Kürtçü terörünün Türkiye’de iki
büyük tehdit unsuru var:
Bunlardan birincisi “doğrudan eylem”
tehdidi. Bu tehdit, günlük saldırı potansiyelini içeriyor ki hiç birimizin
evlerimizde huzur içinde uyuyamamamızı hedefliyor. “Cizre Bodrum’a o kadar uzak değil!” tehdidi,
şehirlerde yerleşik Kürt kökenli yurttaşlar arasında barınan “yakın tehdit unsurlarını” göstererek bizi tehdit etmek anlamına
geliyordu.
İkinci büyük tehdit unsuru daha
dolaylı ve daha büyük bir amaca yönelik:
Türkiye’nin bölünmesi ve sözde Kürdistan’ın ortaya çıkışı. İkinci tehdidi
anlamak sıradan Türk vatandaşları için biraz daha zor çünkü bu tehdit hukuk
istismarına dayanıyor.
İkinci tehdidin sözde “yasal
dayanağı”, devletin sözde hak
ihlallerinin Kürt kökenli yurttaşları sözde bir “meşru mücadeleye” itmesi ve bu
sözde meşru müdafaanın da “resmi bir iç savaşa” dönmesi beklentisiydi. “Güneydoğu’daki
kirli savaş” söyleminin temel sebebi, Kürtçü etnik terörüyle mücadelenin bir
tür “ilân edilmemiş iç savaş” olduğunun
önce kamuoyuna kabul ettirilmesi idi. Böylece Türk kamuoyunda dahi Kürt etnik
teröristleri birer sözde meşru hak savaşçısı, veya sözde özgürlük savaşçısı
haline getirilerek “tarafları belli ve uluslar arası hukuka uygun” bir savaş
yaratılmış olacaktı.
İkinci tehdidin özünü, “Türk ulusal
egemenlik hakkının gayrı resmi olarak tanınmaması ve yıpratılması”
oluşturuyordu. Böylece Ankara’nın göbeğinde taksicilik yapan sıradan vatandaş
bile bebek katili vatan hainlerinin sözde mücadelesinin “haklı bir yanı
olduğuna” bir ölçüde ikna edildi. Hele
resmi ağızlardan “ Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşıldığı” vs işitildiği zaman
seçmen davranışı kendiliğinden değişti.
Özellikle sol hukuk çevreleri,
bugün artık Ortadoğu’daki bütün ulusal devletleri tehdit eden Kürt etnik
terörüyle mücadelede devletin elini hukuk yoluyla zora sokmak için liberal
sosyal bilimcilerle zımni işbirliğini o denli ileri götürdüler ki bebek katili
vatan haini Kürtçü teröristler, usul
hukuku şemsiyesiyle sıradan bir suç şüphelisiymiş gibi ayrıcalıklı bir konuma
getirildiler.
Böylece Türk devletinin bebek
katillerine “orantısız güç” kullandığından tutun da ifade hürriyetlerinin
engellendiğine, bebek katili terörist başının “tecrit edildiğine” kadar pek çok
zırva bahsettiğimiz sol hukuk çevreleri ve liberal sosyal bilimciler camiasının
zımni “Türk düşmanlığı koalisyonunca”
Türk kamuoyuna bilişsel bir zorbalıkla dayatıldı.
Kürtçü terörün yaptığı şey tam
bir şark kurnazlığı idi. Kürtçü teröristler, “vatandaşlık hakkını” istismart
ederek tek taraflı bir eylem özgürlüğü elde ediyorlardı. Eylem yapıp can
alırken hiçbir kanuna uymamakta kendilerini özgür hissediyorlar ve yakalanma
durumunda da usul hukukuyla korunacaklarına güveniyorlardı.
Ülkenin beka mücadelesinde Türk
güvenlik güçlerinin bizzat Türk hukukuyla bağlanmasını sağlamağa çalıştılar ve
zaten “Elhamdülillah artık Türk olmaktan kurtulduk!” diyen siyasetçilerin “ılımlı ihanetleriyle” bu emellerine büyük
ölçüde ulaştılar.
“ Bu iş silahla bitmez!” diyerek
Türk ulusunun ve devletinin Kürtçü terör karşısında aciz olduğunu bize öğretmeğe kalktılar. Fakat
birkaç Türk vatanseveri dışında hiç
kimse terörün gerçekte neden bitirilemediğini anlamağa çalışmadı.
Bunun en büyük sebebi, Kürtçü
teröristlerin/hainlerin kendi hukukumuzu bizim gibi kullanabilmesine izin
verilmesiydi. Bugün çocuklar dahi biliyordu ki bebek katilleri sürüsüne katılan herkesin kimlik belgesi ortadan kaldırılarak
her birine birer kod adı veriliyordu. Üzerinde ayyıldız bulunan egemenlik alametimizi
yok ederek o hainler aslında kendiliğinden vatandaşlığın kendilerine sağladığı
bütün haklardan feragat ettiklerini söylemiş oluyorlardı.
Burada bebek katili vatan haini
sürüsü, vatandaşlarla aynı haklara sahip olan “ayrıcalıklı bir katil sürüsü”
olarak eylemlere girişerek büyük ölçüde moral ve destek buldu. Halk arasında
PKKlı olmanın neredeyse bedava olduğu kanaati yayıldığında, Kürtçü sözde
siyasetçiler de “seçim sonuçlarından sözde Kürdistan haritası” çıkaracak cüreti
kendilerinde buldular
Son üç yıldır yürütülen
operasyonlarda Kürtçü terörün beli kırıldı gibi görünüyor. Doğuda insanlar
biraz nefes alabilmeğe başladılar. Yine de önümüzdeki mahalli idareler
seçimlerinde Kürtçü terörün kendisini sözde yasal dayanaklarla şehirlerimize
sokacağını düşünmeden edemiyoruz.
O halde ne yapılmalı? Mevcut
yasal düzenlemelerle doğrudan bölücü
Kürtçü terörünün, usul hukukuyla korunmasıyla “korkak Türk devleti ve Türk milleti” imajıyla
halkta bölünme fikrinin ateşlenmesine , cesaret bulmasına izin mi verilmelidir?
Elbette hayır. Aslında yapılması
gereken basittir. Kürtçülüğün bütün ifade imkânları derhal yasal olarak yasaklanmalıdır.
Bundan sonrasında Kürtçülük’ün meşru bir siyasi muhatap olmadığı yasal olarak
ortaya konmalıdır. Gerçi Kürtçü terörün beslendiği tabandan aynı söylemi kullanarak, aynı Türk düşmanlığı temelinden
oy devşirmeğe kalkarak bunu yapmak mümkün değil. Fakat gene de kısa vadede
yapılacak iş belki şu olabilir: Kürtçü
teröre doğrudan veya dolaylı bulaşmış hiç kimsenin “vatandaşlık haklarının”
diğerleriyle aynı olamayacağı gösterilmelidir.
Türk egemenliğine karşı “hukuksal denksizlik ve istismar” yoluyla karşı
çıkanların “ hukuk önünde eşit olmadığı” açıkça ortada olduğuna göre Kürtçü teröristlerin
usul hukukundan yararlanmasına izin verilmemelidir. Hukukumuzu istismar ederek
bizi kendi kurallarımızla bağlayıp da sözde bir iç savaşın tarafı olmağa
çalışanların aslında hiçbir hukuktan yararlanmağa haklarının olmadığı doğrudan
doğruya gösterilerek Kürtçü terörün silâhlı unsurlarının hiçbir yerde
barınamayacağı ve kesin şekilde yok edilecekleri gösterilmelidir.
Hiçbir ulus, düşmanlarıyla mücadelede
kendi kanunlarınca sınırlandırılamaz. Kürtçü teröristler büyük ölçüde vatan
haini diyebileceğimiz iç düşmanlar konumundadırlar. Bu yüzden doğrudan imhaları
bir “usul hukuku” problemi falan değildir. Düşmanın kıyafetini giyenlerin,
vatandaşın haklarından yararlandırılması mümkün değildir. Bu mücadele, tavizsiz, ayrımsız ve sürekli ortaya
konmadıkça Kürtçü terör kendi ucuz kahramanlarıyla bilinçlerimizi zehirlemeğe
devam edecek.