20 Temmuz 2009 Pazartesi

Soldan Medet Umulabilir mi?



“... Sol olmak için, sivil, demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi ve barışçı olmak ön koşuldur…”
Bu cümle, pek severek okuduğum Engin ARDIÇ’ın nedense vazgeçemediği solculuğun, son ümidi olarak gördüğü bir siyasetçiye ait.

Sol olmak için neler gerekiyormuş bir bakalım:
Bir kere “sivil” olunacak. Yani? İş/maaş güvenceleri ve yargılanma imtiyazına sahip sınıftan olunmayacak!

Peki ama “sol” denen şeyin mümeyyiz vasfı, mülkiyetin kamu/devlet tarafından tasarrufu değil miydi? Yani sol en nihayetinde “üretim araçlarının” mülkiyetinin kolektifleştirilmesini savunmak demek değil miydi? İyi de bu kolektifleştirme nasıl olacaktır? “Sivil” insanların, torna tezgâhlarını, beyinlerini, gönüllü olarak “halka” hediye etmesiyle mi? Böyle bir şey asla olamayacağına göre birilerinin bunu yapmaları için onları ”ikna” etmesi gerekmektedir.
Mülkiyetin örgütlü bir zor kullanıcılar grubu vasıtasıyla ( Bir dakika! Örgütlü zor kullanıcılar grubuna “devlet denmiyor muydu?) alenen gaspı fikri artık solcuları bile utandırdığından “sosyal demokrasi” denen melez ucubeyi ortaya attılar.

Aslında yapılan iş gene aynı ama bu sefer, kerameti kendinden menkul komiternler, Sovyetler vs yerine mülkiyet gaspı halkın kendi onayı ile yapılıyor. Yani insanlara kendi oyları ile mülkiyetlerinin devletçe gasp edilmesine rıza göstermeleri empoze ediliyor. Eh neticede zenginin arabasından, işyerinden, müşterisinden elde ettiği gelirinden alınan yüksek vergi için “halk” karar verdiğine göre de meşruiyet sorunu çözülmüş oluyor.

İster Stalinist zorbalıkla ister oy mekanizmasıyla olsun, mülkiyet üzerinde nihai anlamda, elindeki silahlı güce dayanarak hak iddia eden ir devleti savunan adamlar da bize solculuğun şartının “sivil olmak” olduğunu söyleyebiliyorlar.



Bundan sonra gelen “demokrat” sıfatı da oylama mekanizmasının işletilmesinden öte bir anlam taşımıyor. Neye niçin oy verdiği hakkında tam bir kanaati olmayan kalabalıklarının sadece oylarından dolayı kadir-i mutlak bir mega-fert olarak kabul edilmesi acaba doğru veya meşru bir demokrasi telâkkisi midir?


Burada dikkat merkezimiz, kitlenin yaygın cehaleti değildir ama kadir-i mutlak sayılıp sayılamayacağıdır. Oy mekanizması var olan gerçekleri yok edip yerine yenilerini koymaya yeter mi? Ülke nüfusunun kahir ekseriyeti mülkiyetin ilgasına evet dese, bu mülkiyet hakkının ortadan kaldırılabildiği anlamına mı gelir meselâ? İşte bu solcu siyasetçinin bize bir üstünlükmüş gibi sunduğu solun “demokratlığının” çarpıklığı ve vahşeti burada saklıdır.
Bundan sonra gelen “özgürlükçülük” sıfatı yukarıda açıkladıklarımıza bakıldığında zaten tam bir tenakuz ve komedidir. İnsanların mülkiyetlerine devlet vasıtasıyla el atabilecek, bürokratik gaspı kutsayan bir grubun özgürlükten bahsetmesi ne kadar anlamlıdır?

“Eşitlikçi ve barışçı” sıfatları da aynı mide bulandırıcı nükteden nasibini alıyor. “Eşitlik” solcu için nedir? Kanun önünde ayrımsızlık mı yoksa gelirlerde aynileşme mi? Bu ikisi aynı anda sağlanamaz. Çünkü kanun önünde ayrımsızlık, yetenek, gelir ve refah farklılıklarını zımnen tabii kabul etmektir. Oysa gelirlerde eşitlemeye gitmek ancak bu farklılıkların getirileri üzerinde resmî bir gasp mekanizması kurmakla mümkündür. Dolayısıyla solunun eşitlikçi olduğunu söylemesi sizin mülkiyetinizi gasp edeceğini beyan etmesi demektir. Gasp ile karakterize bir ideolojinin mensubunun, kendisini bize medeniyetin nirengi noktası olarak sunması utanmazca bir kibirdir.


“Barışçıdan” ne anlamamız gerekir peki? Barış salt bir çatışmazlık hali midir? Yoksa gönüllülüklere dayalı bir uyum hali midir? Sol ideolojinin, insanın varlığına yönelik gasıp ve saldırgan anlayışı zaten “uyumun” olmadığına dayanmaktadır. Sol söylemin temelinde sınıf çatışması vardır, insanların menfaatlerinin sürekli çatıştığı kabulü olmaksızın zaten zor kullanıcı ile eşitlikçi bir barış sağlama hayali kuramazsınız. Oysa barış gerçekte, insan toplumunda genel şekilde egemen olan gönüllü uyumun halidir. Eğer bunun aksi vaki olsaydı, yani çatışma egemen olsaydı dünyanın en güçlü polis teşkilatı bile yağmanın ve katliamın önüne geçemezdi. Polisin varlığı, uyumun kural, uyumsuzluğun/ ihlalin istisnai olmasının delilidir.

Dolayısıyla bir solcunun bahsettiği “barış” ile sizin anladığınız barışın birbiriyle ilgisi yoktur… Sovyet hapishanesinde herkes sessizdi. Solun arzuladığı barış herkesin her türlü uzlaşmazlığa karşı devlet eliyle “gönülsüzleştirildiği” bir mecburi suskunluk halidir.

Engin Ardıç, bu solcu liderin samimiyetle özgürlükçü olduğuna inanıyor olsa gerek. Nitekim yazıyı okuduğunuzda solcu liderin mesela başörtüsü konusunda aslında samimi bir özgürlükçü tutum takındığını da görebilirsiniz. Mesele şudur: Bu tutum solun tabiatına uyumsuzdur. Bunun yanı sıra kılık kıyafet hürriyeti, ifade hürriyetinin bir kısmıdır Mülkiyet hakkını gasp ederek insanların kıyafet hürriyetini tanımak “yarı hırsız”, “yarı katil” olmak gibi bir şeydir ki eşyanın ve efkârın tabiatı icabı bu tip yarım yamalıklıklar mümkün değildir. Mümkün kılmaya çalıştığınız yerde elinize geçen tek şey ahlâksızlık ve şiddet olacaktır.

Dolayısıyla herkesin durmadan arayıp da bir türlü bulamadığından bahsettiği “gerçek” sol, gaspın ve katliamın en çıplak halinden başka bir şey değildir, umalım ki daha uzun yıllar bir daha yüzünü göstermesin. Zira zayıflatılmış hali bile toplumuzu germeye ve fakirleştirmeye fazlasıyla muktedir.

2 yorum:

selcen dedi ki...

Bu sözüm ona solcu ve demokrat aydınlar,milletin kendi geleceğini ilgilendiren konularda herhangi bir yolla firini öğrenme ihtiyacı hissederler mi dersiniz? Nerdeeee!Onlar aydın.Devleti yönetenlere bile üstün(!) fikirleriyle yön vermeye çalışırken demokrasi havarisidirler.Unutmayın ki bütün Sovyet uydusu küçük devletçiklerin adları "demokratik"kelimesiyle başlardı.Oysa ana emperyal devlet SSCB idi ,yani adında demokrat ifadesi yoktu.

Afşar Çelik dedi ki...

"Sözde solcu" değil, özde solcu onlar Selcen Hanım. Zaten onların karakteristiği bu.

Evet "demokratik" tımarhaneleri çok çabuk unuttuk, haklısınız, gene beklerim.