16 Temmuz 2021 Cuma

Kim Kimi Kısıtlamalı?

 

Sınırsız ya da kısıtlamasız bir demokrasi mümkün mü?

 

Herhangi bir demokratik ülke, ulusal temellerini reddederek egemenliğini sırf demokrasi adına alt kültürlere devreder mi?

 


Herhangi bir demokratik ülke, hukukunu demokrasi uğruna şeriatçı bir grubun eline teslim eder mi?

 

Ya da şöyle soralım: Demokrasi her fikrin sınırsız şekilde yönetim için rekabet edebilmesini sağlar mı?

 

Bu üç sorunun tek bir cevabı var: “Hayır”

 

Peki ama neden böyle? Yani her düşünce ve her  etnik grup demokraside eşit rekabet hakkında sahip değil mi?  Bu soruya da “ evet” diye cevap vermek mümkün değil.

 

Bir toplumda herkesin her zaman, ayrımsız bir hukuk bütünlüğünden yararlanabilmesi için o toplumun uluslaşmış olması gerekir. Uluslaşmamış toplumlarda hukuk devletini tesis edemeyiz, çünkü “ulus adına” zor kullanıcı, bütünlüklü bir teşkilatlanma gerçekleştirilemez.

 

Her etnik grubun veya tarikatin kendine göre bir egemenlik sahası kurması,  herkesin hayatını, aşiret reislerinin, ya da tarikat şeyhinin insafına terk etmekle sonuçlanır.

 

Bu durumda şu soru aklımıza gelmeli: “İyi de  kimi kısıtlamaya ya da demokrasiden  dışlamaya nasıl karar  vermeliyiz?”

 

Bu sorunun iki cevabı var:

 

Bir ulusun egemenlik hakkı bölünmez, devredilmez ve vazgeçilmezdir. Dolayısıyla bir ülkede ulus kendinden başka hiçbir egemenlik iddiasına izin vermez. Bu, demokrasinin egemenlikle ilişkisini gösterir. Dolayısıyla kendisini ırk olarak veya inanışıyla “ulustan” ayırmaya kalkan hiç kimsenin ya da grubun egemenlik hakkından yararlanmaya hakkı olmadığı gibi demokraside de bir yeri yoktur.

 

İkinci cevabımız ise “nisbî yarar” ilkesidir. Nisbî yarar ilkesi aslında “ En çok kişinin en büyük yararı” olarak bilinir. Bu da şu anlama  gelir: İki taraftan hangisi kısıtlandığında, elde edilecek  nisbî yararın en büyük olduğuna bakmak gerekir.

 

Ülkemiz etnik ve inanç bölgelerine ayrılsa, etnik veya inanç egemenlik gruplarının oluşması durumunda mı daha büyük özgürlük, adalet  ve emniyet sağlanabilir yoksa ulusal ve laik bir rejimle mi?

 

Şüphesiz bugün dünyanın en gelişmiş demokratik ülkeleri, ulusal egemenliklerini kurmuş, lâik devletlerdir. Bunu sağlamak için etnik gerilimlerin, etnik vahşetin, etnik keyfîliğin kısıtlanması hatta yasaklanması gerektiği gibi inanç hürriyetinin  kötüye kullanan dinci  yapıların da siyasetten , demokrasiden dışlanması gerekmiştir.  Eğer bunun böyle olması ilk bakışta anlaşılamıyorsa dünyada etnik yapıların, şeriat rejimlerinin, arzulanan hukuk devletini ve demokrasiyi sağlayıp sağlayamadığına bakmalıyız.

 

Şunu görüyoruz ki  sözgelimi, demokrasi istismarına izin verilmiş Kürtçü yapıların ya da şeriatçı örgütlenmelerin egemen oldukları hiçi bir yerde toplumun genelini memnun edecek  emniyet, adalet ve özgürlük rejimi kurulamamıştır.

 

İşte bu yüzdendir ki TCK’nın mülga 141, 142 ve 163. Maddeleri acilen tekrar yürürlüğe sokularak şeriatçı ve etnik sözde siyaset kalıcı olarak yasaklanmalıdır. Oy paketlerinin geçici memnuniyetleri ulusun bütünlüğünden ve egemenliğinden daha önemli değildir.

 

13 Temmuz 2021 Salı

Hacı Fettah’a Yenilen Aliye

 

Kahraman Türk kadını Halide Edip
Hacı Fettah’a Yenilen Aliye

“Vurun Kahpeye’den” bahsediyorum.


Dün ya da evvelki gün bir kadın siyasetçinin “ Eski
den önemli birinin eşi bile olamıyordunuz..” dediğini işittim. Kanım dondu. Bunu diyen siyasetçi yanılmıyorsam bakanlık bile yapan bir kadın. (Eskiden olsa “Türk kadını” derdim ama artık biliyorsunuz, siyasi muktedirlerimiz neredeyse resmen Türk adını  zihinlerden silmiş durumda.)


Bakanlık yapmış bir kadının “önemli birinin eşi olmaya” özenmesi, ülkemizin ne kadar gerilediğinin, ilkelleştiğinin bir göstergesi. Bu korkunç bir itiraf.


Daha cumhuriyet kurulmamışken Tük evlâdını yetiştirmek için vatanın ücra bir yerinde görev yapan fedakâr Türk kadının yerine gelen insanların artık tek hedefi demek ki “önemli birinin karısı” olmak. Bu insanlar Türk kızlarına, sözde “millî bir eğitimde” buna benzer fikirleri aşılıyorlar. Göğsünü vatan ve millet aşkıyla PKK ihanetine siper eden kahraman şehit öğretmenimiz Neşe Alten’in uğrunda can verdiği ülke bugün “ vatan seccademi serebildiğim yerdir.” diyen vatan yoksunu insanların eline geçmiş.


Türban, çarşaf, inanç ve ifade hürriyeti vs bugün artık  açıkça anlamsız. Bunlar bizzat savunucularının eliyle  yozlaştırıldı ve Türk düşmanlığının simgeleri yapıldı.


Beni üzense şu Atatürk’ün “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın” diyerek övdüğü Türk kadını bugün Hacı Fettah’ın ihanetine yenilmesi.



Roman yazıldığında, “istisnai bir alçaklık” olarak herkesin tüylerini diken diken eden tutum ve zihniyet, bugün sandıklara egemen. Bugün Hacı Fettahlar içki yasaklarından, kadın öğrenimine kadar her konuda ellerine aldıkları “demokrasi sopasıyla” her gün kafamıza vuruyorlar. Ogün ancak işgalcilerin üçüyle vatana tasallut edebilen hainler bugün yozlaştırılmış bir demokrasiyle hiçbir işgalcinin yapamayacağı kadar şiddetli biçimde Türk adını Türk vatanından kazıyorlar.

Ve ne yazık ki Atatürk’ün, ilerlemenin anası sayarak yücelttiği “Türk kadını” sandığımız kadınlarımız,  Hacı Fettah’ın ihanetine ortak oluyor, onun yobazlığına teslim oluyor, kadın parçalayan vahşi bilincinin simgelerini kuşanarak dolaşıyor. Bazıları “Bütün kadınlar öyle değil!” diyerek genelleme yapmama kızabilir ama unutmayın ki  Hacı Fettahları  sandık sultanı yapan  kadın oyları bugün ülkenin kadın profilini belirleyen çoğunluk. Bugün kadınların yarıdan çok fazlası  Atatürk’ü değil de Hacı Fettah’ı dinlemeyi tercih etmişse,  Atatürk’ün mirasıyla yükselmiş kadınlar bile “önemli birinin eşi” olmaktan fazlasını arzulayamıyorsa Aliye, Hacı Fettah’a yenilmiş demektir.


Yazıyı Atatürk’ün şu sözleriyle bitirmek istiyorum:

“Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok; ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır! Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacağı aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.”




12 Temmuz 2021 Pazartesi

İstisnalar Kaideyi Bozar mı?

Türkiye'de   Siyasetin Kitleleşme  Çabasına  Bir Bakış

Günümüzde politik doğruculuk salgınının en çok kullandığı şey tümevarım.


Bazı  sosyal medya  kanallarında " Melis" asıyla tiplenen bu kitlenin  mantığı " Ama hepsi öyle değil..." üzerine kurulu.


Elbette bir grup içinde grubun  tanımlayıcı özelliklerinden sapan istisnalar olacaktır. Bir deney yaptığınızda, eğer verileriniz dikkate değer bir  yüzdeyle birbirine yakınsa  birbirlerine yakın bu  verilerin seyrini "genel seyir" olarak saptarsınız.


Kısacası, gerçek hayatta tümevarımla sonuca  varamayacağımızı bildiğimiz için de genellemelerimizi "istatistikle" yaparız.  Belli bir sayısal çokluğun, "tanımlamaya yeter" olduğunu bilir ve buna öre hareket ederiz.


Dolayısıyla "istisna" genel gidiş üzerinde etkisi olmayan ilgisiz veri, olay veya olgu olarak örneklemde yerini alır.


Peki ama bunu neden düşünmek zorunda kaldık?


Bütün ulusal devletlerde, egemenliği kullanma yetkisine sahip tek bir ulus vardır. Bunun istisnası yoktur.


Bu egemenlik kullanıcısı özne de kendisinden farklı olanların oranlarına göre belli  eylemler sergiler. Bu eylemlerden bazıları, toplumun kültürüne bağlı olarak insanların  kendi iradeleriyle gerçekleştirdikleri, ve "kendiliğinden" oluşan  toplumsal eylemlerdir; bazıları da devletin bir olaya, olguya veya topluluğa karşı yürüttüğü resmî eylemler bütünü olarak siyasi politikalardır.


Öte yandan "istisna" grubun ya da bireylerin "genel seyre "karşı tutumu da dostça ya da düşmanca şekillenebilir.


Türkiye örneğinde söz gelimi Kürt kökenli yurttaşlarımızın hepsinin, bebek katili ve vatan haini bir terör örgütünün  üyesi veya bağlantılısı yapılması "politikası" PKK'nın ve onun açık sözcüsü sözde siyasetçilerin açık "politikası". Bu politikanın  ana görüşü ve hareket ekseni, "Her Kürt'ün mutlaka PKKlı olması, yapılması ve buna göre yaşaması"dır. Bu örgüt eylemlerinde ve sözde siyasetçi söylemlerinde sık sık dile getiriliyor. Buradaki amaç, "Her Kürt'ün PKKlı  olarak "tanınması ve böylece  kitlesel bir  bir Kürt  yönlendiriciliği elde etmek. HDPKK'nın her mitinginde " PKK  halk, halk PKK" ya da " PKK halk halk burada!" diye atılan sloganların temel amacı da bu.


Diğer yandan Türk ve Atatürk düşmanı siyasal İslamcı seçmen kitlesi de ülkedeki dini seçimleri Türklüğü yok edebilmek için kitleleştirerek, Türk toplumunu Araplaştırmağa çalışıyor.


Bu iki sözde siyasetin ortak noktası ise Hitler Almanya'sındaki siyasal toplum yönlendirmesi. Orada da Nazi düşmanlığı siyasal yönlendirmeyle ve propagandayla kitle onayını kazandı ve bütün bir Alman toplumunun vicdanını lekeledi.


Günümüz Kürtçü ve siyasal İslâmcı siyasetler de kritik bir eşikten sonra artık Melislerin "Ama içlerinde iyileri  de var.." diyemeyeceği  bir noktaya gelebilirler. Bugüne kadar bu iki Türk düşmanı siyasetin seçmen kitleleriyle ilgili herhangi bir genellemeye  gidilmemesini sağlayan ve toplumsal barışı koruyan, Türk sağduyusuydu.


Siyasal İslâmcılar Türklüğün bütün tezahürlerine kökten düşman. Kürtçüler Türk adının Kürtler için silinmesi uğrunda terör dahil her aracı kullanıyor.  


Kaldı ki Türk düşmanlığı güden bu iki ana akım sözde siyasetin içinde iyilerinin de olabileceğini  savunmak zaten zımnen bu iki ana akımın  içlerindeki çoğunluğun baskın eylemlerinin  ihanet ve düşmanlık olduğunu peşinen kabul etmektir.


Türk düşmanlığının, duygularını ve düşüncelerini her fırsatta dile getirdiği, kesintisiz çalıştığı bir ortamda "toplumsal barışı" ona tahammül etmek üzerine kurmak, istisnaların kaideyi bozabileceğini sanmak gibi bir hayalcilik.

11 Temmuz 2021 Pazar

Çocukları Neden Eğitiriz?

 


 

Çocukları neden eğitiriz? Eskiden buna terbiye etmek denirdi. Terbiye  yalnızca nezaketle ilgili değil.

 


Terbiye neyin  yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini çocuğa ezberletmektir. Çocuk onca bazı davranış kalıplarını ezberler, uygular sonra bunları alışkanlık edinir ve daha sonra da artık düşünmeye gerek kalmaksızın hayatı boyunca tekrarlar.

 

Yalnız bu “terbiye” denen şey de belli bir şekilde verilir. Eğitimde  belli bir aynılık sağlanmazsa ülkenin  her yerinde ayrı bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.  Demokrasi, yönetimlerin barışçı şekilde değiştirilmesidir ama her kabilenin kendi başına çocuk  eğittiği bir savan rejimi değildir.

 

İşi gene döndük dolaştık siyasete mi getirdik? İyi de dönerken, şerit değiştirirken sinyal vermeye gerek duymayan, sağlama yapan, emniyet şeridi işgal eden, karşıdan karşıya geçerken sola sağa bakmayan insanlar   yalnızca bir oy vererek  Allah gibi hükmedebileceklerini biliyor.

 

Yere tüküren, yolun sağından yürümeyi bilmeyen, açık gördükleri her kadını “fahişe” yerine koymaktan utanmayan insanlar, yalnızca bir oy vererek insanların ahlakına din yoluyla tasallut edebileceklerini biliyor.

 

İyi de bunun eğitimle ilgisi ne? İlgisi şu:

 

Çocuklara her türlü saçmalığı öğretebilir, ezberletebilirsiniz.  Bunu hayvanlara da yapabilirsiniz. Hayvanları eğiterek uzaya bile gönderdik.  Buna da “eğitim” diyebilirsiniz. Yalnız hayvan eğitimiyle insan eğitimi arasındaki fark şudur: İnsan eğitiminde iş uyarımla davranış elde etmenin yanı sıra bir de  inan yavrusuna sebep-sonuç ilişkisi kurmak yeteneğini kazandırmaktır.

 

Köpek, “otur” dendiğinde, oturur ama bunun dışında kendi iradesiyle sebep sonuç ilişkisi kurarak eyleme geçemez. Oysa insan yavrusu kendi başına her şeyi yapabilir. O halde insana kendi toplumunun doğrularına ve yanlışlarına göre “neyi neden yapması veya yapmaması gerektiği” öğretilmeli ki toplumda herkes birbirinden yanı davranış kalıplarını göreceğini bilebilsin.

 

Tamam da Türk toplumunun “normlarını” kim belirleyecek? Bu normlar Atatürk tarafından belirlenmiştir. Toplumumuzda kadın erkek ilişkilerinden trafik davranışlarımıza kadar her şey, akılcılığa dayandırılmış ve Türk millî varlığıyla ayağa kaldırılmıştır.

 

Bu nasıl gerçekleşmiştir? “ Dünyada Türk olarak varız! Dünyada Türk olarak bağımsız ve şerefle varız!” diyen çocuklar ders çalıştığında  kimi, nasıl müreffeh ve özgür kılacağını öğrenerek yetiştiriliyordu. Bugünse Türklüğün anlamını bilmeyen çocuklar, yere tüküren, başı açık her kadına kötü gözle bakan, şerit değiştirmeyi bilmeyen büyüklerinin elinde, soysuz  menfaatperestler olarak yetiştiriliyor.

 

Bugün yapılan ilk  şey Türk çocuklarının aklından Türklüğü silmek ; daha sonra da onları “herkese karşı nazik”, “ herkes karşısında düşünceli” olmak yerine yalnızca Arapları veya Müslümanları seven, geri kalanına karşı gücü yettiğince vahşi ve kaba davranan, çıkarcı, iki yüzlü, güç tapınıcısı yetişkinler yapmak.

 

Eğitimde, milliyetçiliği, lâikliği ortadan kaldırırsak varacağımız yer çocukları, sahiplerine köpek edilmiş  insan yavruları olarak yetiştirmek olacaktır. Eğitimi, milliyetçilikten ve lâiklikten uzak hiçbir toplumda, insana saygılı ve hele üretici bir insan yetiştirilemez.

 

10 Temmuz 2021 Cumartesi

Trafik Işıklarında Beklemek Çok Mu Kötü?

 


 

Bu sabah kızımı deneme sınavı için dershanesine bıraktım. ( Özür dilerim artık ülkemizde “dershane” yoktu, değil mi?)

 

Yolsa sinyal vermeden , şerit değiştiren, kalkan, dönen arabalar ister istemez canımızı sıktı. Sonra kızım, kavşakta ışıkları beklerken “ Yeşili kaçırmak üzücü, değil mi?” diye sordu.

 

Yeşili kaçırmak, kırmızıya yakalanmak hepimizi üzen bir şey değil mi? O zaman aklıma şöyle bir düşünce geldi: “ Şimdi zaman öldürmek isteyen biri için kırmızı ışık aslına nefis bir fırsattır.  Zamanı değerli bilenler için de  sürüş esnasında yapamadıkları ufak tefek şeyleri yapabilmek, biraz daha  düşünebilmek ve belki yanındaki kızıyla konuşabilmek için nefis bir fırsattır.” Dedim.

 


O da bana “ Yani böyle agresif bir ortamda öyle hissedilmesi normal  değil mi?” diye sordu. O zaman da aklıma trafik keşmekeşinin, aslında trafiği agresif bir şey olarak görmek alışkanlığımızdan dolayı oluşabileceği fikri geldi. “ Ayrıca” dedim, “ Belki kırmızı ışıkta durmak, yavaşlamak bir kaç saniye sonra meydana gelebilecek bir kazayı engelleyecektir, kim bilir?” Bu düşünme biçimi kızımın aklına yattı.

 

Nitekim kızımı dershaneye bıraktıktan herhalde beş dakika sonra ışıkları yanmayan  bir kavşağa geldim. Üç yönden gelen üç araba dönüş için birbirine bakıyordu. Herkes bir an önce yoluna girmek istiyordu. Ana yolda ben olmama rağmen, solumdakine dönüş için yol verdim, ondan sonra diğeri sağa döndü, yol boşaldı ve devam ettim.

 

Sürekli böyle düşünüp buna uygun davranabilir miyiz? Aslında neden  olmasın? Sürekli böyle davranamayacak olduğumuza dair olumsuzluk kafamıza yerleştiğinde, daha gerçekçi, daha nazik, daha sakin mi olacağız?

 

Belki sürekli nazik olamayacağız. Ama nazik,  sabırlı ve olumlu davranmanın düşünmenin önemi kafamıza bir tohum olarak bir kere ekilmeli. Eğer bunu bilinçli olarak düşünüp gereğine inanırsak  bütün bu yararlı alışkanlıklar mutlaka yararlı bir birikim oluşturacaktır.

 

 

 

9 Temmuz 2021 Cuma

Çağdaş Uygarlık Yolu Derken?

 


Bir kız yolda yürüyor, karşıdan karşıya geçerken soluna ve sağına bakmıyor. Oysa hemen solunda ben  arabamla sağa dönmek üzereyim. İçinizden biri “ Sağa dönüşte yayaya yol verilir zaten!” diyebilir. Peki ama bir yayanın karşıdan karşıya geçerken önce soluna bakması trafik kurallarından biri  değil mi? Sağa dönüşte yayaya yol vermek bir nezaket kuralı. Oysa karşıdan karşıya geçerken soluna ve sağına bakmak  doğrudan doğruya bir trafik kuralı.

 

Birkaç metre sonra yolun ortasından yürüyen yayalara rastlıyorum. Keyifleri yerinde. Elbette yayaların emniyeti için hızımı düşürüyorum. Fakat bir yandan da  onların neden hemen yanlarındaki yaklaşık üç metre genişliğindeki kaldırımdan yürümediklerini merak ediyorum.

 

Arabayı bir otoparka  bırakıp annemin tahlil sonuçlarını almak için hastaneye yöneliyorum. O da ne? Biriyle burun buruna geliyoruz. Nereye gideceğini bilmiyor. Koluna yavaşça dokunup: “Üstadım neden buradan gittiğimi biliyor musun?” diye soruyorum. Şaşırıyor. Çünkü normalde bir çatışma halindeyiz. Kendisine derin bir saygıyla hitap ediyor olmam kavga istemediğimin  delili.

 

Şaşırınca ona “ Çünkü yolun sağından yürünür.” Diyorum.

 

Hastaneye girince birinci kattaki laboratuvar gişelerinden sonuç almak için merdivenlerden çıkacağım ki yine aynı şeyle karşılaşıyorum. İnsanlar büyük bir sürü halinde aşağı doğru akarken bir başka insan sürüsü aynı şekilde yukarı çıkmaya çalışıyor. Israrla merdivenin sağından çıkmaya çalışıyorum ama ne fayda? Kulağına cep telefonu yapıştırmış hastalar ve hasta yakınları, bulabildikleri her boşluktan kayarak aşağı inmeye ya da yukarı çıkmağa çalışıyor.

 

Gişede önümde  bir kişi var. Salgın kurallarından dolayı gerekli mesafeyi koruyarak bekliyorum. Biri, önümdekiyle aramdan geçiveriyor ve hemencecik gişeye yanaşıp sonuçlarıyla ilgili sorular soruyor. Orada öyle dikiliyorum. Hatta gişeye biraz daha yaklaşıyorum. Adam gene konuşmaya devam ediyor. En sonunda “ Yalnız sıraya uysak..” diyorum adam “Özür dilerim fark etmedim.” Diyor. Peki ama  sırayla işlem yapılan bir  noktada insan gişeye yanaşmadan önce sıranın olup olmadığına bakmaz mı? Adamın bana “Sizi fark etmedim.” Demesi aslında “ Size dikkat etmeme gerek yok.” Demesiyle aynı şey.

 

Bütün bunlar yirmi dakika içinde oluyor.

 

Neden mi geri kaldık? “Bilim” mi yapamıyoruz? “ Dış güçler!..” mi? Höğ?

 

6 Temmuz 2021 Salı

Ortadoğu’nun Altındaki Nükleer Bomba: Kürt Bölücülüğü

 

Ortadoğu  Barışının Karşısındaki Gerçek Tehdit


Hayır… Ortadoğu sorunu sanıldığı gibi  İsrail Filistin çatışması falan değil. Çünkü Filistinliler çoktan bir kamp varoşu kabile devletçiliği rejimine alıştırıldılar. Karşılarında çok güçlü ve kendi düzenini dayatabilen ulusal bir devlet var: İsrail. Hamasa vs artık “kan dökücü Müslüman” karikatürlerinin birer figüründen öte değiller.


Son otuz yıldır Ortadoğu bambaşka bir hastalıkla enfekte. O hastalık da Kürt bölücülüğü. Amerikan  petrol zenginlerinin ve  ekâbir devlet adamlarının el birliğiyle palazlandırdıkları Kürt aşiretleri ve onların  kendilerinden daha hırçın katil çocuğu PKK  Ortadoğu’daki dört devleti gözler önünde acıka tehdit ediyor.

Artık sosyal medya hesaplarının en “vatanseverlerinde” bile Kuzey Irak kürt yığışmasına “Kürdistan” denmeye başladığı için okurları uyarmak istedim.

Kuzey Irak bir “Kürdistan” falan değil. Orası sahipli bir köpeğin zincirinden bağlandığı oyun sahası. Yemeğini, enerjisini veren yabancıları ısırmakta tereddüt etmeyen bu köpek tabiatlı güruh, Suriye gibi  gelişmemiş bir ülkeyi de bölmeyi aşardı.

Bazıları Kuzey Irak Kürt yığışmasının PKK’dan rahatsız olduğunu falan söyleyerek bu yığışmanın meşru bir özelliği olduğunu falan anlatmaya çalışıyor.

Kuzey Irak Kürt yığışması,  Ortadoğu’nun barışına ve huzuruna  yöneltilmiş tehditlerin neredeyse “nükleer” seviyede  yığıldığı  açık bir cephaneliktir.

Kuzey Irak Kürt yığışması, sözde bir bayrak ve  ucuz kalaşnikoflarla devlet ve ulus olunabileceğini sanan  Kürtçü ihanetinin kaynağıdır.

Kuzey Irak’ın Kürdistan olduğunu vs savunarak hiçbir Kürt’ün bize ısınmasını sağlayamayız. Bu aksine Kürt kökenli yurttaşlarımızda PKK’ya ve eli silahlı Kürtlere boyun eğdiğimiz, ülkemizin bölünmesine rıza gösterdiğimiz algısını uyandırır.

“ Bir Kürt kedisini bile teslim etmeyeceğini” söyleyen bir Kürt aşiret ağasıyla “dört devletten toprak talep eden” bir başka hadsiz Kürt aşiret ağasının “devlet” düzeyinde ciddiye alınması hiç kimseye huzur getiremez.

Bugün Kürt bölücülüğüne gösterilen en küçük bir hoşgörü yarın bize yeni silâhlı kalkışmalar, yeni Sur kalleşlikleri olarak geri dönecektir.

Ne yapmalı? Yapılacak şey basittir. Öncelikle Türkiye’de etnik siyaset ceza kanunlarıyla ve Anayasa hükümleriyle sonsuza dek yasaklanmalıdır.

Sonra Suriye ve Irak Arap yönetimleriyle anlaşarak bölgede eli silâhlı tek bir Kürt kalmayana kadar  Kürt bölücü terörüyle mücadele edilmelidir. İçinde Kürt kökenli yurttaşları olan devletlerin bu toplulukla ilişkileri kendi egemenlik sahasına terk edilmelidir. Ortadoğu’da Kürt silahlanmasının bölmeye çalıştığı dört ülke bu konuda derhal bir pakt kurmalıdır.

Silâhlı yapıları  dört ülkenin ortak operasyonlarıyla kesin ve kararlı biçimde  yok edilecek Kürt ihanetinin içerideki siyaset ayakları da derhal cezalandırılmalı, parti yöneticileri hapsedilmeli, ikinci derece yandaşlar vatandaşlıktan çıkarılmalı sınır dışı edilmeli  veya suçlarının derecesine göre “kısıtlanmış vatandaş” olarak kaydedilmelidir.

Bütün bunlar yapılmaksızın bir sözde Kürt devletinin oluşumuna izin verilirse ne olur?

Kürt terörü daha da azar ve İsrail’den çok daha tehlikeli bir biçimde bütün ulusal yapıları yok etmeğe yönelir.

O  yüzden Ortadoğu’yu temelinden yıkmaya  kurulmuş silâhlı Kürt ihanetinin sonsuza dek susturulması, Ortadoğu’da barışın ve huzurun tek çaresidir.