30 Nisan 2017 Pazar

Sömürgecilik Sonrası Bilişsel Zemin Kayması

Üçüncü Bin Yılda  Yeni Din Ülkesi: Morfinotopia

Son yıllarda, sanalağda , Müslüman ülkelerin eski durumlarını gösterir fotoğraflar sıklıkla paylaşılıyor. Bu fotoğraflara baktığımızda, her birinde, alışılmış bir batı ülkesi görüyoruz. 

Yaygın kanaat, bu fotoğrafların o ülkelerin sömürge oldukları zamana ait olduklarıdır. O ülkelerde belki insanlar batılı gibi görünmektedirler ama buna karşılık ikinci sınıf insan sayılmışlardır. Madem insan sayılmamışlardır sömürgeciliğin bitmesiyle artık daha şerefli bir mevkie erişmişlerdir.

Ortadoğu'da "Ulusal bir çağdaşlaşma" anlayışını geliştirebilen, sadece Türkler olmuştur. Bu anlayış, bağımsızlığı temel alarak siyasi tesirlerden uzak kalmayı ve kendi bilinçlenmesine tutunarak özgürleşmeyi esas almıştır.  Böylece batılı fakat kendi başına ve kendisi olarak yaşayan bir ulus olmak hedeflenmiştir. Atatürk büyük bir ileri görüşlülükle uluslaşmanın uygarlaşmayla ilgisini kurmuş ve bu ilişkinin her zaman gözetilmesini istemiştir. Bu açıdan Türkiye, bir Ortadoğu ülkesi sayılamayacak kadar uygar ve müreffeh bir ülke olmuştur.

Peki ama diğer ülkelere ne olmuştur? Asıl sorun budur. 
Ortadoğu'da bağımsızlık, kendi başına, ülkelerdeki sorunları çözmemiş, aksine arttırmıştır. Peki ama bir ülkenin kurucu çoğunluğunun kendi kaderini tayin edebilmesi neden sorunları çözmeğe yetmemiştir?

Bunun birinci sebebi, sömürgeciliğin sağladığı ulusal egemenlik birliğinin ortadan kalkmasıdır. Bu birlik elbette sömürgeci ulusun dili ve kültürünün egemenliği anlamına geliyordu. İngiliz veya Fransız sömürgesi olarak hepsi İngilizce/ Fransızca konuşmağa mecbur edilmiş aşiretler için adaletin ve emniyetin sağlayıcısı, baş edilmesi mümkün olmayan Tanrısal ( Gandi : " Atatürk İngilizleri yenene kadar Tanrı'nın İngiliz olduğunu sanırdım...) güce itaat etmek, mülkiyet kavgalarından evliliklere kadar her sorunun çözülmesini sağlıyordu.

İlkel kabileler kendi ilkelliklerini örten , yok sayan ve herkesi kılıcı önünde eşit sayan  batılı adalet sistemini, menfaatleri gereği kabul ediyorlardı. O halde sorun neydi? 

20. Yüzyılın son çeyreğine mini etekler, otomobiller ve çağdaş üniversitelerle girmiş Müslüman ülkeler üstelik de uygar batının  bilgilerine bu denli aşinayken nasıl olmuş da çarşaflı, burkalı, sakallı bir şeriat ilkelliğine yuvarlanıvermişti? Eğer telefon hatları işletilecek, nüfus kayıtları düzgün tutulacak, mülkiyet korunacak, kadınlar rahatça çalışabilecekse bütün yapılması gereken, eski sömürgecilerin geride bıraktıkları toplumsal düzeni, kullanım kılavuzuna bakarak çalıştırmak, değil miydi?

Ne yazık ki bu kadar kolay değildi. Öncelikle Müslüman ülkeler, gerçek birer ulusal devlet olamamıştı. Kurucu çoğunluklara sahip olmakla beraber içlerindeki ulus altı yapıları uluslaşmaya dahil edecek bilinçten ve toplumsal düzenden yoksundular. Bu onları bir arada tutacak ortak mitler ve ülküler geliştirmek yeteceğinden yoksun bırakıyordu Belki de asıl sorun zaten bölgede bu tip ortak değerler geliştirme yeteceğine, Türkler dışında hiç bir toplumun sahip olmamasıydı.

Fakat görünen o ki asıl sorun daha derindeydi. Bu sorun , modern devletin bu bölgede ortaya çıkışından önce bile var olan dindi. Din sadece mensubiyet kampları yaratmak yoluyla siyasi çatışmaya yol açmıyordu. Dinin asıl zehirleyici etkisi insanların bilişsel yeteneklerini köreltmesiydi.

Dinin böyle bir etkisi varsa bu nasıl ortaya çıkıyordu?

Öncelikle din insanlara, onları vecde getiren ritüeller sunuyordu. Değerli  bir akademisyen dostum ( ki adını vermek onun için sakıncalı olabilir) öteden beri bildiğimiz bir vücut kimyasalını hatırlattığında, olaylar kafamızda daha bir aydınlandı.

İnsan vücudu "endojen morfin" denen , endorfin isimli bir hormon salgılar. Endorfin özellikle yoğun fiziki faaliyet sırasında salgılanır. Endorfin, vücudun doğal ağrı kesicisi ve " keyif vericisidir". Ona "endojen morfin" denmesinin sebebi budur. Endorfin henüz keşfedilmeden, morfinin, moleküler benzerlikten dolayı, endorfinin reseptörlerine bağlanarak etki ettiği keşfedilmiştir. Bundan dolayı endorfin reseptörleri bir müddet " morfin reseptörleri" olarak bilinmiştir. Endorfinle ilgili sorun bir müddet sonra aynen morfin gibi bir bağımlılık meydana getirmesidir. Yakın geçmişte batı ülkeler ini saran düşük tempolu koşunun  (jogging) endorfin bağımlılığına yol açtığı ortaya çıkmıştı.

Endojen morfin ( iç morfin) salgılanmasının mekanizması anlaşılınca dini ritüellerin vücut kimyasına etkileri de anlaşılmıştır.  Namazın, toplu zikirlerin insanlarda yarattığı vecd ve mutluluk artık daha rahat anlaşılabiliyordu.  Bu ritüeller sırasında beyin herhangi bir üretken faaliyette bulunmaz. Bütün dikkat ritüelin şekil şartlarına yöneltilir.  ( Farz olan namazların aslen kısa olmalarına karşın çeşitli yorumlarla namaz rekatlarının arttırılmış olması da endorfin bağımlılığın bir sonucu olabilir)

Böylece Ortadoğu din yoluyla bütünüyle bir endojen morfin havuzu haline getirilmişti. Hayatını bir endojen morfin bağımlılığı olarak yaşayan toplumların  sürekli uyanık yaşanması gereken batılı sanayii toplumu hayatını sürdürmesi mümkün olmadı.

Dinin ikinci zehirli etkisi insanların düşünmekten gönüllü biçimde vazgeçmelerine yol açmasıydı. Müslümanların büyük çoğunluğu kurumlaşmaya ve soyut kurallı hayata yabancı ulusaltı topluluklar halinde yaşıyorlardı. Dolayısıyla içlerinde bireysel var oluşa uygun bir hayatları zaten yoktu.  Onlar akıllarını büyüklerine, vicdanlarını aşiretlerine/ kollektivitelerine teslim etmiş insanlardı. (Bu geçmişte kalmış bir durum değildir. Ulusal güvenliğimizi tehdit eden Kürt silahlanmasının sınırlarımızdaki örgütlenme biçiminin ve toplumsal düzeninin ta kendisidir ).

Ayrıca dinin yarattığı hiyerarşik bilinçlenmede, Tanrı'nın , peygamberin, sahabenin, ulemanın bilgilerinden sonra insanın bireysel aklının nerdeyse hiç önemi yoktur. Üstelik bu önemsizlik imanla ilişkilendirilerek kutsanır. İntihar bombacılarının akıllarını tahrip etmeleri gerektiğine inandırılmaları, bunun doğrudan imanın gereği olduğuna ikna edilmelerindendir.

Aklını kullanmaktan bir kere vazgeçip de bundan uhrevi bir zevk almak bağımlılığı geliştiren insanın, hayatını sürekli akılcı kararlarla yönlendiren ve vicdani bir uyanıklığı idealleştiren uygar insanla aynı zeminde hareket edebilmesi böylece zorlaşıyordu.

Bu bir bilişsel zemin kaymasıydı.

Artık dünyada, aynı zaman diliminde, iki farklı zeminde yaşayan, iki farklı insan türü var.

Bu bilişsel zemin kayması insanlar arasındaki ortak zaman algısını da ortadan kaldırıyor. Müslümanların hemen hepsi kendilerinin gerçekten asr-ı saadette yaşadığını veya o devri tekrar yaşayabileceğini sanıyor.

Uyuşturucu bağımlılığı bireysel yaratıcılık için zengin bir hayal gücü kaynağı olabilir. Ama bir morfinotopia kulağa hiç de hoş gelmiyor.

Not: Baz morfin afyondan elde edilir.











2 yorum:

Derya Talipağaoğlu dedi ki...

Sayın Yazar,yaptığınız saplamalara bazı eklemeler yapmak isterim.'Sömürgecilik Sonrası Bilişsel Zemin Kayması' tespitinizi Arap dünyası üzerinden yapmış, Atatürk Türkiye'si ile karşılaştırmışsınız. Her şeyden önce Osmanlı emperyal bir devletti ve Arap coğrafyasına yüz yıllar boyunca hükmetti. Türkler,hemen hiç bir zaman bir başka devletin sömürgesi olmadılar. Dolayısı ile milli bilinç sahibi olmaları diğerlerine göre beklenen bir durum. Dini ritüeller endorfin etkisi yaratıyor olabilir ancak aynı durum, katı museviler, budistler ve hristiyanlar için de geçerli değil mi? 2.Dünya Savaşında Japon Kamikazeleri, cennet vaadi ile yola çıkan haçlıları ya da 30 yıl savaşlarını aksi durumda nasıl açıklarsınız.Terörizm üzerinden yol alırsak PKK ateist bir yapılanma değil midir? Yine Bolşevik Devrimi sonrası SSCB yi dindar olarak nitelendirebilir misiniz? Doalyısı ile bu örneklerin endorfini din dışında bir şeydi..Konuyu din değil de inanç (Her neye inanıyorsanız) ele almak belki daha kapsamlı olur.Ellerinize sağlık.

Afşar Çelik dedi ki...

Değerli Yazarımız,

Aslında cevabı siz veriyorsunuz: Bir şeyi dinleştirirseniz din etkisi elde edersiniz.

Ufuk açıcı yorumunuz için teşekkürler. Bu konuyu bir de bu açıdan ele alalım, o halde. Çok teşekkkürler.