Alışıla gelen anlayışa göre “sağ”,
muhafazakâr hatta zaman zaman tutucu,
gelişme veya değişme karşıtı, otoriter, yabancı düşmanı, ırkçı, bireyci,
mülkiyetçi, kapitalist bir siyaset
anlayışını ifade eder.
Yine aynı anlayışa göre sol,
değişimci, devrimci, ilerici, paylaşımcı, kollektivist, özgürlükçü,
enternasyonalist, hümanist ve iyi olan her şeyi temsil eden bir dostluk
kampıdır.
Yukarıdaki tanımlar/nitelemeler,
kıta Avrupası’nda ve sonradan bize oradan gelen sağ ve sol tanım ya da niteleme parçalarının bir toplamı
olabilir. Aslında bu tanımlamalar da anlaşıldığı kadarıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra İnsan Hakları Beyannamesi’nden BM
kuruluşuna kadar her konuda baskı kurabilen ve daha sonra özellikle soğuk savaş
döneminde entelektüel öğrenci birliklerini kullanarak uydu devletler elde eden SSCB’nin yarattığı yoğun entelektüel
baskıyla oluşmuştur.
Çünkü özellikle İngiliz muhafazakârlığı
ki “muhafazakâr siyasetin” doğum yeri
İngilteredir, köktenci devrimsel fikirler dışında değişime tamamen karşı
durmamış, kökten değişimci devrimciliğe karşı doğal, zamana yayılan toplumsal
bir evrimi/dönüşümü savunmuştur.
Sol, Marx’ın öngördüğü ideolojik
devlet biçimini gerçekleştirdiğinde, yani üretim araçlarının kamulaştırıldığı bir yönetim, hayata geçirildiğine kıta
Avrupa'sı böyle bir düşüncenin sürdürülemeyeceğini fark etti. Fakat solun romantik paylaşımcılığından da
vazgeçilemezdi. Bu durumda piyasanın özgürlük ve verimlilik ayakları üzerinde
yürüyen bir sosyalizm denemesine “sosyal demokrasi” dendi. Yapılan basitti:
Devlet ki aslında bunun fiili karşılığı
devlet erkini kullanan siyasal iktidarlardı, ekonomik faaliyetleri kendi “paylaşımcılık” ve
refah ölçüleri ile “düzenleyebilirdi”.
Böylece herhangi bir ekonomik beceri ile
öne geçmek derhal” haksız rekabet” diye yaftalanıp çeşitli siyasal
müdahalelerle veya yasama yoluyla kısıtlanabiliyordu. Bu anlayış, dünyanın en
büyük kapitalizminde bile “ Atlas Vazgeçti” gibi bir felsefi eleştiri anıtının
yazılmasına yol açtı.
Peki ama bizde sağ ve sol hangi
yönlerden tanımlanır?
Bizde sol kendisini
enternasyonalizm, Kürt sempatizanlığı, kollektivizm, şiddet aklayıcılığı ( ÇHD
Başkanı Selçuk Kozağaçlıya göre “Sosyalizm şiddeti bir siyaset yapma biçimi
olarak benimser.”), içe kapanmacılık, Rus veya Çin sempatizanlığı, ekonomik
müdahalecilik, laiklik ile tanımlar. Bu nitelemelerin hepsi veya bir kısmı
ilgisi sol fraksiyona göre benimsenir ya da benimsenmez. Ama bizde solun bütün
fraksiyonlarını kapsayan genel özellikler bunlardır. Son zamanlarda ortaya
çıkan “ulusalcılık” bir ölçüde
geçmişteki Kürtçü sempatizanlıktan duyulan pişmanlığa ama daha çok şeriatçı
siyasete muahlif olmağa dayanır gibi görünmektedir. Çünkü bütün “milliyetçi”
imajına rağmen “ulusalcılar” Türkçlüğü bir faşizm ya da ırkçılık olarak
niteleyerek bütün Türkçüleri Kürtçüler
ve şeriatçılarla beraber ırkçı-faşist diyerek lanetlemekte beis görmezler( Türk
Solu yazarı Özgür Erdem, Atsız hakkında ağza alınmaz sözler yazıp bir de sözüm
ona Türk savunucusu geçinen ulusalcılara bir örnektir mesela.) Ulusalcılar
meselâ asla Atsız okumaz ama Türk Ulusu’nu kendilerinden iyi kimsenin
sevmediğini iddia ederler. Türk Ulusu’nun dünyaya yayılmış büyük varlığını
inkâr ederek önce onu Anadolu’ya tıkıp
sonra adı belirsiz bir ulus haline getirip bir tür kollektif mülkiyet
kullanıcısı olarak savunmak, ulusalcı
solun, Marksist ideolojiden kanırtarak yorumlayabildiği tek vatanseverliktir.
Solun Türk’ü bir nebze seven
küçük fraksiyonları dışındaki belirleyici çoğunluğu için Kürtçü sempatizanlığı,
Türk adından nefret, Türk dünyasının adını bile ananlara duyulan sınırsız nefret, laiklik
taraftarlığından bile önde gelen bir belirleyicidir.
Kısacası Türkiye özelinde sol, “ Türk halkının
menfaatlerini diğer herkesten önce tutmak, Türk egemenliğini kesin ve
tartışmasız bir biçimde savunmakla” ilgisiz, enternasyonalist/hümanist ve kollektivist
bir yabancılaşma kampıdır.
Sağ bu tabloda nereye oturur? Sağ
ideolojik olarak Türkiye’de solun karşıtı mıdır? Bu soruya “Evet” diye cevap
veremiyoruz. Çünkü Türkiye’de sağın, “sosyalizm karşıtılığıyla” ilgisi bile
yoktur. Türkiye’de sağ, devletin imkânlarının siyasetçilerce alabildiğine keyfi
kullanılması ve sömürülmesini benimsemesiyle fiilen sosyalist bir görünüm arz
eder.
Türkiye’de sağın sosyoekonomik
tercihi liberalizm değildir; konformizm ve plütokrasidir. Türkiye’de sağ seçmen
davranışı, bu yapıya herhangi bir yerinden eklemlenip onu mümkün olduğunca
korumaya dayalı bir muhafazakârlıktan ibarettir ki bunu da dini müşevviklerle
aklamağa ve sürdürmeğe çalışır.
Dinin temelinde, Türk insanının
kendi milletine duyduğu sevgiyi onaylayacak bir şey bulunmadığından ya da
mevcut din uygulamalarından ve anlayışından artık böyle bir yorum elde
edilemeyeceğinden dolayı da “sağı” beli
rleyen insan karakteristiği, “devletin, kanunların dine göre düzenlenmesini isteyen” şeriatçı tipolojisini destekler.
Keza MHP’nin siyasal İslâmcılıkla asimile edilmiş
seçmenleri de dahil olmak üzere “sağ seçmenin” Türkçülüğün doğal ilgi alanı
olan Türk Dünyasıyla da bir ilgisi yoktur.
Bunun yanı sıra Kürt Hizbullahının
veya Nurcu diğer tarikatların sözde PKK’ya
karşı kullanılması hilesiyle aslında Kürtçülüğün şeriatçı kolunun bölücülüğünü
destekleyen de kendisini dinle gösteren sağ siyasetti. Sol Türkiye’nin bir kısmını “Kürdistan” diye anmakta beis görmezken şeriatçı sağ da
aynı bölücülüğün popülizmini dine dayanarak sürdürdü.
Her iki kamp da Türkiye’nin Türklere ait olmadığı söyleminde
buluşuyordu.
Türkiye özelinde sağ ve sol,
kendilerini oluşturan batılı kavramsallığa uzak kalmış, buna karşılık gelişmiş
ülkelerin kendilerine telkin ettiği değerlerle refleksler gösteren kesin
inançlı, cahil, birer mankurt sürüsüdür.
Dolayısıyla Türkiye’de
sağcı-solcu tartışması derinliksiz, ezbere bir tartışmadır. Bu saçma ve sığ
kavramsallaştırmayla bir kör dövüşü dışında elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder