28 Ocak 2019 Pazartesi

Kürtçü Terörün Kanun İstismarı ve Hukuki Denksizlik Sorunu




Kürtçü terörünün Türkiye’de iki büyük tehdit unsuru var:

Bunlardan birincisi “doğrudan eylem” tehdidi. Bu tehdit, günlük saldırı potansiyelini içeriyor ki hiç birimizin evlerimizde huzur içinde uyuyamamamızı hedefliyor. “Cizre  Bodrum’a o kadar uzak değil!” tehdidi, şehirlerde yerleşik Kürt kökenli yurttaşlar arasında  barınan “yakın tehdit unsurlarını”  göstererek bizi tehdit etmek anlamına geliyordu.

İkinci büyük tehdit unsuru daha dolaylı ve daha büyük bir  amaca yönelik: Türkiye’nin bölünmesi ve sözde Kürdistan’ın ortaya çıkışı. İkinci tehdidi anlamak sıradan Türk vatandaşları için biraz daha zor çünkü bu tehdit hukuk istismarına dayanıyor.

İkinci tehdidin sözde “yasal dayanağı”, devletin  sözde hak ihlallerinin Kürt kökenli yurttaşları sözde bir “meşru mücadeleye” itmesi ve bu sözde meşru müdafaanın da “resmi bir iç savaşa” dönmesi beklentisiydi. “Güneydoğu’daki kirli savaş” söyleminin temel sebebi, Kürtçü etnik terörüyle mücadelenin bir tür  “ilân edilmemiş iç savaş” olduğunun önce kamuoyuna kabul ettirilmesi idi. Böylece Türk kamuoyunda dahi Kürt etnik teröristleri birer sözde meşru hak savaşçısı, veya sözde özgürlük savaşçısı haline getirilerek “tarafları belli ve uluslar arası hukuka uygun” bir savaş yaratılmış olacaktı.

İkinci tehdidin özünü, “Türk ulusal egemenlik hakkının gayrı resmi olarak tanınmaması ve yıpratılması” oluşturuyordu. Böylece Ankara’nın göbeğinde taksicilik yapan sıradan vatandaş bile bebek katili vatan hainlerinin sözde mücadelesinin “haklı bir yanı olduğuna”  bir ölçüde ikna edildi. Hele resmi ağızlardan “ Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşıldığı” vs işitildiği zaman seçmen davranışı  kendiliğinden değişti.

Özellikle sol hukuk çevreleri, bugün artık Ortadoğu’daki bütün ulusal devletleri tehdit eden Kürt etnik terörüyle mücadelede devletin elini hukuk yoluyla zora sokmak için liberal sosyal bilimcilerle zımni işbirliğini o denli ileri götürdüler ki bebek katili vatan haini Kürtçü  teröristler, usul hukuku şemsiyesiyle sıradan bir suç şüphelisiymiş gibi ayrıcalıklı bir konuma getirildiler.

Böylece Türk devletinin bebek katillerine “orantısız güç” kullandığından tutun da ifade hürriyetlerinin engellendiğine, bebek katili terörist başının “tecrit edildiğine” kadar pek çok zırva bahsettiğimiz sol hukuk çevreleri ve liberal sosyal bilimciler camiasının zımni “Türk düşmanlığı koalisyonunca” Türk kamuoyuna bilişsel bir zorbalıkla dayatıldı.

Kürtçü terörün yaptığı şey tam bir şark kurnazlığı idi. Kürtçü teröristler, “vatandaşlık hakkını” istismart ederek tek taraflı bir eylem özgürlüğü elde ediyorlardı. Eylem yapıp can alırken hiçbir kanuna uymamakta kendilerini özgür hissediyorlar ve yakalanma durumunda da usul hukukuyla korunacaklarına güveniyorlardı.

Ülkenin beka mücadelesinde Türk güvenlik güçlerinin bizzat Türk hukukuyla bağlanmasını sağlamağa çalıştılar ve zaten “Elhamdülillah artık Türk olmaktan kurtulduk!” diyen siyasetçilerin  “ılımlı ihanetleriyle” bu emellerine büyük ölçüde ulaştılar.

“ Bu iş silahla bitmez!” diyerek Türk ulusunun ve devletinin Kürtçü terör karşısında  aciz olduğunu bize öğretmeğe kalktılar. Fakat  birkaç Türk vatanseveri dışında hiç kimse terörün gerçekte neden bitirilemediğini anlamağa çalışmadı.

Bunun en büyük sebebi, Kürtçü teröristlerin/hainlerin kendi hukukumuzu bizim gibi kullanabilmesine izin verilmesiydi. Bugün çocuklar dahi biliyordu ki bebek  katilleri sürüsüne katılan  herkesin kimlik belgesi ortadan kaldırılarak her birine birer kod adı veriliyordu. Üzerinde ayyıldız bulunan egemenlik alametimizi yok ederek o hainler aslında kendiliğinden vatandaşlığın kendilerine sağladığı bütün haklardan feragat ettiklerini söylemiş oluyorlardı.

Burada bebek katili vatan haini sürüsü, vatandaşlarla aynı haklara sahip olan “ayrıcalıklı bir katil sürüsü” olarak eylemlere girişerek büyük ölçüde moral ve destek buldu. Halk arasında PKKlı olmanın neredeyse bedava olduğu kanaati yayıldığında, Kürtçü sözde siyasetçiler de “seçim sonuçlarından sözde Kürdistan haritası” çıkaracak cüreti kendilerinde buldular

Son üç yıldır yürütülen operasyonlarda Kürtçü terörün beli kırıldı gibi görünüyor. Doğuda insanlar biraz nefes alabilmeğe başladılar. Yine de önümüzdeki mahalli idareler seçimlerinde Kürtçü terörün kendisini sözde yasal dayanaklarla şehirlerimize sokacağını düşünmeden edemiyoruz.

O halde ne yapılmalı? Mevcut yasal düzenlemelerle   doğrudan bölücü Kürtçü terörünün, usul hukukuyla korunmasıyla  “korkak Türk devleti ve Türk milleti” imajıyla halkta bölünme fikrinin ateşlenmesine , cesaret bulmasına izin mi verilmelidir?

Elbette hayır. Aslında yapılması gereken basittir. Kürtçülüğün bütün ifade imkânları derhal yasal olarak yasaklanmalıdır. Bundan sonrasında Kürtçülük’ün meşru bir siyasi muhatap olmadığı yasal olarak ortaya konmalıdır. Gerçi Kürtçü terörün beslendiği tabandan aynı söylemi  kullanarak, aynı Türk düşmanlığı temelinden oy devşirmeğe kalkarak bunu yapmak mümkün değil. Fakat gene de kısa vadede yapılacak iş  belki şu olabilir: Kürtçü teröre doğrudan veya dolaylı bulaşmış hiç kimsenin “vatandaşlık haklarının” diğerleriyle aynı olamayacağı gösterilmelidir.  Türk egemenliğine karşı “hukuksal denksizlik ve istismar” yoluyla karşı çıkanların “ hukuk önünde eşit olmadığı” açıkça ortada olduğuna göre Kürtçü teröristlerin usul hukukundan yararlanmasına izin verilmemelidir. Hukukumuzu istismar ederek bizi kendi kurallarımızla bağlayıp da sözde bir iç savaşın tarafı olmağa çalışanların aslında hiçbir hukuktan yararlanmağa haklarının olmadığı doğrudan doğruya gösterilerek Kürtçü terörün silâhlı unsurlarının hiçbir yerde barınamayacağı ve kesin şekilde yok edilecekleri gösterilmelidir.

Hiçbir ulus, düşmanlarıyla mücadelede kendi kanunlarınca sınırlandırılamaz. Kürtçü teröristler büyük ölçüde vatan haini diyebileceğimiz iç düşmanlar konumundadırlar. Bu yüzden doğrudan imhaları bir “usul hukuku” problemi falan değildir. Düşmanın kıyafetini giyenlerin, vatandaşın haklarından yararlandırılması mümkün değildir. Bu mücadele,  tavizsiz, ayrımsız ve sürekli ortaya konmadıkça Kürtçü terör kendi ucuz kahramanlarıyla bilinçlerimizi zehirlemeğe devam edecek.

25 Ocak 2019 Cuma

YOKSUNLARIN VARSALLIĞI ÜZERİNE İRONİK BİR GÖNDERME

Daniel Kahneman, 2002 Nobel Ekonomi Ödülü aldığı makalesine de yer verdiği 'Hızlı ve Yavaş Düşünme' adlı kitabında; "Kendi inanç ve isteklerimizi en iyi zamanda bile sorgulamak zordur, en çok ihtiyacımız olduğunda özellikle zordur." diyor.

Kendi inançlarımızı ve isteklerimizi sorgulamakta zorlanırken, toplumsal inanç ve isteklerimizle ilgili yargılar ortaya koyarken hemen hiç zorlanmayız. Bindiğiniz ticari aracın sürücüsünden, mahalledeki esnafa, sokaktaki vatandaşa kadar kime sorsanız ülke hakkında ve halkın genel eğilimleri konusunda kesin bir fikir ortaya koyar. Esnaf arkadaşı, komşusu, müşterisi ya da kendisini destekleyen seçmeni ile konuşan siyasetçi hemen bir genelleme yapar. İstatistik biliminin bütün varsayımları, öğretileri göz ardı edilir. Kamuoyu yoklama şirketlerinin yaptıkları araştırmalar bile kendi izlenim ve duygularımız, sezgisel kanılarımızla, tercihlerimize, tespitlerimize duyduğumuz güvenden daha etkili değildir. Bunun bilincinde olan çoğu şirket de sipariş eden kişi ya da kurumun isteği doğrultusunda etik olmayan manüpülatif sonuçlarla giderler işverenlerine; hele kamuoyu ile paylaşılmayacaksa!

İnsanı bilinmeyenin dokunuşundan daha çok korkutan şey yoktur. İnsanların etraflarında yarattıkları bütün mesafelerin nedeni bu korkudur. İnsanların yanı başlarında durup, onları incelerken bile gerçek bir temastan kaçınırız. Eğer kaçınmıyorsak bu, birisinden hoşlandığımız içindir; o zaman da yaklaşan biz oluruz.(Elias Canetti, Kitle ve İktidar). İnsanlar kendilerine benzeyenlerle bir araya gelir, kendilerine benzeyeni seçer ya da lider olarak görür. Spiritüel konularla ilgilenenler buna aynı frekansta olmak diyorlar. Birbirine benzeyen insanların, arkadaş, komşu ya da seçmenin istek ve inançlarının benzer olması hatta bunları sorgulamakta zorlanmaları doğal değil midir?

 Sadece kendimize benzerlerin veya hoşlandığımız insanların bize ' dokunmasına' izin veriyorsak ve izin verdiklerimiz ile bir kitle oluşturuyorsak, kendi kişisel ve kitlesel  kısır döngümüzü de yaratmış olmaz mıyız? Yanlışlardan söz etmek için daha zengin ve kesin bir tartışma dili sağlamak, bu kısır döngüde işe yarar mı? Bu kitleyi oluşturan bireylerin niteliğiyle ilgili değil midir? Diğer yandan kitle yekpare midir? Ya halk-toplum bu tanımı sağlayan özelliklerini yitirmişse ve halkın içinde birbirinden farklı kitleler oluşmuşsa! Nihayetinde kitleler kapalı birer topluluk ve aralarında geçişgenlik yoksa?

Canetti, (Kitle ve İktidar) kitleyi bir arada tutan iki önemli durumdan söz ediyor. İlki, rakip bir kitle yaratmak, diğeri kitle içindeki kişileri eşitlemek. Burada eşitlik kavramı ele alınmalı. Birey ve toplulukların insanca yaşam koşullarına kavuşturulması için onlarda önce bu yönde bir yoksunluk duygusu yaratmak; bu eşitleme durumu tamda yoksunluk duysunun tezatı, bireyler arası rekabeti yok etme durumu değil midir? Esas mesele neyde eşitleneceğiniz olmalıdır.

Çağdaş dünyada insanlar yasalar önünde eşit, yaşam tarzı ve kişisel tercihler alanlarında özgür refah düzeyi konusunda ise adil bir toplumsal yapıya sahip olarak kendi eşitlemiş kitlelerini oluşturma yolunu seçiyorlar. Bunun karşıtı az gelişmiş toplumlarda ise daha az özgürlük ve yoksullukta eşitlenme!

Tekrar Türkiye ölçeğine dönersek; vatandaşların nerdeyse %50-%50 siyaseten iki ayrı kitleye ayrılmış durumda.  Kitleleri oluşturan insanların benzer özelliklere de sahip olduğu görülüyor. Bir taraf diğerine Latince ‘insan koyun’ anlamına gelen ‘ovium hominum’ diyor! Diğer tarafın bir araya gelmelerine neden olan ötekileştirme olgusunu doğrular biçimde! İnsan koyunlar(?) ise tamamıyla kapalılar, saf değiştirmek gibi bir niyetleri yok. Üstelik ötekileştirme olgusunun birleştirici gücüne bu kitleyi sürdürülebilir gelir konusunda (temel sosyal yardımlar..), yaşam koşullarını iyileştirme( gecekondudan TOKİ konutlarına evrilme)  ve en önemlisi kendilerine benzer buldukları liderin konumunun onları bir arada tutan çok kuvvetli bir çekim gücü var.

%50’lik diğer kitlenin ise  'ovium hominum’ların' kendi inanç ve isteklerini sorgulayacakları noktasında bir beklentisi hatta bu kitlenin dağılması yönünde umutları var.  Gerekçeleri ise 'insan koyunların’' birey olduklarını hatırlamaları yoksunluk duygusunun bütün varlığını hissettirmesi!!! Ekmek ve makarna ile karnını doyuran, gecekondudan TOKİ konutlarına geçtikleri için kendilerini Topkapı Sarayına taşındı sanan bu insanların,birden dövize endeksli lüks ürünlerin, ithal araçların, yurt dışı seyahatlerinin, lüks rezidansların fiyatları arttı diye yoksunluk duymaları, sinemaya gidemiyorum, kağıt fiyatları arttı kitap- gazete okuyamıyorum diye isyan etmelerini beklemek gibi bir umutları var.

%50 lik 'ovium hominum olmayan' kitlenin sanırım bu noktada ciddi bir sorgulama yapması gerekiyor. Kitleyi bir arada tutan unsurlardan bir diğeri rakip kitle oluşuydu. İnsan koyun olmadığını iddia eden kitle belki 'ovium’lara' rakip olmadıklarını anlatabilir ya da gösterebilir. İşe  ‘ovium hominum’ tanımlamasından  başlamanın yerinde olacağı kesin gibi duruyor.


Önümüzde son 16 senenin 'hayati önem taşıyan' 15. seçimi var. Yine bize benzeyen insanlar ile konuşup bize göre önemli, medyanın yer verdiği konularla ilgili göreceli bir sıralama yapıyor ve bunları genelliyoruz. Ekonomik krizi ve Suriyeli sığınmacıları her iki kitlenin önceliği sanan siyasetçiler, bununla ilgili büyük beklentilere girip bunları iktidarı değiştirecek, kendilerine yer açacak güç olarak görüyorlar. Dahası bütün bu sanılarını halkın daha çok demokrasi, daha çok sürdürülebilir gelir, daha çok kişisel özgürlük istemesine tekrar tek kitle olmak istemesine bağlıyorlar! Ancak bunun dışında da bir yeni bir argüman, çözüm hatta çare ortaya koyamıyorlar. Sorumluluğu koyunların lideri koyunlara, koyun olmadıklarını iddia edenlerin liderleri de ovium hominum'lara yüklemiş gözüküyor.



24 Ocak 2019 Perşembe

Türksüz Sağ Türksüz Sol




Her şeyden önce “sağ” ve “sol” kavramlarının bugünkü  anlamlarına bakmak sanırım yerinde olur.

Alışıla gelen anlayışa göre “sağ”, muhafazakâr hatta  zaman zaman tutucu, gelişme veya değişme karşıtı, otoriter, yabancı düşmanı, ırkçı, bireyci, mülkiyetçi, kapitalist  bir siyaset anlayışını ifade eder.

Yine aynı anlayışa göre sol, değişimci, devrimci, ilerici, paylaşımcı, kollektivist, özgürlükçü, enternasyonalist, hümanist ve iyi olan her şeyi temsil eden bir dostluk kampıdır.

Yukarıdaki tanımlar/nitelemeler, kıta Avrupası’nda ve sonradan bize oradan gelen sağ ve sol  tanım ya da niteleme parçalarının bir toplamı olabilir. Aslında bu tanımlamalar da anlaşıldığı kadarıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İnsan  Hakları Beyannamesi’nden BM kuruluşuna kadar her konuda baskı kurabilen ve daha sonra özellikle soğuk savaş döneminde entelektüel öğrenci birliklerini kullanarak uydu devletler  elde eden SSCB’nin yarattığı yoğun entelektüel baskıyla oluşmuştur.

Çünkü özellikle İngiliz muhafazakârlığı ki  “muhafazakâr siyasetin” doğum yeri İngilteredir, köktenci devrimsel fikirler dışında değişime tamamen karşı durmamış, kökten değişimci devrimciliğe karşı doğal, zamana yayılan toplumsal bir evrimi/dönüşümü savunmuştur.

Sol, Marx’ın öngördüğü ideolojik devlet biçimini gerçekleştirdiğinde, yani üretim araçlarının kamulaştırıldığı  bir yönetim, hayata geçirildiğine kıta Avrupa'sı böyle bir düşüncenin sürdürülemeyeceğini fark etti. Fakat  solun romantik paylaşımcılığından da vazgeçilemezdi. Bu durumda piyasanın özgürlük ve verimlilik ayakları üzerinde yürüyen bir sosyalizm denemesine “sosyal demokrasi” dendi. Yapılan basitti: Devlet ki aslında bunun fiili karşılığı  devlet erkini kullanan siyasal iktidarlardı,  ekonomik faaliyetleri kendi “paylaşımcılık” ve refah ölçüleri  ile “düzenleyebilirdi”. Böylece  herhangi bir ekonomik beceri ile öne geçmek derhal” haksız rekabet” diye yaftalanıp çeşitli siyasal müdahalelerle veya yasama yoluyla kısıtlanabiliyordu. Bu anlayış, dünyanın en büyük kapitalizminde bile “ Atlas Vazgeçti” gibi bir felsefi eleştiri anıtının yazılmasına yol açtı.

Peki ama bizde sağ ve sol hangi yönlerden tanımlanır?

Bizde sol kendisini enternasyonalizm, Kürt sempatizanlığı, kollektivizm, şiddet aklayıcılığı ( ÇHD Başkanı Selçuk Kozağaçlıya göre “Sosyalizm şiddeti bir siyaset yapma biçimi olarak benimser.”), içe kapanmacılık, Rus veya Çin sempatizanlığı, ekonomik müdahalecilik, laiklik ile tanımlar. Bu nitelemelerin hepsi veya bir kısmı ilgisi sol fraksiyona göre benimsenir ya da benimsenmez. Ama bizde solun bütün fraksiyonlarını kapsayan genel özellikler bunlardır. Son zamanlarda ortaya çıkan “ulusalcılık”  bir ölçüde geçmişteki Kürtçü sempatizanlıktan duyulan pişmanlığa ama daha çok şeriatçı siyasete muahlif olmağa dayanır gibi görünmektedir. Çünkü bütün “milliyetçi” imajına rağmen “ulusalcılar” Türkçlüğü bir faşizm ya da ırkçılık olarak niteleyerek bütün Türkçüleri  Kürtçüler ve şeriatçılarla beraber ırkçı-faşist diyerek lanetlemekte beis görmezler( Türk Solu yazarı Özgür Erdem, Atsız hakkında ağza alınmaz sözler yazıp bir de sözüm ona Türk savunucusu geçinen ulusalcılara bir örnektir mesela.) Ulusalcılar meselâ asla Atsız okumaz ama Türk Ulusu’nu kendilerinden iyi kimsenin sevmediğini iddia ederler. Türk Ulusu’nun dünyaya yayılmış büyük varlığını inkâr ederek önce  onu Anadolu’ya tıkıp sonra adı belirsiz bir ulus haline getirip bir tür kollektif mülkiyet kullanıcısı olarak savunmak,  ulusalcı solun, Marksist ideolojiden kanırtarak yorumlayabildiği tek vatanseverliktir.

Solun Türk’ü bir nebze seven küçük fraksiyonları dışındaki belirleyici çoğunluğu için Kürtçü sempatizanlığı, Türk adından nefret, Türk dünyasının adını bile ananlara  duyulan sınırsız nefret, laiklik taraftarlığından bile önde gelen bir belirleyicidir.

 Kısacası Türkiye özelinde sol, “ Türk halkının menfaatlerini diğer herkesten önce tutmak, Türk egemenliğini kesin ve tartışmasız bir biçimde savunmakla” ilgisiz, enternasyonalist/hümanist ve kollektivist bir yabancılaşma kampıdır.

Sağ bu tabloda nereye oturur? Sağ ideolojik olarak Türkiye’de solun karşıtı mıdır? Bu soruya “Evet” diye cevap veremiyoruz. Çünkü Türkiye’de sağın, “sosyalizm karşıtılığıyla” ilgisi bile yoktur. Türkiye’de sağ, devletin imkânlarının siyasetçilerce alabildiğine keyfi kullanılması ve sömürülmesini benimsemesiyle fiilen sosyalist bir görünüm arz eder.

Türkiye’de sağın sosyoekonomik tercihi liberalizm değildir; konformizm ve plütokrasidir. Türkiye’de sağ seçmen davranışı, bu yapıya herhangi bir yerinden eklemlenip onu mümkün olduğunca korumaya dayalı bir muhafazakârlıktan ibarettir ki bunu da dini müşevviklerle aklamağa ve sürdürmeğe çalışır.

Dinin temelinde, Türk insanının kendi milletine duyduğu sevgiyi onaylayacak bir şey bulunmadığından ya da mevcut din uygulamalarından ve anlayışından artık böyle bir yorum elde edilemeyeceğinden dolayı da “sağı” beli

rleyen insan karakteristiği, “devletin, kanunların dine göre düzenlenmesini isteyen” şeriatçı tipolojisini destekler.

Keza MHP’nin  siyasal İslâmcılıkla asimile edilmiş seçmenleri de dahil olmak üzere “sağ seçmenin” Türkçülüğün doğal ilgi alanı olan Türk Dünyasıyla da bir ilgisi yoktur.

Bunun yanı sıra Kürt Hizbullahının  veya Nurcu diğer tarikatların sözde PKK’ya karşı kullanılması hilesiyle aslında Kürtçülüğün şeriatçı kolunun bölücülüğünü destekleyen de kendisini dinle gösteren sağ siyasetti.  Sol Türkiye’nin bir kısmını “Kürdistan”  diye anmakta beis görmezken şeriatçı sağ da aynı bölücülüğün popülizmini dine dayanarak sürdürdü.


Her iki kamp da  Türkiye’nin Türklere ait olmadığı söyleminde buluşuyordu.


Türkiye özelinde sağ ve sol, kendilerini oluşturan batılı kavramsallığa uzak kalmış, buna karşılık gelişmiş ülkelerin kendilerine telkin ettiği değerlerle refleksler gösteren kesin inançlı, cahil, birer mankurt sürüsüdür.

Dolayısıyla Türkiye’de sağcı-solcu tartışması derinliksiz, ezbere bir tartışmadır. Bu saçma ve sığ kavramsallaştırmayla bir kör dövüşü dışında  elde edebileceğimiz hiçbir şey yoktur.







23 Ocak 2019 Çarşamba

Öksüz Türklüğümüz Ve Atsız



Çok eski bir arkadaşım, gen testi yaptırdığını, kanında zerrece Türklük çıkmadığını, bunun da onu çok rahatlattığını, tavsiye ettiğini  yazmış. Adını vermediğime göre herhalde problem olmaz. Zaten bahsettiği şeyi çok da önemsemediğine göre ondan böyle bahsetmemeden de gocunacağını sanmam.

Bu ifadelerin önemi ya da sakıncası ne?

Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret  damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”  sözüyle anlatılmak istenen nedir?

Yaşı elliye yaklaşan bir kuşağın Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ezberlemiş olması gerekir. Dolayısıyla Hitabe’nin bitiş cümlelerini bilmemesi mümkün değildir.

Yaşı elliye yaklaşan bir kuşağın, bu yüzden Atatürk’ün Türklükle ilgili kanaatlerini bilmemesi de mümkün değildir.

Sevgili arkadaşımın iki-üç  alaycı cümlesi acaba basit nükteler/  şakalar olarak görülüp savuşturulabilir mi yoksa şu anda ülkenin temelini teşkil eden Türk uluslaşmasına karşı yürütülen açık düşmanlığın bir parçası olarak görülebilir mi?

Bana kalırsa sevgili arkadaşımın alaycılığı, tam da şu anda, Türklüğ’ü alaya almanın “insanlık/hümanizm” olduğunu sanan, enternasyonalist  sosyalistlerin/liberallerin, Kürt etnikçilerinin ve şeriatçıların ortak düşüncelerinin ve düşmanlıklarının bir  ifadesi.

“Canım Türk olmuşsun, Kürt olmuşsun ne fark eder, iyi insan ol yeter!” safdilliği de bu düşmanlığın zımni destekçisi.

Neredeyse adı Türkiye olan bir memlekette “Ama ha “Türküz” falan demeylim, ayıptır, günahtır, Türk olan var olmayan var. Gücenmesinler!” diyecek noktaya geldik. Aslında “neredeyse” falan diyorum da on beş yıldır o noktadayız.

Güzel kardeşim! Bu ülkeyi kuran insanlardan, dünyada daha iki yüz milyon var! Yani bir ülkenin sahipliği ya da egemenliği  öyle etiket, tabela değiştirir gibi değiştirilebilecek bir şey değil.
Kaldı ki bir logoyu bile değiştirmenin ülke genelinde milyonlara varan maliyetleri olabiliyor. Bir ülkenin kuruluşunda seçilen değerler, o ülkenin vatandaşlarının davranış normlarını, siyasi tercihlerini, siyasal davranışlarını, güvenlik politikalarını  yani her şeyi değiştirir.

Dolayısıyla Türk kimliğinin herhangi bir resmi belgeden silinmesi, basit  ve etkisiz bir tercih olamaz. Böyle bir eylem ülkenin kuruluş temellerini doğrudan yıkmaktır.

Ne yazık ki son on beş yıldır Türk’ün ülkesinde, Türklük öksüzdür. Kendi ülkesinde Türk adı küçümseniyor, yok sayılıyor daha kötüsü, “insanlık  düşmanı” sayılıyor.

Bu nasıl yapılıyor?  Bu, iki koldan yapılıyor.

Birinci kolda doğrudan doğruya Kürtçü bölücülüğün silâhlı propaganda aleti ve  şeriatçılık kol kola Türk adının varlığına saldırıyor.

İkinci kolda ise “ulusalcı” denen ılımlı milliyetçi ve solcu   grup, Türk adını mümkün mertebe anmadan, öncelemeden ve merkezileştirmeden bir ulus yaratabilmenin yolunu arıyor. Elbette bu grubun içinde istisnalar var fakat  bu grubu karakterize eden büyük  kitlesel siyasal oluşum olan ve “belirleyici örneklem” sayabileceğimiz CHP, “Türksüz Atatürkçülük” fikrini, sosyalizmin enternasyonalizmi ve Stalin’in “Ulusal Sorunu” ile topluma kabul ettirmeğe çalışıyor.

Her iki kolun da telkinleri, toplumda “Türklüğün aslında önemsiz bir ayrıntı olduğu” kanaatini yerleştiriyor. Ve işte Türklük böylece öksüz ve sahipsiz kalıyor. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ulusun varlığı ve değerleri toptan inkâr ediliyor, yok ediliyor.

Peki Atsız’ın konuyla ne ilgisi var?

Şüphesiz Atsız’ın konuyla çok ilgisi var. Çünkü Atatürk’ten sonra devlet felsefemizden kovulan Türkçülüğ’ü tek başına savunan bir Türk kahramanı o. Çünkü Türk adını ve tarihini bugünküne çok benzer saçmalıklarla inkâr eden  bütün kitlelerin, yığınların karşısında cesaretle durmuş bir kahraman o.

Peki bize düşen ne? Bize düşen, Türk adının meşruiyetini ve geçerliliğini tavizsiz bir biçimde her  kayıt ve şart altında  geri çekilmeden ve kötülükle hiçbir uzlaşmaya girmeden  savunmak.

Çünkü öksüzler, analarının öldürenlerle uzlaşılarak sahiplenilmez…




14 Ocak 2019 Pazartesi

Birleşik Bir Türkçe’ye Doğru


Şimdilerde “Azerbaycan’da Romantik Türkçülük” adlı kitabı okuyorum.
Azerbaycan’la ailevi  bir ilişkim de olduğu için konuyu iki katı önemli buluyorum.
Azerbaycan, Türk Dünyası’nda kendi başına bir kültür ocağı olacak kadar güçlü bir Türk ülkesi. Fakat ne yazık ki o da Rus sömürgeciliğinden zarar görmüş.
Sömürgecilik bir memleketin  doğal kaynaklarını canının istediği gibi  alıp gitmekten öte bir şey. Sömürgeciliğin asıl zararı, beyinlerde bıraktığı “üstün millet” mirası.
Bugün Azerbaycan’da ikinci bağımsızlık devrinde doğmamış nesil bile Rusça konuşmayı bir üstünlük, bir maharet sayıyorsa  bu Rus sömürgeciliğinin etkisidir.
Kendisini “cepheci” diye niteleyen bazı yakınlarımda bile   “Sovyet devrinde kendi dillerinde konuşabildikleri” kanaatinin yerleşmiş olduğunu görmek beni hâlâ dehşete düşürüyor.
Rusça, Türk ülkeleri arasında “kullanışlı” bir anlaşma aracı haline getirilmiş.
Sorun şu ki Rusça’nın kullanışlı, geniş ve enternasyonal bir anlaşma aracı haline gelmesi Türk  topluluklarının demokratik talepleriyle falan olmamıştır. Bu tamamen “üstün Rus’un”, üstün silâh gücü ve siyasi dayatması ile meydana gelmiştir.

Ne yazık ki Azerbaycan dahil olmak üzere hiçbir Türk ülkesinde, Rus’lardan  siyaseten kazanılan bağımsızlık kültürel bağımsızlığa dönüştürülememiştir.
Azerbaycan “ufak farklarla” ayrılan bir  Lâtin temelli alfabe kabul etmiş olsa da asıl sorun, “yerel” bir Türk ağzını kendisine resmi dil olarak seçmiş bulunmasıdır.

Maalesef Resulzade’nin ve diğer “federalistlerin” düştüğü hata, bugün Türk Dünyası’nın bütünleşmesinin önündeki en büyük “iç engeldir” ki bu iç engel daha sonra Rus sömürgeciliğinin  resmi politikasının dayanaklarından biri olmuştur. Burada ”iç engel”, Türk Dünyası’nın bütünleşmesi konusunda aşılamayan  yerel kibirleri ve feodal  zihniyet kalıntılarını anlatmaktadır.

 İş Rus’lara gelince kendi diliyle konuşabildiği için şükreden  Türk halklarının ortalama insanları ve onlardan  yararlanan siyaset üreticileri, Türkiye ile bütünleşme  gerçeği ortaya çıktığı anda,  kendilerini Rus’lara teslim eden feodal ayrılıkçı ilkel zihniyete derhal geri döndüklerini ne yazık ki fark edememektedirler. Bugün Türk halkları, Rus çarının ordusunda at süren “şanlı sömürge süvarileri” olmanın anormalliğini idrak edemeyip de Türk kimliği önünde kasaba hanlıkları halinde ayrı ayrı yaşamayı “onur” sayan feodal etnikçiliğin temsilcileri gibi düşünmektedirler. Bu zihniyeti paylaşan Türk halklarının, Rus’lar veya Çinliler önünde yekpare ve üstünlük duygusuna sahip Cengiz Han torunları olarak ayakta kalması şu an için pek de mümkün görünmemektedir.
Bunun sebebi, Rus sömürgeciliğinin, Türk halklarına , “Medeniyetin, modernitenin, hukukun, adaletin vs.” her türlü insani gelişmenin kaynağının Rus egemenliği olduğunu kabul ettirmiş olmasıdır.

Bu yüzden  Azerbaycan Türk’leri, Rus olmadıklarını, Ruslaşmadıklarını  söyleyip de zihin dünyalarında “ulus modernitesini” bir Rus gibi yaşayan, öbür yandan Türk  olduklarını -ki ortalama Azerbaycan  insanı için “Türk”, yarı yabancı bir halktan ibarettir- söylemelerine rağmen Türkiye Türkçesi’ni kabul etmeyi asimile olmak, erimek , yok olmak sayan bir topluluktur.
Peki bütün bunları neden yazdım?

Nahçıvan’a son gidişimde, Azerbaycan Türkçesi ile tercüme edilmiş popüler kitaplar gördüm. Bu beni bir yandan sevindirdi, bir yandan üzdü.
Çünkü Türk Dünyası’nın Türkçe’de birleşmesini engelleyen  ve Rus’lar tarafından yerleştirilmiş “iç engelin”  günden güne  katılaştığını görür gibi oldum. Çünkü bu iç engelle  yerel Türk şiveleri veya lehçeleri “oldukları gibi kalacak” ve Türk dünyası asla tercümesiz  bir şekilde birbiriyle anlaşamayacaktı. Oysa Rusça hâlâ Türk toplulukları arasındaki işlevselliğini sürdürüyor. Ve hâlâ Azerbaycan’da insanlar torunlarının Rusça bilmesiyle iftihar ediyorlar.
Toplumsal dönüşümde, Türkiye Türkçesi   günden güne daha sık kullanılıyor şüphesiz fakat Rus sömürgeciliğince silah zoruyla pek kısa zamanda değişmeğe  mecbur edilen Azerbaycan Türk’lerinin, bağımsızlıklarından sonra kendi iradeleriyle Türkiye Türkçesi’ni benimsememeleri beni fazlasıyla üzüyor.

 Alfabedeki ufak tefek farklar sorun yaratmayabilir. Ve zaten Ruslar Türkçe’nin herhangi bir şivesini öğrenmeğe gerek duymaksızın kendi dillerini bütün Türk ülkelerine dayattıkları için “yerel dillerin” konuşulması, Türk dilinin ayrışması, parçalanması için onların  yararına da olmuştur.
Türk halkları Rus’ların siyasi, kültürel, medeni  üstünlüklerini, onların dillerini ortak dil olarak  kullanıp kabul  etmiştir ve hâlâ Rus eğitimi almış olanları bu inancı korumaktadır.   Oysa onları  öz be öz kardeşleri sayan Türkiye’nin Türkçe’sini  resmi dil olarak kabul  etmenin “yok olmak”, “asimile” olmak  anlamına geldiğini düşünmeleri, Türk Dünyası’nın önündeki aşılması gereken ilk ve en büyük engeldir.

Türk Dünyası’nın  ortak dili Türkiye Türkçesi olmalıdır. Çünkü Türkiye Türk toplumu Cengiz soyunun büyük ve egemen devlet  töresini Kurtuluş Savaşı gibi bir savaşla sürdürebilmiş ve taçlandırabilmiş tek Türk topluluğudur ve diğer Türk ülkeleri “yararlı bağımlılıklarını” yaşarken her türlü fakirlik içinde kendi Türkçesi’ni geliştirip bunu büyük bir medeni kaynak haline getirebilmiştir. Eğer bu kaynak kurusaydı Türk Dünyası’nın diğer üyeleri konuşabilecekleri Türkçe bir köy ağzı bile bulamayacaklardı.

Bu açıdan Türkiye Türklüğü  Türkçe’nin dil birliğine ev sahipliği etmeyi fazlasıyla hak etmektedir.
Öte yandan Türkçe’nin en hızlı gelişim gösteren, kendisiyle en çok kaynak üretilen şivesi Türkiye Türkçe’sidir. Bu durum Türkiye Türkçe’sini kendiliğinden bir “kaynak” haline getirmektedir.
Neredeyse yüz elli yıl Rus  egemenliğinde yaşayıp da ancak dil kullanımında Ruslaşmış Türk halklarının, Türkiye Türkçesi’ni benimsediklerinde dönüşecekleri şey artık “Moskof ayısı” olmayacaktır; olsa olsa ataları Cengiz’in torunlarından biri olacaktır.
Tanrı Türk’ü korusun!