Suriye
İç Savaşı ile içerik ve boyut değiştiren Kürt etnik terörü, İslâmcı terör ile
birlikte Türkiye Cumhuriyeti açısından çok daha büyük bir tehdit haline geldi.
Özünde
Suriye İç Savaşı kendi başına Türk
devletinin bekası açısından bugünkü gibi
bir tehdit teşkil etmeyebilirdi. Fakat
bu savaş Kürt devleti hayallerinin bir adım daha ileri taşınmasına sebep oldu.
Güney sınırlarımızda, fiilî bir Kürt etnik terör komşuluğunun doğmasına sebep
oldu.
Kürt
etnik terörünün bu denli büyük bir sorun halin gelmesinde, Kürt etnik ayrılıkçılığının içeriğinin iktidarca adım adım meşrulaştırılması etkili
oldu.
Kürt
etnik terörü, önceleri sadece belli bir silâhlı grubun, Kürdistan hayalleri için
sürdürdüğü bir etnik terör faaliyeti şeklinde
sürdürüldü. İktidarın, ulusal devletin
kendini korumasıyla ilgili bütün psikolojik ve hukuksal bariyerleri adım
adım kaldırmasıyla Kürt etnik terörü hem taban genişletti hem de uluslararası
plânda kendine muhataplar bulabilecek meşruiyet zemini elde etti.
İktidarın,
Türk adına ve Türk egemenliğine kesin şekilde düşman bir siyasal İslamcı parti
tarafından işgal edildiği bir gerçek. “Yeni Türkiye” olarak tanıtılan proje,
içinde ulusal egemenliğin yer almadığı, bir tür kabileler/cemaatler koalisyonu
olarak kabul ediliyor. Uluslaşamamış
toplulukların kabileler veya derebeylikler koalisyonu olarak sürekli iç çatışma
ortamında yaşayan Müslüman ülkelerinin içler acısı durumu ne yazık ki siyasal
islâmcı iktidar için hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu iktidar, tabanından
yöneticilerine kadar sebep sonuç ilişkilerinden habersiz koca bir kitlenin
elinde bulunuyor.
Mevcut
iktidarın açık Türk düşmanı, ulusal devlet
düşmanı, lâiklik düşmanı anlayışı, Kürt etnik terörü ve Kürt kabileciliğiyle onu, “Türk düşmanlığı” asgari müştereğinde
buluşturuyor.
İdeolojik
plânda Kürtçülüğün Marksist kökeniyle siyasal İslâmcılığın şeriatçılığı tam
bir karşıtlık sergiliyor. Oysa “Türk”
adının ifade ettiği, ulusal, bütünlüklü, lâik devletin, siyasal İslâmcılığın ve
Kürtçülüğün savunduğu ilkelliklerle yürütülebilmesi mümkün değildir.
Siyasal
İslâmcı iktidar, mevcut devlet düzenini dinsel cemaatlerin ve etnik grupların
lehine yıkarak gene de demokrasinin korunabileceğini iddia ediyor. Burada “yarsı
yalan” olan bir söylemle konuştuğu ve bu yalan da toplumun çoğunluğu tarafından ısrarla anlamazlıktan
gelindiği için hukuk ve siyaset sömürüsü alabildiğine sürdürülebiliyor.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin ulusal, bütünlüklü ve lâik yapısı, tesadüfen tercih edilmiş
değil. Devletin bu özellikleri, ulusal varlığın başka türlü devam ettirilemeyeceğine
dair Kurtuluş Savaş gibi en kanlı bir
tecrübeye dayanıyor.
Dolayısıyla
devletimizin bu üç temel özelliğine karşı olan herkes istisnasız ve kaçınılmaz
biçimde “düşmanımız” oluyor. Çünkü “düşman”
varoluşumuza bütünüyle karşı olan kişi veya örgüt anlamına geliyor.
Elbette
herhangi bir işgalci bizi sağ bırakabilir. Sorun bizim Türk olarak yaşamamıza
izin verip vermeyeceğidir. Ama daha da önemlisi bizim kendi irademizle Türk
olarak yaşamıza izin verip vermeyeceğidir.
Ulusal
bağımsızlık, yaşam tarzımızın, ulusu var eden değerlerimizin, hiçbir yabancının
iznine taabi olmaksızın var
edilebilmesidir.
Bu
açıdan bakıldığında siyasal İslam ve Kürt etnik ırkçılığı ve terörü açıkça
düşman ve hatta fiilen iktidar araçlarını kullanarak yayılmaları ile “işgalci”
konumundadırlar. Fiilen Kürt siyasetinin iktidarda olmadığını düşünmek
yanlıştır. Çünkü Kürt terörüyle mücadele ettiğini söyleyen iktidar ülkede
Türkçe’den ayrı bir resmi dil oluşumuna hukuk istismarı yoluyla izin vererek
ülkenin Kürtçe tarafından işgaline sebep olmuştur. İşgal altında olmayan hiçbir
ülkede hele de herhangi bir azınlığın
resmi diline izin verilemez. (Burada, zaten federalizmle kurulmuş ve ulusal farklılıkların
giderilmesinin imkânsızlığının anlaşıldığı ülkelerdeki durum ayrıdır.)
“Türkiye
Cumhuriyeti ile hesaplaştık.” “ Türk Ordusunu sizin için hapse attık.” “
Elhamdülillah Türk olmaktan kurtulduk.” “
Osmanlı’nın doksan yıllık reklâm arası bitti.” vs. konuşan siyasetçilerle “
Türk askerinin kanı oluk oluk akmadıkça Kürdistan özgür olamaz!” “Kürtler
hayatınızı cehenneme çevirecek!” “ Biz Kürtler boş testiyi dolu testiye vurur,
kırarız. “ “ Bir gün bir astsubay kapınıza
gelir…” gibi lâflar eden insanlar
Türk’ün Anadolu’da kendine ait, egemen ülkesinde tel ve ortaksız yaşaması gerçeğine açıkça
düşmandırlar.
Ve
savaş düşmanın yok edilmemiş olması halidir. Savaş ancak düşman tam bir
yenilgiye uğratıldığında biter.
Peki
ama Türkiye’deki savaş bildiğimiz savaşlara neden benzemiyor?
Türkiye’deki
savaş çok boyutlu ve çok taraflı.
Siyasal
İslâmcılık henüz yurt içinde resmî bir
silahlı güç elde edebilmiş değil ( Gerçi
polisi kendi özel ordusu haline getirme çabası her zamankinden daha açık bir
biçimde sürdürülüyor) ama Kürtçülüğün resmi bir temsilcisi var: PKK!
Bu iki düşman güç, Anadolu’da Türk’ü silmek ortak bir amacı için
bir Anti-Türk materyali sentezlemeye
çalışıyor. Bu
sentezin en önemli kanıtı, Türkiye Cumhuriyeti’ne giydirilmek istenen sözde yeni Anayasa donu için bebek katili Apo’ya
danışılmış olmasıdır. “Abdullah Öcalan’ın
fikirleri bizim de fikirlerimizdir.” sözü, Türk devletine açıkça savaş
ilanından başka bir şey değildir. Ne yazık ki bu hal “şekilsizleştirilmiş” bir
savaşta hukukun istismar edilebilmesi sayesinde cezasız kalmıştır. Bu ve
benzeri pek çok söz, birbirinin antitezi durumunda olan fikirlerin, ortak bir
düşmana karşı setetik bir mücadele üretmesinin
ifade edilişidir.
Şekilsizleştirilmiş
savaş ise gayrı nizami harp ile hukuk istismarının birleştirildiği savaştır. Bu
savaşın en önemli özelliği, hukukun alabildiğine istismar edilebilmesine ve
dolayısıyla devletin, kendini koruyucu şiddet kullanımının düşmanın lehine
kısıtlanmasına imkân vermesidir.
Şekilsizleştirilmiş savaşın en önemli özelliği, düşmanın, içimizden olmasıdır. Bu durumda
hukukçular genellikle açmazda kalır. Türk’e zaten düşman olan enternasyonalist
solcu, Kürtçü ve İslâmcı hukukçular , teröristlerden Türk vatandaşı olanların “hukuka
uygun” yargılanmaları gerektiğini söyler. Oysa Türk vatandaşı olduğu söylenen
insanlar fiilen vatandaşlığın bağlayıcı bütün sorumluluklarını reddetmiş
insanlardır.
Şekilsizleştirmenin ikinci ayağı ise “savaşın” ilân
edilmemesidir. Burada da “iç düşman”, savaş ilânı durumunda, ulusal
devletin, savaş hukukunun yükümlülükleriyle sınırlanacağına ve dahası olası
bir yenilgide toprak kaybedeceğine
güvenir. Böylece ulusal devlet, bir türlü ilân edemediği bir savaşta, resmen
tanımlayamadığı bir düşmana karşı kendi hukukuyla silahsızlandırılır,
etkisizleştirilir. “Düşman” tanımlanamadığı için onun kendi başına
savaş ilân etmesine de hiç kimse resmî bir cevap veremez.
Şekilsizleştirilmiş
savaşın “düşman tanımsızlığı” açmazı, en çok masumları sömürür. Türkiye’de gelinen noktada PKK hemen hemen her Kürt’ün
potansiyel bir düşman olduğu izlenimini neredeyse herkese kabul ettirmiştir.
Dahası, Kürtçü terör, istediği şeyin gerçekleşmesi durumunda, hukukî
tanımsızlığa sığınarak bütün sonuçları, resmî sorumlu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
üstüne yıkmak lüksüne sahiptir. Bu yüzdendir ki meselâ bebek katili “ Elli bin
kişiyle halk savaşı başlatırız” dediği
anda olası elli bin kişiye düşman muamelesi
edilememiştir. Asker, polis, sivil yakan, kamu malına zarar veren, bombalar
patlatan insanlar, eylemlerinden sonra
şehirlerdeki gettolarına rahatça çekilirken onların açık düşmanlıklarının hâlâ
CMUK ile tahdit edilebileceğini düşünenlerin
mantıkî muhakeme yetersizlikleri,
İslâmcı ve Kürtçü terör tarafından “korku” ve taviz gerekçesi olarak
algılanmaktadır.
Şekilsizleştirmede,
iç düşmanların en önemli yardımcısı basındır. Cehalet ve kasıtla “Türkiye basını”, “Türklüğü değersizleştirme”,
“Türklüğü aşağılama”, “gerçekleri çarpıtmak”
işlerinde, inanılmaz bir etkinlik göstermiştir. Türkiye’de basın “Türk”
değildir. Bunu zaten Merhum Attila İlhan ifade etmiştir. Dolayısıyla basının
Türk Ulusu’nun değerleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Türkiye
basını, cehaletleri açıkça ortada olan
bir takım aktörlerle alabildiğine bir imaj sömürüsü sergilemektedir. Popüler
pek çok gazetecinin ve televizyoncunun
ortaokul düzeyinde bile bir tarih bilgisi yoktur. Ama buna mukabil tarihimizi
düşmanın gözünden “empatik” ve sempatik olmak adına çarpıtmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.
Şekilsizleştirilmiş
sentetik savaş, Türkiye’de siyasi popülizmle çözülemez. Şekilsizleştirmenin
yarattığı hukuk sömürüsü, kesin şekilde engellenmeksizin, bölücü ve şeriatçı terörün moral desteği bitirilemez.
Bölücü ve şeriatçı terörün “vatandaşlık” içindeki adi suçlardan olmadığı ve
sempatizanından militanına kadar her üyesinin tavizsiz şekilde
cezalandırılacağı gösterilmedikçe hukuk da demokrasi de ancak ve yalnız
düşmanın işine yarayacaktır.
2 yorum:
Sayın yazar, Türkiyede yaşayan Türkler ve diğer etnik unsurlar yasalar önünde eşit midir, eşittir. Dünya üzerinde hiç bir egemen güç kendi eliyle toprağını ve egemenlik haklarını devretmez. Biz neden yapalım. Hiç bir bölücü faaliyet ve terörist eylem kabul edilemez. Dindarımız ümmetçi, solcumuz enternasyonel. Milliyetçimiz kişiliksiz. Böyle olunca da biçimsiz bir savaş kaçınılmaz. Ellerinize sağlık.
Derya Hanım,
Hem yazınız hem yorumlarınızla blogu aydınlattınız, eksik olmayınız.
Dünyada kendisini savunması bu denli karalanan başka bir ulus var m acaba?
Arayı soğutmayın lütfen.
Elinize, aklınıza sağlık.
Yorum Gönder