Şu “burjuva” nitelemesini ne zamandır gülerek okuyorum.
Ne kadar komiksiiiin! |
Sahi nedir bu “burjuva”? İşçi çalıştıran, emek
sömüren, istifçi adam falan mı?
Meselâ Burdur’da
Pazar Camii’nin altındaki Kunduracılar Çarşısı’nda, yanında çırak ve kalfa
çalıştıran bir kunduracı “burjuva” mıdır? Görünen o ki bu adama “proleter” demek mümkün değil.
Ya da Ankara Siteler’de, yanında çırak, kalfa
çalıştıran bir marangoza ne diyeceğiz?
Ya da yanında tezgâhtar çalıştıran bir tuhafiyeciye ne demeliyiz? (
Sonuncusu bayağı burjuvaya benziyor, değil mi?)
Belki bazıları şunu diyecektir: “Üretmeden satan adam
burjuvadır!” Güzel keşif ama doğru mu? Bunu keşfeden dâhiye şunu sormak
isterdim: Zincir mağazalar olmadığı zamanlarda, Burdur gibi bir yere İstanbul’un
tekstilcilerinin malları nasıl ulaşabilirdi? Bunu mecburen Mehmet Abi gibi biri
getirmeliydi, değil mi? Peki Mehmet Abi bu malları öpücükle mi alıyordu? Ya da
meselâ onları üreten işçilerin emeklerinin gizli miktarını, malların kilosuyla
karşılaştırıp yapılan işçi sömürüsünü
falan mı hesaba katarak mı… Marksistçe anlatırken bile insanın içi şişiyor, değil mi?
Şüphesiz felsefede tanımlar, sınıflamalar vs. kullanılır. Bunların mümkün olduğunca tutarlı ve geçerli olması için sürekli
bir mantık tutarlılığı gözetilir.
O halde “burjuva” felsefede ne anlama geliyor yada
Marksist felsefede? Benim, Marksizm’e
dayanarak anladığım şu: Üretici
kapitalistlerin kitlesel üretimlerini tüketiciye ulaştıran işçi sömürücüsü
aracı sınıf. (Ben Marksist olsaymışım aslında çoğu Marksist’ten, solcudan
daha iyi solcu olabilirmişim galiba?)
Tamam da… Tuhafiyeci Mehmet Abi, Kunduracı Mahmut
Amca, analarından iş sahibi olarak doğmadılar ki. Hayatlarının bir döneminde
birilerinin yanında çalıştılar. Yani? Bir zamanlar proleterlerken bir gün geldi
burjuva oldular. Yani? İnsanlar “sınıf atlayabiliyor”. Bu “sınıf” olgusunu değiştiriyor mu? Esas
soru bu. O halde bu, zamana bağlı bir dönüşüm problemi değil. Zamana bağlı
dönüşümlerin uğradığı sabit duraklardan biri, değil mi?
O halde şunu soralım: Proleter emeğini satan insansa
ayakkabısını aldığı adam kimdir? Ya da şöyle soralım: Proleter, hiçbir şey almadan,
sadece emeklerini satarak yaşayan çıplak insanlar mı?
Elbette proleterler emeklerini satarak yaşayan Tarzanlar
değil. Kaldı ki buradaki anahtar kelimeyi gözden kaçırmak Marksist
hokkabazlığın en iyi taptığı şey ki o kelime de “satmak”.
Bu sorun, Marksizm’de “ücretli kölelik” safsatasıyla
aşılmaya çalışılıyor ama unutulan şey şu: Köle efendisinin lütfuna muhtaçtır.
İşçi/ proleter ise elinin emeğinin, tartışılmaz ve zorunlu karşılığını alır. Bu
karşılık emek türüne göre piyasanın değerlendirmesiyle değişse de “karşılıksız
emek” diye bir şey “en vahşi kapitalizmde” bile olmamıştır. Bir diğer nokta
şudur ki malı üreten kapitalistin zarar etmesi işçiyi ilgilendirmez, o sadece
emeğini satar ve bunun karşılığını ne olursa olsun alır. Eğer fabrika iflas
ederse zaten herkes dibi boylar.
Öte yandan Mises’in gayet net ifade ettiği gibi hepimiz
aynı anda hem üretici hem de tüketiciyiz. Kuru ekmek yemek dışında bir şey yapamadığını
düşündüğümüz proleterlerin yaygın ve marjinal faydaya göre değerlendirilen
emekleri sayesinde üretilen malların miktarlarına bağlı olarak tüketicilerin
kafalarında ortaya çıkan marjinal faydaya göre meselâ Amerikan işçileri kendilerine
araba, televizyon veya bilgisayar alabiliyor. Yani Marksizmin “emeğin yaygın sömürüsü”
olarak gördüğü şey aslında kölelik diye
gördüğü görece ucuz emeğin yarattığı toplam üretimin yarattığı “ulaşılabilirliği”
sağlıyor.
Diyelim ki kapitalistler, burjuvalar işçiyi sömürerek fakirleştirerek
ayakkabı üretiyor. Üretilen ayakkabıları, karın tokluğuna çalışan işçilere
nasıl satacaklardır? Satılmayan ayakkabıların kapitalistlere, burjuvalara
faydası nedir? Kârı sömürüye dayandıran Marksist sözde iktisadın, üreticinin
zararını veya iflasını açıklayabilmesi imkânsızdır. Çünkü karın tokluğuna
çalıştırılan işçiyle bunca iş bölümünü ve seri üretimi açıklayabilmek ve
uzlaştırabilmek imkânsızdır. Marsksit hurafelerin aksine işçi ücretleri, üretilen
ürünlerin miktarlarıyla orantılı olarak artmaktadır. Yani işçiyi her gün samanı
azaltılan bir eşek gibi çalıştırmak imkânsızdır.
Diğer yandan işçilerin gelir düzeylerindeki
yükselmeyle ve tasarruflarıyla kendi işlerinin sahibi olmalarının önünde hiçbir
engel yoktur. Birinin kalfası olarak
çalışan kunduracı, ustasının işini devraldığında artık sömürücü bir şeytana mı
döner?
Hâlâ burjuvaya gelemedik değil mi? Aslına bakılırsa sanırım Marks’ın aklına bir türlü burjuvayı tanımlamak gelmemiş. Hadi kısa yoldan söyleyelim: Marksist jargonda “burjuva”, dini jargondaki “münafıka” karşılık geliyor. Ya da belki “Marksist” olmayan en yaygın toplum kesimi… Hadi başka türlü söyleyelim: Marksizm dininde “burjuva” bütün kötülüklerin anası. (Bu cinsiyetçilik falan değil… “Merkez” kavramı doğurganlığın simgesi olan “ana” ile nitelenmiştir.)
Gelir düzeyine bakılarak bir sınıflamaya gitsek, belki
anlaşılabilir ama… Marksist romantizmde “burjuva” aslında mevcut toplumsal
düzende, genel geçer davranış kodlarını oluşturan, haksızca egemen sınıfın adı.
Eh yaygın kodlar da işçinin sömürüsüne dayandığına göre… Öyle mi? Sanırım
solcuların bile aklına bunu sormak gelmemiş. Halbuki bu soruyu soruverseler
olayın hiç de öyle olmadığını görecekler.
Çünkü Marks sözüm ona ekonomiye dayanan bir toplumsal
düzen tasarımı sunarken sınıf ayrımlarını doğrudan sosyolojiye ve kültüre
dayandırıyor. Dolayısıyla burjuva, kendisine mahsus bir düşünce ve inanç
sistemi taşıyan bir düşman tayfa olarak karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca “burjuvanın
dayattığı” gelenekleri kabul edip de büyüklerinin elinin öpen, kız istemeye
giden, greve Cuma vakti ara veren, küçüklerine bayram harçlığı veren, yemeğe
besmeleyle başlayan işçilerin nereden geldiğini düşünmeden edemiyoruz.
Hani… Sınıflar
kendi çıkarlarına göre davranış kodları geliştirmiyor muydu? Dolayısıyla ikircikli,
iki yüzlü, sömürücü burjuva ahlâkına karşı bir proleter ahlakı falan yok muydu?
Demek ki yokmuş…
Konunun özeti sanırım şu:
Toplum Marks’ın sandığı gibi sabit katmanlara
ayrılmıyor. Onun sabit katmanlar olarak gördüğü şeyler aslında insanın hayatındaki gelişme
duraklarından ibaret.
Toplumda herkes birbiriyle etkileşim halinde yaşıyor
ve herkes elindeki meşru varlıkları birbiriyle değiştiriyor. Yani ücretli ya da
ücretsiz kölelik falan yok.
Toplumsal kurumlar, sınıfların kendi durumlarına göre uydurdukları
sınırlayıcılar ya da yönlendiriciler falan değil. Bu kurumlar bütün bir toplum içinde
zamanla belli bir deneme yanılma yöntemiyle elde edilmiş başarılı ilişki kurma
biçimleri ve kodlarından kaynaklanıyor.
Yani? İnsan, orta yaşının berisindeyken arkadaşlarıyla
halı saha maçı yaptı diye burjuva olmaz.
Yani? İnsan hali vakti yerinde olduğunda karısına
çiçek aldı diye burjuva olmaz.
Yani? İnsan eğlenmek için sinemaya gidip komedi filmi
seyrettiği için burjuva olmaz.
Yani? İnsan bayramlaşmaya gittiği için burjuva olmaz.
Yani? İnsan sırf vergiden düşmek için ticari araç
aldığında, burjuva olmaz.
Kısacası… “Burjuva”, Marksistlerin, solcuların
patolojik indirgemeciliklerinin nefret ifadesidir.
Evet ortalıkta bir hayalet hâlâ dolaşıyor ama o,
insanlığa kurtuluşu getirecek olan, karşı konulamaz komünizm falan değil.
O, solun ölesiye nefret ettiği her şeye verdikleri o
hayali isim: Burjuva.
2 yorum:
Burjuva olmasa ne halt edecekti bunlar acaba? Neyse kedi ulaşamadığı ciğere ne der malum...
İyi sormuşsunuz hocam...
Yorum Gönder