Marksist pratiğin son zamanlarda rastladığım “zihin bulandırma” örneklerinden biri de Radikal 2’de 12/07/2009 tarihinde çıkmış ve internete aktarılmış şu satırlar:
“…Mobbing en genel ifadesiyle, çalışanı iş yaşamından dışlamak amacıyla yapılan sistemli psikolojik saldırılar bütünüdür. Temelde çalışma hakkına yapılan bir saldırıdır! Emek örgütlerinin en temel görevlerinden biri de, hem yasal mevzuatla hem de toplu sözleşmelerle, çalışanların iş güvenliğini ve sağlığını geliştirmek, korumak için mücadele etmektir….”(1)
Merak edip internette araştırdığımızda ise karşımıza şu satırlar çıkıyor:
“….Mobbing duygusal bir saldırıdır. Yaş, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelen saldırganlıktır. Kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla kasıtlı olarak yapılır. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlar. İşveren ima ve alayla, karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeye yönelik saldırgan bir ortam yaratarak kişiyi işten ayrılmaya zorlar. Bir araştırmaya göre mobbing, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda, okullarda ve sağlık sektöründe daha yaygındır. Yüksek işsizlik oranları ve dolayısıyla çalışanın değersiz görülmesi mobbingin artmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak her işyerinde ve her türlü kuruluşta rastlanabilir. Organizasyon bozukluğunun daha fazla olduğu işyerlerinde, disiplin getirmek, verimliliği artırmak, refleksleri koşullandırma (askeri disiplin) öne sürülerek yapılmakta ve meşrulaştırılmaktadır….”(2)
Radikal 2 ‘den aktardığımız satırlarda çalışanın iş hayatından dışlanması tavrının genel psikolojik analizi yapılmamış. Dolayısıyla mobbingi genel bir “emek düşmanlığı” olduğu kanaati yaratılmaya çalışılmış. Oysa gerçek böyle değil. “zorbalık” olarak da adlandırabileceğimiz bu tutumun yöneldiği kişilerin genelde, bağımsız kişilikli,ilkeli, çalışkan ve kaliteli kişiler olduklarını görüyoruz. Üstlerine göre bariz üstünlükleri olan kişilerin bu zorbalığın ilk hedefi olmaları neredeyse bir kural halini almış.
İnternetten yaptığımız yüzeysel araştırmada, mobbingin daha ziyade “kâr amacı gütmeyen” kuruluşlarda yaygın olması durumunu da bir başka dikkat çekici bulgu olarak aklımızın bir köşesine yazmalıyız.
Bu temel tespitleri yaptıktan sonra “çalışma hakkı” diye bir şeyin olup olmadığına bakmalıyız. Zira yazarımıza göre “mobbing”, bu hakkın ihlali anlamına geliyor. (Bundan sonra bu kelime yerine “zorbalık” kullanılacaktır.)
Her şeyden önce “çalışma hakkı” denen sözde hakka konu olan şey emektir. “çalışma hakkından” murat emeğin mutlak değerinin kabulünden başka bir şey değildir.
Marksist okulda, emek, değerin temelinde yatan dolayısıyla değiştirilemez, bir mütemmim cüzdür. O, belirlenmez, yalnızca belirler. Dolayısıyla sübjektif olamaz. Dolayısıyla o metafizik bir mutlaklık olarak bütün metaların özünü oluşturan şeydir.
Gerçekten böyle midir? Yani emek “mutlak” bir değer taşır mı? Emeğin mutlak değer taşıması demek onun her halükârda birileri tarafından ödenmesi anlamına gelir. “Çalışma hakkının” nicel anlamı budur.
İşçinin(emek) olmaması halinde malların üretilemeyeceği tezi Marksist okulca sıkça dile getirilir. Buna göre kapitalist her şeyini işçiye borçludur.
Kim ne derse desin bugün “kol emeği” harcayan işçiler dahi belirli ustalık gerektiren işler yaparlar. Bu ustalık farklılaşmasının sebebi nedir? Neden her işçi forklift operatörlüğü yapamaz? Neden forklift operatöründen torna tezgâhın çalıştırmasını beklemeyiz? Neden bir sıvacıyı tesisat işine vermeyiz?
Bunun sebebi, bu işlerin yapılması sağlayan üretim faktörlerinin kullanılması için bir iş bölümünün gerekmesidir. Çünkü her biri farklı şekilde çalışan üretim faktörlerinin, araçlarının işletilme bilgisi maalesef herkesin beyninde bir içgüdü halinde hazır bulunmamakta, bu bilgilerin edinilmesi gerekmektedir. Bu durumda aynı araçları kullanan işçiler arasında da bir beceri, tecrübe farklılaşması yaşanacaktır.
Peki ama işçilerin, emeklerini, üzerinde kullandıkları araçlar nasıl meydana gelmektedir? Bunlar işçilerin daha önce hiç düşünmedikleri, müteşebbislerin ferdî yaratıcı zekâlarından meydana gelmiş araçlardır. Bu araçların yaratılması sayesinde işçiler, kullanılacak, dolayısıyla emek sarf edilecek mallarla buluşur. Bu araçlar olmaksızın ne işçiden ne de onun emeğinden bahsedilebilir. Dolayısıyla işçiye çalışma fırsatı veren, onun üzerinde çalışacağı araçları sağlayan müteşebbisler ve kapitalistlerdir. Görüldüğü gibi işçi bir üretim sürecinin temeli değil ancak faktörlerinden biridir.
Emeğin üretimdeki yerinin özelliklerine bakarak Menger’in “Mal olmanın genel şartlarını” üretim faktörlerine göre yeniden düşündüğümüzde:
Üretimin bir beşeri ihtiyaca yönelik olması
Bu ihtiyacın tatminiyle ilgili olarak üretimdeki faktörlerinin nedensel bir ilişkinin bulunması
Bu ilişkiye yönelik bir ilgi
Bu faktörlerin ihtiyacın tatminine yönlendirme ye yetecek kadar kontrol etmek şartlarını taşıyan her bir faktörün iktisadî bir mal olduğunu görürüz.(3)
Dolayısıyla emek, bir üretim faktörü olarak aynı zamanda bir maldır! Emeğin bir mal olması durumu yalnızca bu şartlara uygunlukla değil aynı zamanda, onun kişinin, niteliğini değiştirebildiği ve istediğinde mübadeleye sokabildiği mülkiyeti olması yönüyle de kavranabilir.
Emeğin,her bir ferdin mülkiyetindeki bir mal olması durumu, onun hem sahibi tarafından istendiğinde arz edilebilmesini hem de diğer fertler tarafından talep edilip edilmemesi durumunu ortaya çıkarır. Eğer insanlar sizin hangi dalda emek arz edebileceğinize dair bir bilgiye sahip olamazlarsa onu sizden talep edip etmemeleri de söz konusu olamaz. Dolayısıyla emeğin bir mal olarak mutlak bir değer taşıması ve gene dolayısıyla arzıyla ilgilenmeyen insanlarca ödenmesi söz konusu değildir. Emeklerinden yararlanmak istediğiniz insanlara, onların kabul etmeyeceği bir emekle ödemede bulunamazsınız.
Buradan gördüğümüz gibi “çalışma hakkı” diye bir hak yoktur. Aslında bunu “hak” tanımına bakarak da keşfedebiliriz. Hak, “Başkalarınca ödenmeksizin, her birimizin insan olmak hasebiyle doğuştan gelen, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez menfaatlerimizdir.”
Oysa emek, “hakkın bu özelliklerinin hiçbiriyle bağdaşmaz. Emek ancak, başkaları onu ödemeye rıza gösterdiğinde bir menfaattir. Başkalarını öldürmeksizin yaşayabiliriz, hırsızlık etmeden geçinebiliriz, başkalarını köle etmeden istediğimizi yapabiliriz. Ama başkasını ödemeye razı etmedikçe çalışmayız.
Kısacası “çalışma hakkı” diye bir hak yoktur. Çalışma hakkından bahsettiğimizde, pamuk şeker satıcılarının arzının da mutlak talep bulmasından bahsetmekteyiz demektir.
Zorbalığın daha ziyade, “kâr amacı gütmeyen” kuruluşlarda görüldüğüne dair bulguya baktığımızda bu tip kuruluşların iktisadi mantığa ne kadar aykırı olduklarını da dikkate almalıyız. Zira ekonominin veya insan eyleminin tabiatına aykırı şekilde var edilen bu kuruluşlarda “sorumluluk” bilinci zayıflamaktadır. Çünkü bu kuruluşlarda “sorumluluk”, “kâr amacı güden” kuruluşlardaki gibi parasal olarak “ölçülememektedir”.
Özel sektörde kurallar, parasal kayıpların ölçüsüne göre hemen hemen sekmeden işletilirken bürokrasinin kurumlarında “ilişkiler”, “yakınlıklar” belirleyici olmaktadır. Emeği bir mal olarak kabul eden kapitalist sistemde emek, sanıldığının aksine en az israfla kullanılmaktadır.
Oysa bürokratik hiyerarşinin her şeyden önemli olduğu “kâr amacı gütmeyen veya bürokratik diğer kuruluşlarda emeğin gerçek maliyeti hesap edilememekte ve bu yüzden de israfı akıl almaz seviyelere çıkabilmektedir. İş ve maaş güvencesine sahip memurlarımızın hayatlarından bir türlü memnun olamamalarının altında, kendilerinin, işleriyle ilgi hiçbir değer taşımadıklarına dair bir aşağılık kompleksinin yatıp yatmadığına ciddi şekilde eğilmek gerekir.
Zorbalık, emeğin nicel değerlendirmesini yok etmek için Marksistlerce istismar edilen bir kavram gibi görünmektedir. Bağlamından saptırılarak emek arzı konusunda işçiyi sorgusuz sualsiz bir diktatör yapmak için kullanılmaktadır. Emek talebini yok etmek, iş bölümünü ortadan kaldırmak ve emek piyasasını sendikaların keyfine bırakmanın bir bahanesidir.
Marksist saptırmaların zararı, emek piyasasında, işverende yaratabileceği paranoya sonucunda emek arzında kaliteden ziyade “uyumluluğun” aranması olacaktır. Eğer Marksist istismar aynı ısrarla sürdürülürse yaratıcı zekânın getireceği verimliliğin yerini, “uyumluluğun” getireceği düşük maliyet endişesi alacaktır. Sendikaların zorbalığına uğramamak için işverenler muhtemelen daha az ve daha uyumlu personel istihdamına yöneleceklerdir. İstihdama verilebilecek en büyük zarar, emeğin gönüllü mübadelesinin yerine, emek arzının diktatörlüğünü koymaya çalışmaktır.
1- http://www.facebook.com/ext/share.php?sid=115171798120&h=tROL7&u=UNKdK&ref=mf
3- Menger, Carl; “iktisadın Prensipleri”; 2009; Liberte; Shf:1-2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder