Son on yıldır, milliyetçiliğin bir çocukluk
hastalığı olduğuna dair bilhassa liberal camiadan yürütülen bir zehirli propaganda, toplumun genel kanaati haline gelmiş gibi
görünüyor. Bunda basınımızın da “ Türküyle Kürdüyle…” işporta hümanizminin de ciddi etkisi var.
Her şeyden evvel şu soruyu
sormamız ve cevaplamamız gerekiyor: “ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ulusun adı
nedir?” Büyük Atatürk bu soruyu Türkiye özelinde cevaplamış ve kurduğu ülkenin
sahibinin “Türk Milleti” olduğunu en başta belirtmiş.
Mesele şu ki Türk Milleti Türkiye’ye
yerleşmeden çok çok önceleri bile tarih sahnesinde yer almış bir millet. Kaldı
ki Anadolu’nun bilinen tarihinde Türk izleri, Kürtçülüğün bütün yalanlarına
rağmen yoğunlukları ve süreklilikleri ile her seferinde bizi şaşırtmağa devam
ediyor. Yani biz burada “Kürtlerin izniyle oturan bir misafir kabile” falan
değiliz.
Dolayısıyla vatanını, kanı
pahasına edinmiş ve bundan dolayı da egemenliği tartışılmaz bir ulusuz.
Egemenlik öncelikle yaşadığı toprağa adını vermek ve daha sonra dilini ve yaşayış tarzını yaşadığı toprağın her
yerinde var etmek hakkını kapsar. Bu hak, ne tartışılabilir ne devredilebilir
ne de vazgeçilebilir bir haktır.
Peki ama bu hak nasıl
korunacaktır? Çünkü uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını “doğal” olarak
kabul etmezler. Uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını ancak belli bir güç
dengesi korunduğunda kabul ediyormuş gibi görünürler. Bu açıdan özellikle Onur ÖYMEN’in
“ Diplomasi; Silahsız Savaş” adlı kitabı,
uluslar arası ilişkilerin üzerinde yürütüldüğü sessiz savaşı anlamamız
açısından önemlidir. Zaten John Locke bundan yaklaşık iki yüz elli yıl önce bu
durumu “ Uluslar arası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” diye tarif etmiştir.
Peki ama bu durumda
milliyetçiliği yalnızca uluslar arası ilişkilerdeki basit bir tepkisellik
olarak mı görecek ve aklileştireceğiz?
Elbette hayır… Burada unutulmaması
gereken şey şudur ki: Uluslar arası ilişkilerde diplomasinin muhatabı yalnızca
uluslardır. Ulusaltı topluluklar ancak uluslar için değerlerine ve önemlerine
göre muhatap kabul edilirler. Çünkü ancak ve yalnız uluslar, tarih yazabilen
devletler kurabilmişlerdir. Devletleşememiş topluluklar, ulusaltı topluluklar
için “tarih” yalnızca yaşlılarının aktarabildiği bir takım sözlü rivayetlerden
ibarettir. Ne teşkilatlanmış bir yapı oluşturmuş, ne bu yapıyla herhangi bir
savaş ve barış dönemi yaşamış ne
herhangi bir antlaşmaya resmi bir imza atabilmiş sayısız ulusaltı
topluluk için var oluş ancak ulusların devam etmesine izin verdiği kadarıyla
sürdürülebilmiştir. Bu tip toplulukların
sözde devletleri, ne modern bir bürokrasiye ne modern bir hukuk alt yapısına
sahiptir. Ulusaltı topluluk devletleri, kendilerini meydana getiren kan bağlı
kabile bilincinin sınırlar içindeki diğer kabilelere üstün kılınmasından başka
bir amaç taşımayan ilkel örgütlenmelerdir.
Oysa uluslaşmış toplumlarda
devletleşme tarihten gelen yoğun tecrübe
birikiminin bir sonucu olarak ayrıntılı bir örgütlenme ve titiz bir adalet
dağıtma mekanizmasının kurulması anlamına gelir. Bunları kurabilmek ve
yaşatabilmek bir ulus için başlıca övünç
kaynağıyken ulusaltı toplulukların yegâne övünç kaynakları, silahlı kabilelerini diğer kabilelere boyun
eğdirebilmesidir.
Demek ki uluslaşmak bir insan
topluluğunda “öz saygı” ve “etkileme gücü” duygularının yerleşmesinin başlıca sebebidir.
İşte herhangi bir insan grubunun
gerek dışarıdaki başka gruplara gerekse kendi üyelerine yönelttiği
davranışların temelinde o grubun gelişmişliği yatar.
Bu gelişmişlik, uluslar için hem bir övünç kaynağı hem de ilerleme
sebebidir. Ulusların mensupları, gelişmiş, cevaplayıcı, dönüştürücü
kültürlerini, egemenliklerini ve refah oluşturucu, ayrıntılı sosyo-ekonomilerini
sürdürme arzusunu her zaman canlı tutmak isterler ki bu istek, “milliyetçilik”
olarak adlandırılır.
Yani ulusaltı topluluklarda kan bağıyla
etiketlenmiş basit ve ilkel bir üyelik bilincini gene kan bağı ve kabile üstünlüğü
ile sürdürmek arzusundan ibaret olan “kabileciliğe” karşın her zaman
genişlemeğe ve büyümeğe eğilimli, kapsayıcı,
örgütlenebilen ve savunabilen millete mensup olmanın gururunu taşıyan
milliyetçilik birbirilerinden apayrı bir halde bütün politikaları kendi
çaplarında etkilerler.
Türkiye’de bugün gelinen yer,
kabileci ilkelliklerin her birine siyasal bir özerklik alanı verilerek ulus
gerçekliğinin aşılabileceğinin sanılması noktasıdır. Bu yanlış kanaat ancak ülkenin kabile savaşlarıyla parçalanmış
bir Afrika ülkesi haline gelmesine yol açabilir.
Bir mensubiyet şuurunun nereden
kaynaklandığına, neleri kapsadığına, gelişip gelişemediğine, bu şuurun sahibinin büyümeğe, gelişmeğe ne
kadar yetenekli olduğuna bakılmaksızın siyasal sorunlara isabetli çözümler
getirilemez. Sadece bu yüzden bile
Türkiye’de Türk ulusunun tartışılmaz egemenliğini, refahını ve hürriyetini savunmak demek olan
tek bir siyasal ve kültürel görüş savunulabilir ki o da Türk milliyetçiliğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder