14 Aralık 2016 Çarşamba

Mülkiyet Örneğinde Kavramlardaki Terminolojik İzolasyon Ve Terminolojik Cehalet


Terminolojik izolasyon, terimlerin yalnızca anlamlarıyla kullanılarak ilgili terimlerden, “bağlamdan”  uzaklaştırılmasıdır.

Terminolojik izolasyon, terimlerin ortaya çıkış süreçlerinin   unutulmasıyla başlar ve en nihayetinde terimlerin  anlam içeriklerinin değişmesi ve nihayetinde terimin ortadan kalkmasıyla sonuçlanabilir.

Bunun en belirgin örneklerinden biri “mülkiyet” terimi.

“Özgür   Yazılım, Özgür Toplum” adlı bir kitabın giriş bölümünde Stanford Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Lawrence Lessig’in yazısı bana bunu düşündürdü.

Profesör, ABD’deki dava özetleri konusundan hareketle yazılımların da “açık ve şeffaf” olması gerektiğini savunuyor.

Özetle şöyle söylüyor profesör: “ Madem ülkemizde dava özetleri ( Hakimleri bilgilendirmek için davadan önce sunulan özet iddia ve savunmalar) halka açıktır, kodlar, yazılımlar neden halka açık olmamalıdır?”

Dava özetlerinin halka açık olmaları, Anglosakson “Common Law” hukukunda, hâkimin takdir yetkisi ve içtihatların  canlılığı  açılarından  büyük önem arz etmektedir.

Peki ama “dava özetleri” onları hazırlayan avukatlara “bedelsiz bir kaynaktan” mı “indirilmektedir?”

Bunun yanı sıra…  Bir dava özeti benzer her davada aynı şekilde kullanılabilmekte midir?

Eğer dava özetleri halka açıksa avukatlık mesleğinin ne önemi vardır?

Buradaki temel felsefi sorun, Prof. Lessing’in bir “terminolojik izolasyon” yaparak mülkiyet terimini kapsamından ve bağlamından ayırmasıdır. “ Dava özetlerinin halka açık olması” bir sonuçtur. Oysa bu sonucu meydana getiren, deneme- yanılmaya dayanan büyük ve derin bir tarihi süreç mevcuttur.
Kullanılmaya değer sonucun ortaya çıkması için sayısız yanlış sonuç elenmiş ve nihayetinde toplumun genelinde uygulanmasının  “zararsızlık ilkesini”  sürdürebileceği anlaşılmış kurallara ulaşılmıştır.

Uygar ülkeleri “uygar” yapan şey, onların,  deneme yanılma yoluyla ilerlenen süreçlerin, doğru bir neden sonuç ilişkileri ağı kurmak için yürütüldüğünü sürekli hatırlamalarıdır.

Dolayısıyla hukukta bir terim kullanıldığında, bu şu anlama gelir: “Bu terimin,  şimdi kullandığımız anlamı ve bağlamı, topluma en az zararı verecek şekilde oluşturulmuştur.”

Peki ama terimlerin anlam ve bağlamları gerçekten bu  kadar önemli midir?

Önemlidir, çünkü bir insanın hayatına son verip vermeyeceğimize, “kendisinden başka  bir şey olamayacağı anlaşılmış şeye” yani gerçeğe dayanarak karar veririz.

O halde meselâ “mülkiyetten” bahsederken yanlış bir mukayese ve yanlış bir muhakeme ile hareket ettiğimizde terimin işaret ettiği bütün anlam dağarcığını ve  bağlamı  da tehdit edebiliyoruz demektir.

Dava özetleri-bilgisayar yazılımları mukayesesine geri dönelim.

Prof. Lessig, dava özetlerinin açıklığını ele alırken ne yazık ki bir dava özeti yazmanın maliyeti konusunu umursamıyor görünmektedir. O halde ona benzer bir biçimde cevap verilebilir.

Çamaşır makinesi üreticileri yenilikleri için patentler alırlar. Ve ortalama bir çamaşır makinesinin nasıl çalıştığı herkes tarafından bilinir. En nihayetinde  ortaokul mezunu bir tamirci gelip onun filtresini değiştirebilir ve size makinenin çalışma şeklini,  fizyoloji anlatır gibi anlatabilir. O halde çamaşır makinelerine neden para verdiğimizi neden hiç kimse sormaz? Üstelik onların parçaları, çalışma şekilleri daha piyasaya  çıkar çıkmaz herkesin bilgisine sunulmuyor mu?

Kaldı ki patenti  veya telifi alınan ürünün kitlesel  ve kalıcı faydası göz önüne alındığında, yaratıcı zekânın, aslında bireye değil de kamuya ait bir tür umumi tuvalet olduğu düşüncesi acaba hukukun içinde kendine bir yer bulabilir mi?

Yazılımların “açık kaynak kodlarına” sahip olmaları onların yaratıcılarının tercihi olabilir. Ama akademik bilgilerin, diğer kodların “herkes tarafından bilinebilir” olması için bir kanun zorlaması, yaratıcı zekâlara, “ Sen ancak geri zekâlı insanlara hizmet edebilmek için yaratılmış bir yaratıksın!” demektir.

Bugün meselâ Unix açık kod sistemi kullanıcılar arasında yaygındır. O halde neden insanlar hâlâ Microsoft kullanmaya devam etmektedir?

Bunun sebebini bilemiyoruz ama görünen o ki insanlar hâlâ kendilerine kalıcı  olarak sağlanan bir faydanın bedelini ödemeyi “normal” saymaktadır.

Öbür yandan “Madem çalışma makinesinin  çalışma sistemi bir sır değil, neden onu bedava vermiyorsunuz?” gibi bir salaklığın da hukukta bir yeri olmadığı anlaşılıyor.

Peki ama yazılımın  veya dava özetlerinin, kompresörler, pompalar, tamburlar vs. içermemesi mukayesenin yanlış olduğunu gösterir mi? Asla!

“Herkese” ait olmak hangi meşru sebebe dayanmalıdır ve daha da önemlisi, nelere yol açabilecektir?

Prof. Lessig kendi keşiş saygınlığı içinde Einstein’ın Üniversitesinde, sınırlı bir maaşla bir zahit hayatı yaşıyor olabilir. Soru şudur: Büyük bedelli bir dava da kendisinden avukatlık yapması istense vekalet ücreti olarak herhangi bir nöbetçi baro avukatının aldığı ücret karşılığında bir dava özeti hazırlar mı?

Ortalama insanların giremeyeceği bir üniversitede, ortalama üniversite öğrencilerinin kazanamadığı bir unvanı kazanmanın “maliyeti” derhal devreye girerdi. Prof. Lessig böylesi bir davayı beş kuruş almadan yürütseydi bile bundan edineceği itibarı göz ardı edemezdi. Bunu bile göz ardı etse kişisel başarı tatmininden kaçması söz konusu olamazdı.

O halde mülkiyet, kendileriyle en  yüksek tatmini elde edebilmek için  üzerinde tam bir yetki sahibi olduğumuz varlıkların tamamıdır.

Dolayısıyla Prof. Lessig’in “kamuya açık “olmasını istediği  yazılımlar, insanların kendileriyle en yüksek tatmin elde etmek istedikleri ve üzerlerinde tam bir yetki sahibi oldukları varlıklardan başka  bir şey değillerdir. Dolayısıyla Bay Lessig aslında insanlara “ Sizin herhangi bir yazılım geliştirmek için ne gibi bir maliyete katlandığınızın bir önemi yoktur. Önemli olan onun kamunun kanalizasyonlarına öylece atılabilmesidir.” Demektedir.

Böylece mülkiyet kavramı, yaratılmış ürünlerin yaratılma süreçleri ve maliyetleri göz ardı edilerek, bütün yaratıcı süreçlerden, insan ömrüne  yaratıcı zekânın kendi biçtiği değerinden vs izole edilerek yağmalanıverilebilecek bir tür hammaddeye indirgenmektedir.

Prof. Lessig gibiler yaratıcı zekânın toplumun geneline sundukları kalıcı fayda ve katma değerle yaratıcı zekânın maliyeti ve menfaat algısı arasındaki ilişkiyi idrak edememektedirler. Prof. Lessig bir tür akademik kibirle bunun aynı zamanda özgürlükle bir ilgisi olduğunu savunuyor. İngilizce’deki “free” sözcüğünün  “özgürlükle” ilgisinden bahsediyor.

Peki ama “İnsanın  temel haklarını, diğerlerinin temel haklarına zarar vermeksizin kendi mutluluğunu aramak için kullanabilmesi” olarak tanımlayabileceğimiz özgürlüğün Lessing’in kafasındaki özgürlükle bir ilgisi var mı? Korkarız ki yok.

Herhangi bir kod yazıcısı , kodlarını karşılıksız sunabilir ve buna hiç kimse karışamaz. Sorun, “Herkesin,yazdığı  her kodu karşılıksız olarak”  kamuya  sunmaya zorlanıp zorlanmayacağıdır. Lessing, “son kullanıcının özgürlüğünü”, kod yazarının üzgürlüğünden üstün tutmaktadır. Böylece  toplumun yazılımdan “özgürce” yaralanabilmesi için kod yazarının köle edilmesinde bir sakınca görmemektedir.

Kaldı ki yaratıcı zekâ ortadan kalktıktan sonra bile  ortaya koyduğu eserin insanların  faydalı olabilmesi durumu,  fikrin bir mülkiyet olarak  sürekli korunmasının gerekliliğine işaret eder. Meselâ Prof Lessing ölümünden bunca yıl geçtikten sonra bile Tosltoy’un  kitaplarından yararlanan okurların bu kitaplara bir bedel ödememesi gerektiğini mi düşünmektedir?


Görünen o ki yaratıcı zekâ,  toplam fayda ve zaman ötesi fayda sağlama açılarından eserlerinin  bir bedelle korunması hakkına sahiptir.

Bu noktada  hem “özgürlük” kelimesini anlamını bulandırmakta hem de özgürlüğün, bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bağlamından kopmasına sebep olmaktadır. Mises’,n büyük bir basiretle işaret ettiği gibi herkes aynı anda hem üretici hem  tüketicidir. O halde  Lessing’e göre tüketirken üreticiyi kendine köle etmekte özgür olan insanlar üretirken  tüketicilerin kölesi olmak zorundadır.

Özgürlük kelimesini “bedelsizlikle” bilerek kaynaştıran Lessing, mülkiyet halkının ilgasını hayal ederek temel haklardan “hürriyet” hakkının da yok edilmesine yol açacağını düşünememekte ya da zaten bu konuda hiç endişelenmemektedir.

Prof. Lessig’in bildiğimiz anlamda cahil olması mümkün değildir. O halde mülkiyeti, bağlamından bu denli izole edebilmesinin sebebi nedir?

Bunun sebebi, akademik bilgi üretme mekanizmasının, entelektüel zekâyı öldüren, patolojik izolasyonculuğudur. Bu, akademik uzmanlaşmanın kaçınılmaz sonucudur.

Hayatını herhangi bir kanunun bütün ayrıntılarını öğrenmeye adayan bir hukuk adamı aslında bilgisini bağlamdan izole  etmek maliyetini kabullenmektedir. Bilgiyi bağlamdan izole etmek de “üst düzey” bir cehalete yol açmaktadır ki bu cehalet ciddi bir terim enflasyonuyla  perdelenmektedir. Böylece   kafasına sayısız terim dolduran ama terimlerin hayatla birbirleriyle geliştirilmiş ilgilerini göz ardı eden bir “teminolojik cahil” tipi ortaya çıkmaktadır.

Bu cehalet tipi sebep sonuç ilişkisini bir yana bırakabileceğimiz düşüncesinin akademide yerleşmesinin bir sonucudur ki akademik itibarın bu cehaleti kutsamaya devam etmesi, bildiğimiz dünyanın sonunu getirebilecek bir  yağma düzeninin, bir kıyametin  sebebi olabilir.





Hiç yorum yok: