Doğru Bir Şeriat Devleti Mümkün
Müdür?
Dinci bir partinin iktidara gelmesinden sonra Türkiye’de
“Doğru din- yanlış din” tartışması başladı.
“Aslında İslâm bu değil! İslâm
barış dinidir. Dinciler dinin ruhuna aykırı hareket ediyor!” tarzı iyi niyetli itirazlar gün geçmiyor ki
işitilmesin.
Bütün bu tartışmalarda gözden
kaçırılan nokta dinin özü ya da doğası.
Dinin biri yapısal diğeri
işlevsel olmak üzere ki temeli var.
Yapısal temeli de şu dört unsura
dayanıyor:
1 – Kitap
2- Peygamber
3- Şeriat
4- Kilise( İbadethane)/Ruhban
İşlevsel temeli ise kesin bir
inanç. Kesin bir inancı kullanmaksızın hiçbir din ayakta kalamaz.
Herhangi bir inanç herhangi bir
grup insan arasında paylaşılabilir. Bu inanç o insanlara ortak bir değer ve
mensubiyet şuuru sağlayabilir ama onları bağlayıcı bir hareket tarzı sunamaz.
Meselâ Budistler canlılara zarar vermemek konusunda ortak bir değeri
paylaşırlar ama ne giyip ne giymemeleri gerektiği konusunda buyurgan bir kod
paylaşmazlar.
Oysa dinler, insanların hareket
tarzlarıyla ilgili olarak kaynağı ve
hikmeti tartışmasız birer emirler dizgesi olarak aramızda yaşatılırlar.
Dinler sadece yapılmaması
gerekenlerin sınırlarınız çizmekle kalmaz, pozitif ve buyurgan olarak yapılması gerekenleri de ayrıntılı
şekilde emrederler. Bu açıdan dinler özlerinde kendi başlarına buyurgan ve egemen kurumlardır. Bu yüzdendir
ki siyasal olmayan bir din diye bir şey yoktur. İnsanlara gerek edilgen gerekse
etken temelde eylemler va’z eden dahası
dayatan bir sistemin siyasi olmadığını söylemek saçmadır.
Dinin yapısal
temellerinden kitap ve peygamber
eylemlerin genel ilkeleri hakkında emirler verirken şeriat ve
kilise/ruhban bölümleri ise emirlerin
güncel ayrıntılarıyla ilgilenerek “her zaman ve her mümin için” gereken güncel emirler dizgesini oluşturmağa çalışır.
Şunu da belirtmek gerekir ki
dinin peygamber ve kitap bölümlerinin tarihi,
mantıksal, etik incelemeleri ve tahlilleri bunların dinin bize bahsettikleri
gibi olmayabilecekleri yönünde ciddi şüpheler yaratmaktadır.
Çünkü “Hak din” denen dört dinin
peygamberlerinin nedense hep İbrani
soyundan olması ki Hz. Muhammet de Hz.
İbrahim'le bağlandığından en nihayetinde
İbrani kültürel soyunun devamcısıdır, kutsal kitapların nedense hep İbrani
krallarının iktidar mücadeleleriyle ilgili olması, Arap yaşantısının
sorunlarının evrensel bir din için neden ölçü olması gerektiği gibi konular
kitap ve peygamber unsurlarının “ilâhî”liğine gölge düşürüyor.
Dinin şeriat ve kilise/ruhban bölümleri ise kitap
ve peygamberin sahip olduğu ilahilik sıfatına
sahip olamadıkları halde onlar kadar dokunulmaz olmuş insan yapısı kurumlar. Bu
kurumlardan şeriat iâhî olduğu düşünülen
“aksiyomatik söylemlerden” aynı
ölçüde dokunulmaz insani yorumlar üretmek işinden ibaret. Şeriatın bir mantığı
var mı? Aslında şeriat, “Ben Allah olsam, uzmanın fikirleri hakkında şöyle
şöyle derdim!” demekten ibaret. Bununla
ne demek istiyoruz? Ulema diye danıştığınız insanlar size herhangi bir konuda
cevap verirken kuvvetle muhtemeldir ki din dışı uzmanların fayda/zarar ölçümlerine
göre cevap vereceklerdir. “ Diş dolgusu, diş hekimince gerekli görülürse
zarurettir!” demekle “Faydalıysa yap!” demek arasında fark yoktur. Oysa
insanlara “Allah katından bir onay”
sunduğunuzda onların eylemleriyle ilgili ahlaki endişelerini büyük ölçüde gidermiş olursunuz ki dinin ahlâkı ve idraki uyuşturması işte insanlara verdiği “ ilâhi
makam onayı” güvencesinden kaynaklanır.
Peki ama bunlar kendi başlarına
işe yaramazlar. Onların işlevsel kılacak olan şey nedir? Onları işlevsel
kılacak enerj kaynağı insanları kesin inançlarıdır. Peki ama insanlar neden
kesin bir şekilde inanmak ihtiyacı duyarlar? Bir şey kesinlikle inanmak onun hakkında sürekli
akıl kullanımından vazgeçmek demektir. İnsanlar
bazı şeyler hakkında akıllarını kullanmaktan iki sebepten vazgeçerler.
Bu sebeplerden biri tembellik, diğeri kalıcı kötülükleridir.
Bir şey hakkında düşünmemek
insanları rahatlatır. Varlığı ve özü
hakkında düşünmediğimiz şeylerin ya yok olduklarını ya da bize zarar
vermeyeceklerini düşünmek eğilimindeyizdir.
İkinci sebep dinlerin tahripkârlığının
ana sebebidir: Kalıcı kötülüğümüz. Buna yapısal kötülük de diyebiliriz.
İnsan olarak içimizde biraz
kötülük de taşırız. Ve fakat kötülüğün sürekli ve yaygın bir hale gelmesinin
soyumuzun sonunu getireceğini sezdiğimiz için kötülük yapmamak konusunda yaygın
bir uzlaşma sergileriz. Bunu yaparken de eylemlerimizi sürekli vicdanımızın
terazisinde tartarız. Bu tartma işi kişinin kendi aklının sorumluluğundadır.
Kişi, aklının sorumluluğunu
ulemaya( şeriat) ve kiliseye( ruhbana) devrettiğinde vicdani ve akılcı
sorumluluğundan, dolayısıyla yükünden de kurtulduğunu sanır.
İşe böylesi bir kurumun toplum
hayatına resmi ve kanuni yollardan etki etmesine izin verdiğimizde devlet
eliyle bir canavarlar ordusu yaratmış oluruz.
Bu bize şunu göstermektedir ki “doğru
din” diye bir şey yoktur. Çünkü biz her ne kadar bir ahlâk kaynağı olarak
görsek de din kurumunun ahlâk üretici bir motivasyonu ve amacı yoktur.
Din, insanların, Tanrı inancını
bağlamından çıkararak ve istismar ederek oluşturdukları tamamen dünyevi bir
siyasal sistemdir. Dolayısıyla ne ahlâkta ne de siyasette bir makbullük ölçüsü
olabilir. Doğru bir şeriat devleti diye bir şey yoktur; çünkü “zararsız din”
diye bir şey yoktur.
2 yorum:
'Doğru bir din devleti olabilir mi' şeklinde sorgulamışsınız yazınızda..Din aslında kişisel bir olgudur,toplumsal düzenlemeleri de içinde barındırır, kabulüne karşın.Toplum bireylerden oluşur, tekrarını bir yana bırakırsak, kişisel mutluluklar ile toplumsal kuralların çizgilerini çizmek mümkün müdür? Belli ki mümkün olmamış ve evrensel normlara uygun yasalar ve özgürlükler gündeme gelmiş.Belki onun içindir ki tüm dinler ilk çıkış tarihlerindeki yaşam tarzlarını insanlara dikte ettirmeye çalışırlar. Ne kadar iptidai o kadar kolay yönet. Ne kadar gelişmiş o kadar sofistike..Sayın Çelik, ellerinize sağlık.
Değerli Yazarımız,
Ufuk açan yorumlarınız için teşekkürler. Çok yaralanıyorum. Eksik olmayınız. Aklınıza, elinize sağlık.
Yorum Gönder