13 Eylül 2020 Pazar

Türkiye'de Yayıncılık Üzerine



Her gün daha az kitap mı basılıyor, bana mı öyle geliyor? Yayın maliyetleri her gün sanırım daha da artıyor. İş sadece kitap basmakla da bitmiyor. Kitabı dağıtmak,  basmaktan daha pahalı bir iş. Kitaptan elde edilecek gelirin yarısını dağıtımcıya vermezseniz, kitabınız basılmış bir kâğıt tomarı halinde öylece kalıyor.

Tabii piyasa buna da bir çözüm buluyor. “Kendi kitabının masrafını üstlenen yazar” yayıncılığı son on yıldır aldı başını gidiyor. Kısa yoldan “yazar” olmak isteyenler için bu çözüm pek makul görünüyor. Çünkü yayınevi kitabın dağıtımını da üstleniyor.

Ben bu yayıncılık türüne Umberto Eco’nun “ Foucault Sarkacı” adlı romanında rastlamıştım. Yayıncı kitabın basım masraflarını yazardan aldıktan  ve ona  telifi bir miktar kitapla ödedikten sonra kalan kitapların büyük kısmını geri  dönüşüme yolluyordu. Maliyetini   bir başkasının sütlendiği hiçbir  şeyin değeri yoktur. Dolayısıyla kendisine bedavaya gelen ve üstelik kâr da bırakan bir  kitabın okuyucuyla buluşup buluşmaması, edebî bir şaheser olup olmaması yayıncıyı zerre kadar ilgilendirmiyordu.

Türkiye’de de yayıncılık anlayabildiğim kadarıyla böyle yürüyor. Belki  birkaç büyük yayınevi, eserleri ciddiyetle inceliyor ve  belli bir yayın politikasını izliyor ama  onların dışında kalan küçük yayınevlerinin hiçbir şansı yok. Yayınevlerinin bazıları akademik çevrelere yakın olduklarından, öğrenci talebini göz önüne alarak akademisyenlerin kitaplarını komik teliflerle basıp para kazanıyor. Telif karşılığında fatura fiyatının belli bir oranında sayıda kitap alan hoca kitap sahibi olduğu ve bu da doçentliğinde işe yarayacağı için mutlu olurken yayıncı da  kolay bir öğrenci talebi kaynağı bulduğu için mutlu oluyor.

Bir seferde yüz bin basılan pek nadir kitap, sözgelimi “market raflarında”, temizlik ürünlerinin ya da mangal kömürünün ya da kırtasiye malzemelerinin hemen yanında “ sezonluk ürün” olarak yerini buluyor. Kaldı ki bir seferde yüz bin basılan kitapların da pek azından ciddi bir edebî tatmin beklemek mümkün olabiliyor. Kitapların markette satılmasına karşı mıyım? Hayır,  buna  karşı değilim. Aksine mümkünde kitaplar mahalle bakkallarında da satılsın ki mahalle bakkallarının yerini alan yeni nesil zincir marketlerde da artık kitap bulmak mümkün.

Bir yandan bazı kitapların hamamböceği gibi ürediğini görüyoruz, diğer yandan  “ciddi kitaplar” bulmakta zorlanıyoruz.

Burada imparator hazretleri İbrahim Tatlıses’in arabesk müzikle ilgili olarak  “ Halk istiyor ki yapıyoruz…” savunması aklıma geliyor. İşin garibi şu: Markette çok satılacağı düşünülen kitaplardan iç birinin henüz kasa sırasında önümde olan herhangi bir müşterinin sepetinde görmedim.

Halk ne istiyor, hiç bilmiyorum.   Hayır hayır! Aslında halkın ne istediğini biliyorum. Vaaz, türban, imam hatip lisesi, kömür. Sait Faik’i kim ne yapsın?

Hiç yorum yok: