bile olamaz.
Tanrı’nın “dile getirilebilir”, “anlatılabilir”
özelliklerinin olması için onun da bizim gibi “sınırlı” olması gerekir. Oysa eğer kâinatı bütün düzenlilikleriyle (everene
kaosun hakim olduğun söylemek kolaycılıktır, çünkü onunla ilgili yasalar
geliştirebilmemiz onun kavranabilir düzenliliklere sahip olduğunu gösterir.)
yaratan bir varlık varsa onu algılarımızın
kafesine koymamız imkânsızdır. Bu durumda onun “âdil”, “cömert”, “intikamcı”, “kahredici”
vs olduğunu söylemeye kalkmak sadece onu bir insanmış gibi anlatmaya çalışmak
olur.
Pagan dinler bunu zaten yapmışlar ve putperest olarak
lanetlenmişlerdi. Oysa nihayetinde kendi kurumlarını oluşturmakta son derece
kıskanç ve katı davranan Sami dinlerin de Tanrıdan sürekli “insan gibi davranan
bir aşkın güç” gibi bahsetmelerine hiçbir itiraz gelmedi. Çünkü bu dinler
zamanla kendi devlet güçlerini ve meşruiyet gerekçelerini geliştirmişler ve
böylece “eleştirilmezlik” köşklerine yerleştiler.
David HUME, “Din Üstüne” adlı kitabında teizmin,
ateizmle bir tartışmasını yansıtırken aslında Tanrı fikrinin ve dahası din fikrinin
gerekliliğini tartışıyordu.
Soru sanırım şurada düğümleniyor: Bugün hayranlıkla
izlediğimiz evreni yaratan varlığın, bize yasalar, kullanım kılavuzları,
vaatler yollaması gerekir mi? Ya da… İnsanlar kurumlu/kurumsal dinler var
olmadan önce Tanrı ile ilgili hiçbir arayışa girmemiş miydi? Dinler Tanrı’dan
bahsetmeden önce insanların ahlâk anlayışları, toplumlaşma ihtiyaçları yok
muydu?
Bu soruların cevaplarını düşündüğümüzde görüyoruz ki
Tanrı fikri insanın her zaman aklının bir köşesinde durmuş. Öte yandan
toplumlaşma ihtiyacı çok daha hayati biçimde onu meşgul etmiş.
En nihayetinde Tanrı, iktidarın meşrulaştırılması için
kullanılmaya başlıyor. Bu noktada da artık “kutsallığını” yitiriyor. Çünkü
egemenlerin, muktedirlerin keyfî iradeleri için kullanılabilen bir Tanrı, “eksilmesi
halinde toplumda yaşamsal bir eksiklik yaratabilecek” bir varlık olmak vasfını
yitiriyor.
Dikkat edilirse kurum dinleri/ kurumsal dinler dinleşme
süreçlerini devletleşerek, devlete eklemlenerek ve iktidar kurarak tamamlamış
inançlardır.
Kurumların varlığı soyut bir gereklilik olsa da onları
kullananların varlığı herhangi bir kutsallık taşımaz. Hal böyle olunca da Tanrı’yı
yalnız kendilerinin anlayabileceğini söyleyenlerin “aşkınlığı” olamaz. Tanrı’nın
bu aşkınlık iddiasına alet edilmesi ne yazık ki onun da kutsallığının
tartışılmasına yol açıyor.
Kurumsal dinler, “ayrıcalıklı insanların” üzerinden
tanımladıkları bir Tanrı ile insanların Tanrı’yı anlayabilmek hürriyetlerini
kısıtlıyorlar.
Bu durumda insanlar, insanlaştırılmış, anlaşılabilir,
kavranabilir ve dolayısıyla aşkın olmayan herhangi bir varlığın “kutsallığı”
ile sömürülmek, esir edilmek istemiyor.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız şey tam da akılları, idrakleri,
bilgileri ve vicdanları sıradan insandan hiç de farklı olmayan ayrıcalıklı bir
kesimin Tanrı üzerinden insanların akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye
çalışmaları. İnsanların buna tepkisi de ya sömürü aracı olarak kullanılan Tanrı’dan
vazgeçmek (ateizm) oluyor ya da onu kullanan sistemden yani dinden vazgeçmek (deizm)
oluyor.
Deizm, Tanrı’nın kutsallığını dinin kurumlarının baskısından
kurtararak korumaya çalışıyor. Ateizm ise sömürülebilir hiçbir insanüstü
varlığa aklında ve vicdanında yer vermeyerek insan varlığını kutsamış oluyor.
Mevcut dinler ise üstüne kuruldukları kitap, elçi,
şeriat ve ruhban/kilise sac ayaklarıyla
hâlâ insanların hayatlarına, akıllarına ve vicdanlarına hükmetmeye çalışıyor.
Bunu yaparlarken de aslında “kutsallığı” yıprattıklarını maalesef kimse fark edemiyor.