27 Haziran 2019 Perşembe

Neden Türk Milliyetçiliği?



bozkurt ile ilgili görsel sonucu 
 Son on yıldır, milliyetçiliğin bir çocukluk hastalığı olduğuna dair bilhassa liberal camiadan yürütülen bir  zehirli propaganda,  toplumun genel kanaati haline gelmiş gibi görünüyor. Bunda basınımızın da “ Türküyle Kürdüyle…”  işporta hümanizminin de  ciddi etkisi var.

Her şeyden evvel şu soruyu sormamız ve cevaplamamız gerekiyor: “ Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ulusun adı nedir?” Büyük Atatürk bu soruyu Türkiye özelinde cevaplamış ve kurduğu ülkenin sahibinin “Türk Milleti” olduğunu en başta belirtmiş.

Mesele şu ki Türk Milleti Türkiye’ye yerleşmeden çok çok önceleri bile tarih sahnesinde yer almış bir millet. Kaldı ki Anadolu’nun bilinen tarihinde Türk izleri, Kürtçülüğün bütün yalanlarına rağmen yoğunlukları ve süreklilikleri ile her seferinde bizi şaşırtmağa devam ediyor. Yani biz burada “Kürtlerin izniyle oturan bir misafir kabile” falan değiliz.

Dolayısıyla vatanını, kanı pahasına edinmiş ve bundan dolayı da egemenliği tartışılmaz bir ulusuz. Egemenlik öncelikle yaşadığı toprağa adını vermek ve daha sonra dilini  ve yaşayış tarzını yaşadığı toprağın her yerinde var etmek hakkını kapsar. Bu hak, ne tartışılabilir ne devredilebilir ne de vazgeçilebilir bir haktır.

Peki ama bu hak nasıl korunacaktır? Çünkü uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını “doğal” olarak kabul etmezler. Uluslar birbirlerinin egemenlik haklarını ancak belli bir güç dengesi korunduğunda kabul ediyormuş gibi görünürler. Bu açıdan özellikle Onur ÖYMEN’in “ Diplomasi; Silahsız Savaş” adlı kitabı,  uluslar arası ilişkilerin üzerinde yürütüldüğü sessiz savaşı anlamamız açısından önemlidir. Zaten John Locke bundan yaklaşık iki yüz elli yıl önce bu durumu “ Uluslar arası ilişkilerde doğa durumu egemendir.” diye tarif etmiştir.

Peki ama bu durumda milliyetçiliği yalnızca uluslar arası ilişkilerdeki basit bir tepkisellik olarak mı görecek ve aklileştireceğiz?

Elbette hayır… Burada unutulmaması gereken şey şudur ki: Uluslar arası ilişkilerde diplomasinin muhatabı yalnızca uluslardır. Ulusaltı topluluklar ancak uluslar için değerlerine ve önemlerine göre muhatap kabul edilirler. Çünkü ancak ve yalnız uluslar, tarih yazabilen devletler kurabilmişlerdir. Devletleşememiş topluluklar, ulusaltı topluluklar için “tarih” yalnızca yaşlılarının aktarabildiği bir takım sözlü rivayetlerden ibarettir. Ne teşkilatlanmış bir yapı oluşturmuş, ne bu yapıyla herhangi bir savaş ve barış dönemi yaşamış ne  herhangi bir antlaşmaya resmi bir imza atabilmiş sayısız ulusaltı topluluk için var oluş ancak ulusların devam etmesine izin verdiği kadarıyla sürdürülebilmiştir.  Bu tip toplulukların sözde devletleri, ne modern bir bürokrasiye ne modern bir hukuk alt yapısına sahiptir. Ulusaltı topluluk devletleri, kendilerini meydana getiren kan bağlı kabile bilincinin sınırlar içindeki diğer kabilelere üstün kılınmasından başka bir amaç taşımayan ilkel örgütlenmelerdir.

Oysa uluslaşmış toplumlarda devletleşme tarihten gelen  yoğun tecrübe birikiminin bir sonucu olarak ayrıntılı bir örgütlenme ve titiz bir adalet dağıtma mekanizmasının kurulması anlamına gelir. Bunları kurabilmek ve yaşatabilmek bir ulus  için başlıca övünç kaynağıyken ulusaltı toplulukların yegâne övünç kaynakları,  silahlı kabilelerini diğer kabilelere boyun eğdirebilmesidir.

Demek ki uluslaşmak bir insan topluluğunda “öz saygı” ve “etkileme gücü” duygularının  yerleşmesinin   başlıca sebebidir.

İşte herhangi bir insan grubunun gerek dışarıdaki başka gruplara gerekse kendi üyelerine yönelttiği davranışların temelinde o grubun gelişmişliği yatar.

Bu gelişmişlik, uluslar için  hem bir övünç kaynağı hem de ilerleme sebebidir. Ulusların mensupları, gelişmiş, cevaplayıcı, dönüştürücü kültürlerini, egemenliklerini ve refah oluşturucu, ayrıntılı sosyo-ekonomilerini sürdürme arzusunu her zaman canlı tutmak isterler ki bu istek, “milliyetçilik” olarak adlandırılır.

Yani  ulusaltı topluluklarda kan bağıyla etiketlenmiş basit ve ilkel bir üyelik bilincini gene kan bağı ve kabile üstünlüğü ile sürdürmek arzusundan ibaret olan “kabileciliğe” karşın her zaman genişlemeğe ve büyümeğe eğilimli, kapsayıcı,  örgütlenebilen ve savunabilen millete mensup olmanın gururunu taşıyan milliyetçilik birbirilerinden apayrı bir halde bütün politikaları kendi çaplarında etkilerler.

Türkiye’de bugün gelinen yer, kabileci ilkelliklerin her birine siyasal bir özerklik alanı verilerek ulus gerçekliğinin aşılabileceğinin sanılması noktasıdır. Bu yanlış kanaat  ancak ülkenin kabile savaşlarıyla parçalanmış bir Afrika ülkesi haline gelmesine yol açabilir.

Bir mensubiyet şuurunun nereden kaynaklandığına, neleri kapsadığına, gelişip gelişemediğine,  bu şuurun sahibinin büyümeğe, gelişmeğe ne kadar yetenekli olduğuna bakılmaksızın siyasal sorunlara isabetli çözümler getirilemez.  Sadece bu yüzden bile Türkiye’de Türk ulusunun tartışılmaz egemenliğini,  refahını ve hürriyetini savunmak demek olan tek bir siyasal ve kültürel görüş savunulabilir ki o da Türk milliyetçiliğidir.









Hiç yorum yok: