Terminolojik izolasyon,
terimlerin yalnızca anlamlarıyla kullanılarak ilgili terimlerden,
“bağlamdan” uzaklaştırılmasıdır.
Terminolojik izolasyon,
terimlerin ortaya çıkış süreçlerinin
unutulmasıyla başlar ve en nihayetinde terimlerin anlam içeriklerinin değişmesi ve nihayetinde
terimin ortadan kalkmasıyla sonuçlanabilir.
Bunun en belirgin örneklerinden
biri “mülkiyet” terimi.
“Özgür Yazılım, Özgür Toplum” adlı bir kitabın
giriş bölümünde Stanford Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Lawrence Lessig’in
yazısı bana bunu düşündürdü.
Profesör, ABD’deki dava özetleri
konusundan hareketle yazılımların da “açık ve şeffaf” olması gerektiğini
savunuyor.
Özetle şöyle söylüyor profesör: “
Madem ülkemizde dava özetleri ( Hakimleri bilgilendirmek için davadan önce
sunulan özet iddia ve savunmalar) halka açıktır, kodlar, yazılımlar neden halka
açık olmamalıdır?”
Dava özetlerinin halka açık
olmaları, Anglosakson “Common Law” hukukunda, hâkimin takdir yetkisi ve içtihatların canlılığı
açılarından büyük önem arz
etmektedir.
Peki ama “dava özetleri” onları
hazırlayan avukatlara “bedelsiz bir kaynaktan” mı “indirilmektedir?”
Bunun yanı sıra… Bir dava özeti benzer her davada aynı şekilde
kullanılabilmekte midir?
Eğer dava özetleri halka açıksa
avukatlık mesleğinin ne önemi vardır?
Buradaki temel felsefi sorun,
Prof. Lessing’in bir “terminolojik izolasyon” yaparak mülkiyet terimini
kapsamından ve bağlamından ayırmasıdır. “ Dava özetlerinin halka açık olması”
bir sonuçtur. Oysa bu sonucu meydana getiren, deneme- yanılmaya dayanan büyük
ve derin bir tarihi süreç mevcuttur.
Kullanılmaya değer sonucun ortaya
çıkması için sayısız yanlış sonuç elenmiş ve nihayetinde toplumun genelinde
uygulanmasının “zararsızlık ilkesini” sürdürebileceği anlaşılmış kurallara
ulaşılmıştır.
Uygar ülkeleri “uygar” yapan şey,
onların, deneme yanılma yoluyla
ilerlenen süreçlerin, doğru bir neden sonuç ilişkileri ağı kurmak için
yürütüldüğünü sürekli hatırlamalarıdır.
Dolayısıyla hukukta bir terim
kullanıldığında, bu şu anlama gelir: “Bu terimin, şimdi kullandığımız anlamı ve bağlamı,
topluma en az zararı verecek şekilde oluşturulmuştur.”
Peki ama terimlerin anlam ve
bağlamları gerçekten bu kadar önemli
midir?
Önemlidir, çünkü bir insanın
hayatına son verip vermeyeceğimize, “kendisinden
başka bir şey olamayacağı anlaşılmış
şeye” yani gerçeğe dayanarak
karar veririz.
O halde meselâ “mülkiyetten”
bahsederken yanlış bir mukayese ve yanlış bir muhakeme ile hareket ettiğimizde
terimin işaret ettiği bütün anlam dağarcığını ve bağlamı
da tehdit edebiliyoruz demektir.
Dava özetleri-bilgisayar
yazılımları mukayesesine geri dönelim.
Prof. Lessig, dava özetlerinin
açıklığını ele alırken ne yazık ki bir dava özeti yazmanın maliyeti konusunu
umursamıyor görünmektedir. O halde ona benzer bir biçimde cevap verilebilir.
Çamaşır makinesi üreticileri
yenilikleri için patentler alırlar. Ve ortalama bir çamaşır makinesinin nasıl
çalıştığı herkes tarafından bilinir. En nihayetinde ortaokul mezunu bir tamirci gelip onun
filtresini değiştirebilir ve size makinenin çalışma şeklini, fizyoloji anlatır gibi anlatabilir. O halde
çamaşır makinelerine neden para verdiğimizi neden hiç kimse sormaz? Üstelik
onların parçaları, çalışma şekilleri daha piyasaya çıkar çıkmaz herkesin bilgisine sunulmuyor mu?
Kaldı ki patenti veya telifi alınan ürünün kitlesel ve kalıcı faydası göz önüne alındığında,
yaratıcı zekânın, aslında bireye değil de kamuya ait bir tür umumi tuvalet
olduğu düşüncesi acaba hukukun içinde kendine bir yer bulabilir mi?
Yazılımların “açık kaynak
kodlarına” sahip olmaları onların yaratıcılarının tercihi olabilir. Ama
akademik bilgilerin, diğer kodların “herkes tarafından bilinebilir” olması için
bir kanun zorlaması, yaratıcı zekâlara, “ Sen
ancak geri zekâlı insanlara hizmet edebilmek için yaratılmış bir yaratıksın!”
demektir.
Bugün meselâ Unix açık kod
sistemi kullanıcılar arasında yaygındır. O halde neden insanlar hâlâ Microsoft
kullanmaya devam etmektedir?
Bunun sebebini bilemiyoruz ama
görünen o ki insanlar hâlâ kendilerine kalıcı olarak sağlanan bir faydanın bedelini
ödemeyi “normal” saymaktadır.
Öbür yandan “Madem çalışma
makinesinin çalışma sistemi bir sır
değil, neden onu bedava vermiyorsunuz?” gibi bir salaklığın da hukukta bir yeri
olmadığı anlaşılıyor.
Peki ama yazılımın veya dava özetlerinin, kompresörler,
pompalar, tamburlar vs. içermemesi mukayesenin yanlış olduğunu gösterir mi?
Asla!
“Herkese” ait olmak hangi meşru
sebebe dayanmalıdır ve daha da önemlisi, nelere yol açabilecektir?
Prof. Lessig kendi keşiş
saygınlığı içinde Einstein’ın Üniversitesinde, sınırlı bir maaşla bir zahit
hayatı yaşıyor olabilir. Soru şudur: Büyük bedelli bir dava da kendisinden
avukatlık yapması istense vekalet ücreti olarak herhangi bir nöbetçi baro
avukatının aldığı ücret karşılığında bir dava özeti hazırlar mı?
Ortalama insanların giremeyeceği
bir üniversitede, ortalama üniversite öğrencilerinin kazanamadığı bir unvanı
kazanmanın “maliyeti” derhal devreye girerdi. Prof. Lessig böylesi bir davayı
beş kuruş almadan yürütseydi bile bundan edineceği itibarı göz ardı edemezdi.
Bunu bile göz ardı etse kişisel başarı tatmininden kaçması söz konusu olamazdı.
O halde mülkiyet, kendileriyle en yüksek tatmini elde edebilmek için üzerinde tam bir yetki sahibi olduğumuz
varlıkların tamamıdır.
Dolayısıyla Prof. Lessig’in “kamuya
açık “olmasını istediği yazılımlar,
insanların kendileriyle en yüksek tatmin elde etmek istedikleri ve üzerlerinde
tam bir yetki sahibi oldukları varlıklardan başka bir şey değillerdir. Dolayısıyla Bay Lessig
aslında insanlara “ Sizin herhangi bir yazılım geliştirmek için ne gibi bir
maliyete katlandığınızın bir önemi yoktur. Önemli olan onun kamunun kanalizasyonlarına öylece
atılabilmesidir.” Demektedir.
Böylece mülkiyet kavramı, yaratılmış
ürünlerin yaratılma süreçleri ve maliyetleri göz ardı edilerek, bütün yaratıcı
süreçlerden, insan ömrüne yaratıcı
zekânın kendi biçtiği değerinden vs izole edilerek yağmalanıverilebilecek bir
tür hammaddeye indirgenmektedir.
Prof. Lessig gibiler yaratıcı
zekânın toplumun geneline sundukları kalıcı fayda ve katma değerle yaratıcı
zekânın maliyeti ve menfaat algısı arasındaki ilişkiyi idrak edememektedirler.
Prof. Lessig bir tür akademik kibirle bunun aynı zamanda özgürlükle bir ilgisi
olduğunu savunuyor. İngilizce’deki “free” sözcüğünün “özgürlükle” ilgisinden bahsediyor.
Peki ama “İnsanın temel haklarını, diğerlerinin temel haklarına
zarar vermeksizin kendi mutluluğunu aramak için kullanabilmesi” olarak
tanımlayabileceğimiz özgürlüğün Lessing’in kafasındaki özgürlükle bir ilgisi
var mı? Korkarız ki yok.
Herhangi bir kod yazıcısı ,
kodlarını karşılıksız sunabilir ve buna hiç kimse karışamaz. Sorun, “Herkesin,yazdığı her kodu karşılıksız olarak” kamuya
sunmaya zorlanıp zorlanmayacağıdır. Lessing, “son kullanıcının
özgürlüğünü”, kod yazarının üzgürlüğünden üstün tutmaktadır. Böylece toplumun yazılımdan “özgürce” yaralanabilmesi
için kod yazarının köle edilmesinde bir sakınca görmemektedir.
Kaldı ki yaratıcı zekâ ortadan
kalktıktan sonra bile ortaya koyduğu
eserin insanların faydalı olabilmesi
durumu, fikrin bir mülkiyet olarak sürekli korunmasının gerekliliğine işaret
eder. Meselâ Prof Lessing ölümünden bunca yıl geçtikten sonra bile Tosltoy’un kitaplarından yararlanan okurların bu
kitaplara bir bedel ödememesi gerektiğini mi düşünmektedir?
Görünen o ki yaratıcı zekâ, toplam fayda ve zaman ötesi fayda sağlama
açılarından eserlerinin bir bedelle
korunması hakkına sahiptir.
Bu noktada hem “özgürlük” kelimesini anlamını
bulandırmakta hem de özgürlüğün, bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişkileri
bağlamından kopmasına sebep olmaktadır. Mises’,n büyük bir basiretle işaret
ettiği gibi herkes aynı anda hem üretici hem
tüketicidir. O halde Lessing’e
göre tüketirken üreticiyi kendine köle etmekte özgür olan insanlar
üretirken tüketicilerin kölesi olmak
zorundadır.
Özgürlük kelimesini “bedelsizlikle”
bilerek kaynaştıran Lessing, mülkiyet halkının ilgasını hayal ederek temel haklardan
“hürriyet” hakkının da yok edilmesine yol açacağını düşünememekte ya da zaten
bu konuda hiç endişelenmemektedir.
Prof. Lessig’in bildiğimiz
anlamda cahil olması mümkün değildir. O halde mülkiyeti, bağlamından bu denli
izole edebilmesinin sebebi nedir?
Bunun sebebi, akademik bilgi
üretme mekanizmasının, entelektüel zekâyı öldüren, patolojik izolasyonculuğudur.
Bu, akademik uzmanlaşmanın kaçınılmaz sonucudur.
Hayatını herhangi bir kanunun
bütün ayrıntılarını öğrenmeye adayan bir hukuk adamı aslında bilgisini
bağlamdan izole etmek maliyetini
kabullenmektedir. Bilgiyi bağlamdan izole etmek de “üst düzey” bir cehalete yol
açmaktadır ki bu cehalet ciddi bir terim enflasyonuyla perdelenmektedir. Böylece kafasına sayısız terim dolduran ama
terimlerin hayatla birbirleriyle geliştirilmiş ilgilerini göz ardı eden bir “teminolojik
cahil” tipi ortaya çıkmaktadır.
Bu cehalet tipi sebep sonuç
ilişkisini bir yana bırakabileceğimiz düşüncesinin akademide yerleşmesinin bir
sonucudur ki akademik itibarın bu cehaleti kutsamaya devam etmesi, bildiğimiz
dünyanın sonunu getirebilecek bir yağma
düzeninin, bir kıyametin sebebi
olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder