28 Aralık 2016 Çarşamba

Türk Aydınında Kimlik Ve İdeoloji Karmaşası

Gerçek bir aydın, milletinin yüz akı bir yazar

“ Türk aydını” derken kastım, Türkçe konuşan, Türk Ulusu’nun sorunlarıyla hemhal olan, bir şekilde “Türk” diye tanınan okumuş insanlar.

Türk aydınında iki önemli sorun gözleyebiliriz. Bunlardan biri kimlik diğeri ideoloji sorunudur. Aslında kimlik sorunu da büyük ölçüde ideolojiyle ilişkilidir. Ve  fakat ideolojinin  kültürle yönelimini de kimlik sorunu belirler.

Türk aydını denen insanların farklı etnik kökenleri olabilir. En nihayetinde bizimle sorunsuz konuşabilen ve kültürümüzü paylaşan insanları, etnik kökenlerine bakmaksızın benimsemek kültürümüzün başlıca özelliğidir.

Kimlik sorununda öncelikle farklı etnik kökenlerden gelip de Türk kimliğinin kapsayıcılığını ve uzlaştırıcılığını alamamakta ısrar eden kabile okumuşlarının önemli yeri var. Bunların başında da Kürt okumuşları geliyor. Nüfus baskısına güvenerek toplumu silahla veya mahalle baskısıyla tehdit etmeyi benimsemiş Kürt  okumuşları kimlik sorununu, “şekillendirilmemiş bir iç savaş”  düzeyine taşımışlardır.

Bu durum Kürt kabileciliğinin eritilememiş olması ile anlaşılabilir. Kimlik sorununun bu yönü ontolojiktir.

Kimlik sorununun daha derine işlemiş ve daha bölücü olan kısmı ise ideolojiyle ilgili olan kısmıdır.

Ünlü köşe yazarlarında biri bir zamanlar, “ Eskiden  bütün solcular Kürtçü, bütün Kürtçüler de solcuydu” diye yazmıştı.

Ünlü televizyonculardan Enver Aysever de Celal Şengörle bir söyleşisinde “ Solcunun Türk’ü mürkü olmaz, solcu solcudur!” demişti.

Bugün aynı şeyi liberaller de söylüyor ve Türkiye’yi bölünme noktasına getiren İslamcı- Kürtçü koalisyonunun temellerini de onlar attılar.

O halde Türkiye’de ideoloji ile kimlik arasında, Türk Ulusal varlığı açısından  pek de “yapıcı” olmayan bir ilişki söz konusu.

Herhangi bir ideolojiye bağlananlar ideolojilerini derhal “kimlik üstü bir dine” çeviriyorlar. Daha sonra bütün dünyayı bu yeni iman çerçevesinden görmeye başlıyorlar. Bu  bir tür hamakat yani “ahmaklık” . bu hamakatin solcu basın organlarında hâlâ sürmesi özellikle ilginç. Mesela Bayram Yurtçiçek isimli bir yazar PKK’nın aslında antikomünist bir kontrgerilla örgütü olarak kurulduğu gibi bir komplo teorisiyle antikomünist düşüncenin insanlık dışı bir şekilde bütün solcuları katlettiğine kadar bir alay zırvayı köşesinde yazıyor ve dahası şerefli pek çok Türk milliyetçisini de militanlara jurnalliyor veya karalıyor.

İdeolojilerin dünyayı açıklama ve yeniden yapılandırma tasavvurları, onları, aydınlanma devrinin yeni dinleri haline getirmiştir. Dinlerin açıklayıcı ve düzenleyici işlevleri için Prof. Dr. Celal Şengör’ün ilgili bağlantıda yayınlanmış dersi izlenebilir.*

Türkiye’de “aydınlar” ideoloji sahibi olmayı akıl/fikir sahibi olmak için yeterli sanmışlardır. Bu sanının sebebi de “imandır”. İdeoloji dinine iman edenler onun yanılabileceğini asla düşünemez, bunu akıllarından bile geçiremezler. Bu bakımdan meselâ 2008 ekonomik krizini para arzı, kredi genişlemesi gibi gerçeklerle  değil de Marx’ın hurafeleriyle açıklayabileceklerini söyleyenlerle Muhammet’in dışkısının gül koktuğunu söyleyenler arasında hiçbir fark yoktur.

Aynı şeyi özelikle Marksistlerin etik romantizmleri için söyleyebiliriz. Marksistin  imanı o kadar güçlüdür ki  içinde normatif ahlâka dair tek satır barındırmayan ve bütün tarihi ahlakdışı bir tür otomatizm olarak gören bir yazarı bir tür ahlâkî peygamber haline getirebilir.

Bu din algısıyla ideolojinin müminleri için başka bir tür ümmet meydana gelir. Sosyalist Enternasyonal bu tür bir ümmet arayışından başka değildir. Kimliğinizi hayali bir tür ümmete bağladığınızda, artık kendi ulusunuzun da tarihinizin de bir önemi kalmaz. Bunlar size ancak geri kalmış insanların geri kalmış bağlılıkları olarak görünmeye başlar.

Kaldı ki bu aydınlar ciddi bir yazılı kültürel mirasa sahip değillerse karşılaştıkları daha büyük miraslar karşısında komplekse kapılarak kendi toplumlarına yabancılaşmaları da mümkündür. Bu durumda “kendi başına” ve özgün bir kültür geliştirmek yerine üstün kültüre taabi olmak geri ülke aydınına en  makul davranış gibi görünür. Bu fikir ona, ideolojinin yaratıcısı kültürün aşıladığı kompleksten kaynaklanır.

Türk aydını, Osmanlı’nın gerilik mirasını devralmış ve batılı bir  entellektüeli model almak yerine “iman sahibi” bir medreseli olmayı seçmiştir. Dolayısıyla da Atatürk’ün “Kendi başına düşünen, ulusal kimliğinden bütünüyle gurur duyan, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” genci olmak yerine  aşağılık kompleksli ikinci sınıf bir batılı haline gelmiştir.  Bir kere kendi kimliği hakkında yeterli psikolojik ve bilişsel donanımı olmadan unvan ve para kazanan “aydınlarımız” elbette “efendileri” olan batılıların ideolojilerine de birer “akıl dini” muamelesi” yaparak iman etmişlerdir.

Türk kimliğinin üstünlük duygusundan mahrum kalındığında , bu insanlar, ideolojilerini, üstün ve kendi başına var olan bir ulusun menfaatleri veçhesinden yorumlamak  ve uygulamak yerine mensup oldukları ulusu, kendi ideolojilerine göre şekillendirmeye kalkmışlardır. Bu sadece solcu ve liberal aydınlar için geçerli değildir.  Ülkemizde İslamcı aydınlar da  aynı sapkınlıkla maluldür.

Özellikle sol yayınları bu açıdan okumak önemlidir. Çünkü meselâ Marksizmin geri ülke aydınında meydana getirdiği kimlik kompleksi ortaya çıkarılmadıkça   Türkiye’nin içine düştüğü etnik vahşetin vs insani kökenlerini anlamak da mümkün olmayacaktır. Çünkü özellikle sol aydının köksüz  enternasyonalist imanı ve seçkinlik duygusu, ne yazık ki bütün ulusal gururun üstünde görünmektedir. İdeolojinin kimlikte yarattığı tahribatı gidermek  yalnızca ulusal bütünlüğümüzü korumak için gerekli değil. Bu aynı zamanda akıl sağlığımızı koruyabilmemiz açısından önemli. Çünkü ideolojik kimliksizliğin yarattığı yabancılaşma, geri ülke aydınında kendi ulusu hakkında öldürücü bir kayıtsızlık yaratıyor.

 *https://www.youtube.com/watch?v=I4dPPqXfksY





26 Aralık 2016 Pazartesi

Türkiye Örneğinde Şekilsizleştirilmiş Sentetik Savaş


Suriye İç Savaşı ile içerik ve boyut değiştiren Kürt etnik terörü, İslâmcı terör ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti açısından çok daha büyük bir tehdit haline geldi.

Özünde Suriye  İç Savaşı kendi başına Türk devletinin bekası açısından bugünkü  gibi bir  tehdit teşkil etmeyebilirdi. Fakat bu savaş Kürt devleti hayallerinin bir adım daha ileri taşınmasına sebep oldu. Güney sınırlarımızda, fiilî bir Kürt etnik terör komşuluğunun doğmasına sebep oldu.

Kürt etnik terörünün bu denli büyük bir sorun halin gelmesinde,  Kürt etnik ayrılıkçılığının içeriğinin  iktidarca adım adım meşrulaştırılması etkili oldu.

Kürt etnik terörü, önceleri sadece belli bir silâhlı grubun, Kürdistan hayalleri için sürdürdüğü bir etnik terör faaliyeti şeklinde  sürdürüldü. İktidarın, ulusal devletin  kendini korumasıyla ilgili bütün psikolojik ve hukuksal bariyerleri adım adım kaldırmasıyla Kürt etnik terörü hem taban genişletti hem de uluslararası plânda kendine muhataplar bulabilecek meşruiyet zemini elde etti.

İktidarın, Türk adına ve Türk egemenliğine kesin şekilde düşman bir siyasal İslamcı parti tarafından işgal edildiği bir gerçek. “Yeni Türkiye” olarak tanıtılan proje, içinde ulusal egemenliğin yer almadığı, bir tür kabileler/cemaatler koalisyonu olarak kabul ediliyor.  Uluslaşamamış toplulukların kabileler veya derebeylikler koalisyonu olarak sürekli iç çatışma ortamında yaşayan Müslüman ülkelerinin içler acısı durumu ne yazık ki siyasal islâmcı iktidar için hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü bu iktidar, tabanından yöneticilerine kadar sebep sonuç ilişkilerinden habersiz koca bir kitlenin elinde bulunuyor.

Mevcut iktidarın açık Türk düşmanı, ulusal devlet  düşmanı,  lâiklik düşmanı  anlayışı, Kürt  etnik terörü ve Kürt kabileciliğiyle  onu, “Türk düşmanlığı” asgari müştereğinde buluşturuyor.

İdeolojik plânda Kürtçülüğün Marksist kökeniyle siyasal İslâmcılığın şeriatçılığı tam bir  karşıtlık sergiliyor. Oysa “Türk” adının ifade ettiği, ulusal, bütünlüklü, lâik devletin, siyasal İslâmcılığın ve Kürtçülüğün savunduğu ilkelliklerle yürütülebilmesi mümkün değildir.
 
Siyasal İslâmcı iktidar, mevcut devlet düzenini dinsel cemaatlerin ve etnik grupların lehine yıkarak gene de demokrasinin korunabileceğini iddia ediyor. Burada “yarsı yalan” olan bir söylemle konuştuğu ve bu yalan da toplumun  çoğunluğu tarafından ısrarla anlamazlıktan gelindiği için hukuk ve siyaset sömürüsü alabildiğine sürdürülebiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal, bütünlüklü ve lâik yapısı, tesadüfen tercih edilmiş değil. Devletin bu özellikleri, ulusal varlığın başka türlü devam ettirilemeyeceğine dair Kurtuluş Savaş gibi en kanlı bir  tecrübeye dayanıyor.

Dolayısıyla devletimizin bu üç temel özelliğine karşı olan herkes istisnasız ve kaçınılmaz biçimde   “düşmanımız” oluyor. Çünkü “düşman” varoluşumuza  bütünüyle karşı olan  kişi veya örgüt anlamına geliyor.

Elbette herhangi bir işgalci bizi sağ bırakabilir. Sorun bizim Türk olarak yaşamamıza izin verip vermeyeceğidir. Ama daha da önemlisi bizim kendi irademizle Türk olarak yaşamıza izin verip vermeyeceğidir.

Ulusal bağımsızlık, yaşam tarzımızın, ulusu var eden değerlerimizin, hiçbir yabancının iznine taabi olmaksızın  var edilebilmesidir.

Bu açıdan bakıldığında siyasal İslam ve Kürt etnik ırkçılığı ve terörü açıkça düşman ve hatta fiilen  iktidar  araçlarını kullanarak yayılmaları ile “işgalci” konumundadırlar. Fiilen Kürt siyasetinin iktidarda olmadığını düşünmek yanlıştır. Çünkü Kürt terörüyle mücadele ettiğini söyleyen iktidar ülkede Türkçe’den ayrı bir resmi dil oluşumuna hukuk istismarı yoluyla izin vererek ülkenin Kürtçe tarafından işgaline sebep olmuştur. İşgal altında olmayan hiçbir ülkede  hele de herhangi bir azınlığın resmi diline izin verilemez. (Burada, zaten  federalizmle kurulmuş ve ulusal farklılıkların giderilmesinin imkânsızlığının anlaşıldığı ülkelerdeki durum ayrıdır.)

“Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaştık.” “ Türk Ordusunu sizin için hapse attık.” “ Elhamdülillah Türk olmaktan  kurtulduk.” “ Osmanlı’nın doksan yıllık reklâm arası bitti.” vs. konuşan siyasetçilerle “ Türk askerinin kanı oluk oluk akmadıkça Kürdistan özgür olamaz!” “Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!” “ Biz Kürtler boş testiyi dolu testiye vurur, kırarız. “ “ Bir gün bir astsubay kapınıza  gelir…”  gibi lâflar eden insanlar Türk’ün Anadolu’da kendine ait, egemen ülkesinde  tel ve ortaksız yaşaması gerçeğine açıkça düşmandırlar.

Ve savaş düşmanın yok edilmemiş olması halidir. Savaş ancak düşman tam bir yenilgiye uğratıldığında biter.

Peki ama Türkiye’deki savaş bildiğimiz savaşlara neden benzemiyor?

Türkiye’deki savaş çok boyutlu ve çok taraflı.
Siyasal İslâmcılık henüz yurt içinde resmî  bir silahlı güç elde edebilmiş değil  ( Gerçi polisi kendi özel ordusu haline getirme çabası her zamankinden daha açık bir biçimde sürdürülüyor) ama Kürtçülüğün resmi bir temsilcisi  var: PKK!

Bu iki düşman güç,   Anadolu’da Türk’ü silmek ortak bir amacı için  bir Anti-Türk materyali sentezlemeye çalışıyor. Bu sentezin en önemli kanıtı, Türkiye Cumhuriyeti’ne giydirilmek istenen  sözde yeni Anayasa donu için bebek katili Apo’ya danışılmış olmasıdır. “Abdullah Öcalan’ın fikirleri bizim de fikirlerimizdir.” sözü, Türk devletine açıkça savaş ilanından başka bir şey değildir. Ne yazık ki bu hal “şekilsizleştirilmiş” bir savaşta hukukun istismar edilebilmesi sayesinde cezasız kalmıştır. Bu ve benzeri pek çok söz, birbirinin antitezi durumunda olan fikirlerin, ortak bir düşmana karşı setetik bir mücadele üretmesinin  ifade edilişidir.

Şekilsizleştirilmiş savaş ise gayrı nizami harp ile hukuk istismarının birleştirildiği savaştır. Bu savaşın en önemli özelliği, hukukun alabildiğine istismar edilebilmesine ve dolayısıyla devletin, kendini koruyucu şiddet kullanımının düşmanın lehine kısıtlanmasına imkân vermesidir.

Şekilsizleştirilmiş savaşın en önemli özelliği, düşmanın, içimizden olmasıdır. Bu durumda hukukçular genellikle açmazda kalır. Türk’e zaten düşman olan enternasyonalist solcu, Kürtçü ve İslâmcı hukukçular , teröristlerden Türk vatandaşı olanların “hukuka uygun” yargılanmaları gerektiğini söyler. Oysa Türk vatandaşı olduğu söylenen insanlar fiilen vatandaşlığın bağlayıcı bütün sorumluluklarını reddetmiş insanlardır.

Şekilsizleştirmenin ikinci ayağı ise “savaşın” ilân edilmemesidir. Burada da “iç düşman”, savaş ilânı durumunda, ulusal devletin, savaş hukukunun yükümlülükleriyle sınırlanacağına ve dahası olası bir  yenilgide toprak kaybedeceğine güvenir. Böylece ulusal devlet, bir türlü ilân edemediği bir savaşta, resmen tanımlayamadığı bir düşmana karşı kendi hukukuyla silahsızlandırılır, etkisizleştirilir.  “Düşman” tanımlanamadığı için onun kendi başına savaş ilân etmesine de hiç kimse resmî bir cevap veremez.

Şekilsizleştirilmiş savaşın “düşman tanımsızlığı” açmazı, en çok masumları sömürür. Türkiye’de  gelinen noktada PKK hemen hemen her Kürt’ün potansiyel bir düşman olduğu izlenimini neredeyse herkese kabul ettirmiştir. Dahası, Kürtçü terör, istediği şeyin gerçekleşmesi durumunda, hukukî tanımsızlığa sığınarak bütün sonuçları, resmî sorumlu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin üstüne yıkmak lüksüne sahiptir. Bu yüzdendir ki meselâ bebek katili “ Elli bin kişiyle  halk savaşı başlatırız” dediği anda  olası elli bin kişiye düşman muamelesi edilememiştir. Asker, polis, sivil  yakan, kamu malına zarar veren, bombalar patlatan  insanlar, eylemlerinden sonra şehirlerdeki gettolarına rahatça çekilirken onların açık düşmanlıklarının hâlâ CMUK ile tahdit edilebileceğini düşünenlerin  mantıkî  muhakeme yetersizlikleri, İslâmcı ve Kürtçü terör tarafından “korku” ve taviz gerekçesi olarak algılanmaktadır.

Şekilsizleştirmede, iç düşmanların en önemli yardımcısı basındır. Cehalet ve kasıtla  “Türkiye basını”, “Türklüğü değersizleştirme”, “Türklüğü aşağılama”, “gerçekleri çarpıtmak”  işlerinde, inanılmaz bir etkinlik göstermiştir. Türkiye’de basın “Türk” değildir. Bunu zaten Merhum Attila İlhan ifade etmiştir. Dolayısıyla basının Türk Ulusu’nun değerleriyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Türkiye basını, cehaletleri  açıkça ortada olan bir takım aktörlerle alabildiğine bir imaj sömürüsü sergilemektedir. Popüler pek çok gazetecinin ve  televizyoncunun ortaokul düzeyinde bile bir tarih bilgisi yoktur. Ama buna mukabil tarihimizi düşmanın gözünden “empatik” ve sempatik olmak adına çarpıtmakta hiçbir  sakınca görmemektedirler.

Şekilsizleştirilmiş sentetik savaş, Türkiye’de siyasi popülizmle çözülemez. Şekilsizleştirmenin yarattığı hukuk sömürüsü, kesin şekilde engellenmeksizin, bölücü ve  şeriatçı terörün moral desteği bitirilemez. Bölücü ve şeriatçı terörün “vatandaşlık” içindeki adi suçlardan olmadığı ve sempatizanından militanına kadar her üyesinin tavizsiz şekilde cezalandırılacağı gösterilmedikçe hukuk da demokrasi de ancak ve yalnız düşmanın işine yarayacaktır.







20 Aralık 2016 Salı

Balkanlar'dan Bir mektup

Sosyal medyanın bir bölümünden takipçimiz olan değerli bir dostumuzun, Priştine'den yazdığı bir mesajı aynen paylaşmak istiyorum.

Dostumuz sanırım yaşımız ve ukalâlığımızdan dolayı bizi "öğreticilik" mevkiine koymayı uygun görmüş. Hitabını hak etmediğimizi en başta belirtmekle beraber, mektubun bütünlüğünü korumak için değiştirmeden yayınlıyorum.

Mektuptan ne anlamanız gerektiğini söyleyecek falan değilim. Amma velâkin... Okuduklarından bir anlam çıkarıp da dünyayı bir de o gözle değerlendirebilen bir Türk evlâdından böylesi bir mektup almaktan duyduğum sevinci de belirtmeden geçemeyeceğim.  Bakalım neler demiş "Orhun" Bey?

"Hocam merhabalar
Nasılsınız? 


Ben iş için Priştine'ye geldim ve artık burada çalışacağım. 



2 gün oldu ama insanları az buçuk gözlüyorum. Daha önce okuduklarım ışığında da kendimce yorumluyorum. 



Hani hep sözünüzdür "tarihsel derinliği olmayan, hukuk kurmamış, soyut dil ve ortaklık geliştirmemiş topluluklar uluslaşamaz" diye (özetledim) 



Bura aynen öyle! Etnik bilinç ve eğitim var. İnsanları bizim ortalamamızdan daha iyi. Direk ve net konuşuyorlar. 



Amma bilinç sade etnik... Sırp baskısına tepki olarak gelişmiş. 



Sırplar nasıl ki "büyük Sırbistan'ı Türkler engelledi" diyorsa, Arnavutlar da aynısını söylüyor! 



O yüzden koskoca bir İskender Bey heykeli dikmişler eski şehrin ve Osmanlı camiilerinin hemen ötesine. 



Hoş İskender Bey burada değil -bildiğim- Arnavutluk'ta mücadele verdi!



Dahası Kosova Sırplar'dan alındı! Muhtemelen Arnavut nüfus da o yüzden arttı burada. 



Hani yeni paylaştığınız mitos ve milletleşme ile ilgili yazı var ya. Onun ışığında düşünün. Burada mitos gerçeği ciddi tahrip ediyor! 



Hasılı bu insanlar küçük bir ülkede yaşarlar ama milli bilinç içinde büyük coğrafyaları idare edemezler. 



Zaten öyle bir düşünceleri de yok. Sadece Arnavutluğa entegre olmak istiyorlar. Karşı taraf ise pek istekli görünmüyor. 



İdare namına tek örnek Türkteymiş. Onu kesinkes anladım. Hoş bugün kendimizi idare edemiyoruz ya, o da milli bilinçten uzaklaşmanın neticesi. 



Haklarını da yemeyeyim burada 2. sınıf insan muamelesi görmüyorum. 



Daha uzun gözleyip Balkan düşüncesini anlamaya çalışacağım. 



Saygılar selamlar."


Asıl biz saygılar sunuyoruz, değerli dostumuza.

Bir Deliden Edebiyat Dersleri Veya

Biçimsiz Aşk
“Delinin biri bir kitap yazmış… Okuyan kırk  akıllı “Delirmeyenin ta…” demiş”
Elbette atasözü böyle değil ama ben de popülist siyaset üslubuna kapıldım işte… Belki daha fazla kişi beni okur, para kırarım falan filan. Bu arada sözün aslı: “Delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.”tır.

Bahsettiğim deli, Ruhi Konak. İfşa etmekten de çekinmiyorum. Eli ve dahası aklı hiç boş durmayan bir deli. Minyatürcü. Deliliği zaten buradan belli.

Bir ara şiire kafayı takan, sonra şiirin biçiminden galiba bıkıp anlamın dibine vurmak için benden de gizli bir biçimde öyküye yönelen, aynı zamanda hain biri!

Tamam kitabı eleştireceğim ama bazı insanları kişilik olarak tanımalısınız. Yoksa yazdığı şeylere tren diye bakabilirsiniz.

Ruhi Konak bir Erzurumlu. Yani anam babam Anadolulu bir Türkmen. Deliliğinin temelleri sanırım biraz da buradan geliyor. Çünkü hepimizin bildiği gibi akıllı insanlar at sırtında beş bin kilometre yol yaparak kışın kedilerin donduğu memleketlerde çadır,  oba, köy falan kurmaz!

Hal böyle olunca ( “Daha eleştiriye başlamadın mı?” Diyenlerinizi mi duyuyorum?) hatıraları, dünyası falan ayazlı, karlı, buzlu bir çocukluktan epey besleniyor. Karın buzun olduğu yerde ne olur? Soba olur, değil mi? Peki soba nesiz olmaz? Odunsuz, kömürsüz olmaz tamam, o kadarını biz de biliyoruz ama soba asıl masalsız olmaz. Sobanın yanında masal kurutmuyorsanız, ancak ruhunuzu kurutuyorsunuz demektir.

Dedik ya adam deli! Deliden ne bekliyorsunuz, manifesto mu? Aslına bakarsanız kendini akıllı sananlara inceden giydirilmiş bir manifesto gibi de okunabilir  “Biçimsiz Aşk”.

Adı estetik değil hem de hiç. Bir  anlatı kitabı için son derece kuru ve itici bir başlık bu. İyi de bu deli adam zaten “Biçim” sözcüğünü estetik çağrışımlar veya aliterasyon için falan kullanmıyor. Daha başlarken “Aşkına don biçmeye kalkma!” demeye getiriyor. “Don” eski kullanımda “Elbise” anlamındadır. Karacoğlan “kara donlu beytullah” derken Kâbe’ye külot falan giydirmiyordu yani…

Bazı yazarlara “ Gerçek olaylara m dayanıyorsunuz?” diye soran andavallılar çoktur. Ulan yaşamayan adam nasıl yazsın?  Ya da neden yazsın? Yazmak yaşamanın anlatımıdır. Yazmak bizatihi yaşamaktır.

Peki  deli yazarımız nasıl yazmış? Evvelâ yaşamış. Yani anlayacağınız bir sobanın başında masal dinlemiş küçükken çocukken. Böyle gözlerini belerte belerte, bir Sona Nene’nin anlattıklarını dinlemiş. Sonra vatansever öğretmenleri, ona okuma yazma öğretip de “Okumayan, yazmayan adamın mala davara da bir faydası yok evladım!” dediklerinden olsa gerek    bize azıcık faydalı olabilmek için dinlediklerinden bir şeyler  mayalamış. Mayalanan hamur kabarmış kabarmış, bazıları bu sıfatı küçümsese de kendi modernliğini içinde taşıyan, adamakıllı bir mesele dönmüş. İşe o mesel “Biçimsiz Aşk” olmuş.

Yazarımız iki belki de üç kere ustalık gösteriyor kitapta. Öncelikle can kulağıyla dinlediği masallardan bir masal süzerek  anasından emdiği ak sütün hakkını nasıl verdiğini gösteriyor. Çakır çukur Türkmen yurdu Erzurum yaylasının kayaları arasından su nasıl kaynar, nasıl yol bulur da bir gözeyle belirir bize ustaca gösteriyor. Halk hikâyelerine, masallarına aşina olanlarımız için son derece değerli bir kitap “Biçimsiz Aşk” .   Anadolu Türk söyleyişine,  davranış biçimlerine öyle hakim ki deli yazarımız, metnin içindeki “dünyaya”  cumburlop düşüyorsunuz zaten.

Amak-ı  hayal, Mantık-ut Tayr, gibi tasavvufi eserlerden felsefesini damıtan,  Türk masal geleneğine sırtını dayayan, çağının insanıyla tanışık bir metin “Biçimsiz Aşk”.

İkinci ustalığı sivil, rütbesiz bir felsefe ile karşımıza çıkmasında.  Can alıcı aforizmalar var  kitapta. “Ben söyleyeydim eyiymiş.” diyeceğiniz türden şeyler bunlar.

Üçüncü ustalığı, akademik öğreticiliğini konuşturması. Bunu da öyle alçakgönüllü yapıyor ki hadsiz kibirlerimizle bakacak olsak anlayamayız. 

Kitabın eksiği yok mu? Elbette var. Bir  kere bazı  yerlerde kelime seçimleri “sırıtıyor”.  Aliterasyonun gözetilmesini beklediğiniz fakat   muhtemelen, yazarın “öğretici” kimliğinin öne çıktığı yerler buralar. Ve fakat…  Metin kendi içinde o kadar güçlü bir bütünlük sergiliyor ki “Hangi ağacın budağı yok  ki hemşerim?” diye kendinizi uyarmak zorunda kalıyorsunuz.

İkinci eksikliği görsellik. Ki bunu tamamen ben uydurdum. Amacım kitaba uyduruk illüstrasyonlarımı ekleyebilmek. Sayfaya sığsın diye kesiyorum.  Kitabı okuyun!

18 Aralık 2016 Pazar

KAHRAMANLARIN ÖLÜMÜ – DAĞ II


Dağ II, Alper Çağlar’ın senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 2016 yapımı film, 2012’de vizyona giren Dağ filminin devamıdır. Film, 7 Özel Kuvvetler mensubu askerin IŞİD’in esir tuttuğu Türk gazeteci kadını kurtarmak için Irak’a yaptığı sınır ötesi operasyonu ve dönüş yolunda bir Türk köyünde karşılaştıkları yaşlı ve kadınlardan oluşan gurubu savunmak için verdikleri mücadeleyi konu ediyor. Film de ilk kez TSK envanterine kayıtlı gerçek silahlar kullanılmış…

 Dağ II, 2016 yılının en çok izlenen yerli filmi, 9 Aralık tarihi itibariyle izleyici sayısı 2 milyon 172 bin 678 kişiye ulaşmış.


Dağ II, filmin senaristi ve aynı zamanda yönetmen koltuğuna oturan Alper Çağlar’ın üçüncü filmi. Anlaşılan Çağlar, sağlam Atsızcı ki bu durum sanatından önce sırf bu nedenle kendisine selam çaktırır… Kurmay Yarbay Veysel ‘Ölmek kolay, öldürmek daha da kolay zor olan görevini yapmak, yanındaki adamını yaşatmak, eve tek parça dönmek, bu yol yufka yüreklilerin yolu değildir…’diyor hemen filmin başında.


Atsız’da Yolların sonu şiirinde,                                                                                                                             
Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz; 
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağına.”
 der.                                                                    

Ve adanmışlıktan, sonunda ölüm olan bir ülküden ve Tanrılaşan erlerden söz eder. Senarist, filmin öyküsünü özetlemiş,bir bakıma tek satırda. 15 Temmuz kalkışmasında komutanın tek bir emriyle ölüme yürümedi mi bordo bereli Ömer Halisdemir, Dağlıca’da 15 askerimizi şehit verdiğimiz saldırı da askerlerini kurtarmak için öne geçen ve şehit düşen Yarbay İlker Çelikcan’da özel kuvvetlerdendi ve yanındaki adamları evlerine tek parça göndermek için kahramanca ölmedi mi?


Filme dönelim, iki subay var ‘Fırtına Getiren’ timinde, beş astsubay var konusunda uzman; bunlardan biri olan keskin nişancı, her atışından önce Atsız’ın  ‘Kahramanların Ölümü’ şiirinden bir ikilik söylüyor.

“Gerilir zorlu bir yay 
Oku fırlatmak için; 
Gece gökte doğar ay 
Yükselip batmak için. 
Mecnun inler, kanını 
Leyla’ya katmak için. 
Cilve yapar sevgili 
Gönül kanatmak için. 
Şair neden gam çeker? 
Şiir yaratmak için. 
Dağda niçin bağırılır? 
Feleğe çatmak için. 
Açılır tatlı güller 
Arılar tatmak için. 
Tanrı kızlar yaratmış 
Erlere satmak için. 
İnsan büyür beşikte 
Mezarda yatmak için. 
Ve...
Kahramanlar can verir 
Yurdu yaşatmak için”

Evet, kahramanlar can verir yurdu yaşatmak için. Bugün yine on üç kahraman, on üç ana kuzusu can verdi. Anadolu’nun ortasında sözde çatışmadan uzak Kayseri’de Tugaylarının az ötesinde, çarşı izinlerini kullanmak üzere sivil araçlara binmişlerdi ki bomba yüklü bir araç önce çarptı sonra patlatıldı. PKK ya da her ne isimi kullanıyorsa ardı ardına bu kadar sofistike eylemi planlayabilecek kadar zeki bir beyin takımına mı sahip oldu birden bire diye düşündürüyor insanı;  bu konuları uzmanların ve devletlilerimizin tasarrufuna bırakayım. Ben gencecik delikanlıları ve annelerini düşünüyorum. Şehitlik, tevekkül gibi olgular olmasa eline silah alıp önüne ilk çıkan PKK seviciden intikamını almak isterdi gariban kadın. Yayınlanan cenaze törenlerinde kaç kez duymuşsunuzdur, ‘beni de alın askere ‘diye haykıran anaları…


Türkiye’nin terör stratejisini konuşuyorlar, komik değil mi? Otuz küsur senedir verilen bir mücadelede bir strateji geliştirilememiş mi, bu aşamayı çoktan geçmedik mi? Hangi birlikten, hangi ortak paydadan söz ediyorlar? Şehit olanlar kim, yüz liralık nargileleri Keyifi’de keyifli keyifli üfleyen kimler? Bunlar mı tankların önüne atladılar yoksa askerlilerini Yüksekova’da mı yaptılar?

Gidecek başka vatanı, verecek toprağı, bozduracak doları olmayanlar, filmde ki gibi ‘Son kalesi’ Türkiye olanlar kahramanlar ki onlar bir ölür bin doğarlar.







14 Aralık 2016 Çarşamba

Mülkiyet Örneğinde Kavramlardaki Terminolojik İzolasyon Ve Terminolojik Cehalet


Terminolojik izolasyon, terimlerin yalnızca anlamlarıyla kullanılarak ilgili terimlerden, “bağlamdan”  uzaklaştırılmasıdır.

Terminolojik izolasyon, terimlerin ortaya çıkış süreçlerinin   unutulmasıyla başlar ve en nihayetinde terimlerin  anlam içeriklerinin değişmesi ve nihayetinde terimin ortadan kalkmasıyla sonuçlanabilir.

Bunun en belirgin örneklerinden biri “mülkiyet” terimi.

“Özgür   Yazılım, Özgür Toplum” adlı bir kitabın giriş bölümünde Stanford Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Lawrence Lessig’in yazısı bana bunu düşündürdü.

Profesör, ABD’deki dava özetleri konusundan hareketle yazılımların da “açık ve şeffaf” olması gerektiğini savunuyor.

Özetle şöyle söylüyor profesör: “ Madem ülkemizde dava özetleri ( Hakimleri bilgilendirmek için davadan önce sunulan özet iddia ve savunmalar) halka açıktır, kodlar, yazılımlar neden halka açık olmamalıdır?”

Dava özetlerinin halka açık olmaları, Anglosakson “Common Law” hukukunda, hâkimin takdir yetkisi ve içtihatların  canlılığı  açılarından  büyük önem arz etmektedir.

Peki ama “dava özetleri” onları hazırlayan avukatlara “bedelsiz bir kaynaktan” mı “indirilmektedir?”

Bunun yanı sıra…  Bir dava özeti benzer her davada aynı şekilde kullanılabilmekte midir?

Eğer dava özetleri halka açıksa avukatlık mesleğinin ne önemi vardır?

Buradaki temel felsefi sorun, Prof. Lessing’in bir “terminolojik izolasyon” yaparak mülkiyet terimini kapsamından ve bağlamından ayırmasıdır. “ Dava özetlerinin halka açık olması” bir sonuçtur. Oysa bu sonucu meydana getiren, deneme- yanılmaya dayanan büyük ve derin bir tarihi süreç mevcuttur.
Kullanılmaya değer sonucun ortaya çıkması için sayısız yanlış sonuç elenmiş ve nihayetinde toplumun genelinde uygulanmasının  “zararsızlık ilkesini”  sürdürebileceği anlaşılmış kurallara ulaşılmıştır.

Uygar ülkeleri “uygar” yapan şey, onların,  deneme yanılma yoluyla ilerlenen süreçlerin, doğru bir neden sonuç ilişkileri ağı kurmak için yürütüldüğünü sürekli hatırlamalarıdır.

Dolayısıyla hukukta bir terim kullanıldığında, bu şu anlama gelir: “Bu terimin,  şimdi kullandığımız anlamı ve bağlamı, topluma en az zararı verecek şekilde oluşturulmuştur.”

Peki ama terimlerin anlam ve bağlamları gerçekten bu  kadar önemli midir?

Önemlidir, çünkü bir insanın hayatına son verip vermeyeceğimize, “kendisinden başka  bir şey olamayacağı anlaşılmış şeye” yani gerçeğe dayanarak karar veririz.

O halde meselâ “mülkiyetten” bahsederken yanlış bir mukayese ve yanlış bir muhakeme ile hareket ettiğimizde terimin işaret ettiği bütün anlam dağarcığını ve  bağlamı  da tehdit edebiliyoruz demektir.

Dava özetleri-bilgisayar yazılımları mukayesesine geri dönelim.

Prof. Lessig, dava özetlerinin açıklığını ele alırken ne yazık ki bir dava özeti yazmanın maliyeti konusunu umursamıyor görünmektedir. O halde ona benzer bir biçimde cevap verilebilir.

Çamaşır makinesi üreticileri yenilikleri için patentler alırlar. Ve ortalama bir çamaşır makinesinin nasıl çalıştığı herkes tarafından bilinir. En nihayetinde  ortaokul mezunu bir tamirci gelip onun filtresini değiştirebilir ve size makinenin çalışma şeklini,  fizyoloji anlatır gibi anlatabilir. O halde çamaşır makinelerine neden para verdiğimizi neden hiç kimse sormaz? Üstelik onların parçaları, çalışma şekilleri daha piyasaya  çıkar çıkmaz herkesin bilgisine sunulmuyor mu?

Kaldı ki patenti  veya telifi alınan ürünün kitlesel  ve kalıcı faydası göz önüne alındığında, yaratıcı zekânın, aslında bireye değil de kamuya ait bir tür umumi tuvalet olduğu düşüncesi acaba hukukun içinde kendine bir yer bulabilir mi?

Yazılımların “açık kaynak kodlarına” sahip olmaları onların yaratıcılarının tercihi olabilir. Ama akademik bilgilerin, diğer kodların “herkes tarafından bilinebilir” olması için bir kanun zorlaması, yaratıcı zekâlara, “ Sen ancak geri zekâlı insanlara hizmet edebilmek için yaratılmış bir yaratıksın!” demektir.

Bugün meselâ Unix açık kod sistemi kullanıcılar arasında yaygındır. O halde neden insanlar hâlâ Microsoft kullanmaya devam etmektedir?

Bunun sebebini bilemiyoruz ama görünen o ki insanlar hâlâ kendilerine kalıcı  olarak sağlanan bir faydanın bedelini ödemeyi “normal” saymaktadır.

Öbür yandan “Madem çalışma makinesinin  çalışma sistemi bir sır değil, neden onu bedava vermiyorsunuz?” gibi bir salaklığın da hukukta bir yeri olmadığı anlaşılıyor.

Peki ama yazılımın  veya dava özetlerinin, kompresörler, pompalar, tamburlar vs. içermemesi mukayesenin yanlış olduğunu gösterir mi? Asla!

“Herkese” ait olmak hangi meşru sebebe dayanmalıdır ve daha da önemlisi, nelere yol açabilecektir?

Prof. Lessig kendi keşiş saygınlığı içinde Einstein’ın Üniversitesinde, sınırlı bir maaşla bir zahit hayatı yaşıyor olabilir. Soru şudur: Büyük bedelli bir dava da kendisinden avukatlık yapması istense vekalet ücreti olarak herhangi bir nöbetçi baro avukatının aldığı ücret karşılığında bir dava özeti hazırlar mı?

Ortalama insanların giremeyeceği bir üniversitede, ortalama üniversite öğrencilerinin kazanamadığı bir unvanı kazanmanın “maliyeti” derhal devreye girerdi. Prof. Lessig böylesi bir davayı beş kuruş almadan yürütseydi bile bundan edineceği itibarı göz ardı edemezdi. Bunu bile göz ardı etse kişisel başarı tatmininden kaçması söz konusu olamazdı.

O halde mülkiyet, kendileriyle en  yüksek tatmini elde edebilmek için  üzerinde tam bir yetki sahibi olduğumuz varlıkların tamamıdır.

Dolayısıyla Prof. Lessig’in “kamuya açık “olmasını istediği  yazılımlar, insanların kendileriyle en yüksek tatmin elde etmek istedikleri ve üzerlerinde tam bir yetki sahibi oldukları varlıklardan başka  bir şey değillerdir. Dolayısıyla Bay Lessig aslında insanlara “ Sizin herhangi bir yazılım geliştirmek için ne gibi bir maliyete katlandığınızın bir önemi yoktur. Önemli olan onun kamunun kanalizasyonlarına öylece atılabilmesidir.” Demektedir.

Böylece mülkiyet kavramı, yaratılmış ürünlerin yaratılma süreçleri ve maliyetleri göz ardı edilerek, bütün yaratıcı süreçlerden, insan ömrüne  yaratıcı zekânın kendi biçtiği değerinden vs izole edilerek yağmalanıverilebilecek bir tür hammaddeye indirgenmektedir.

Prof. Lessig gibiler yaratıcı zekânın toplumun geneline sundukları kalıcı fayda ve katma değerle yaratıcı zekânın maliyeti ve menfaat algısı arasındaki ilişkiyi idrak edememektedirler. Prof. Lessig bir tür akademik kibirle bunun aynı zamanda özgürlükle bir ilgisi olduğunu savunuyor. İngilizce’deki “free” sözcüğünün  “özgürlükle” ilgisinden bahsediyor.

Peki ama “İnsanın  temel haklarını, diğerlerinin temel haklarına zarar vermeksizin kendi mutluluğunu aramak için kullanabilmesi” olarak tanımlayabileceğimiz özgürlüğün Lessing’in kafasındaki özgürlükle bir ilgisi var mı? Korkarız ki yok.

Herhangi bir kod yazıcısı , kodlarını karşılıksız sunabilir ve buna hiç kimse karışamaz. Sorun, “Herkesin,yazdığı  her kodu karşılıksız olarak”  kamuya  sunmaya zorlanıp zorlanmayacağıdır. Lessing, “son kullanıcının özgürlüğünü”, kod yazarının üzgürlüğünden üstün tutmaktadır. Böylece  toplumun yazılımdan “özgürce” yaralanabilmesi için kod yazarının köle edilmesinde bir sakınca görmemektedir.

Kaldı ki yaratıcı zekâ ortadan kalktıktan sonra bile  ortaya koyduğu eserin insanların  faydalı olabilmesi durumu,  fikrin bir mülkiyet olarak  sürekli korunmasının gerekliliğine işaret eder. Meselâ Prof Lessing ölümünden bunca yıl geçtikten sonra bile Tosltoy’un  kitaplarından yararlanan okurların bu kitaplara bir bedel ödememesi gerektiğini mi düşünmektedir?


Görünen o ki yaratıcı zekâ,  toplam fayda ve zaman ötesi fayda sağlama açılarından eserlerinin  bir bedelle korunması hakkına sahiptir.

Bu noktada  hem “özgürlük” kelimesini anlamını bulandırmakta hem de özgürlüğün, bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bağlamından kopmasına sebep olmaktadır. Mises’,n büyük bir basiretle işaret ettiği gibi herkes aynı anda hem üretici hem  tüketicidir. O halde  Lessing’e göre tüketirken üreticiyi kendine köle etmekte özgür olan insanlar üretirken  tüketicilerin kölesi olmak zorundadır.

Özgürlük kelimesini “bedelsizlikle” bilerek kaynaştıran Lessing, mülkiyet halkının ilgasını hayal ederek temel haklardan “hürriyet” hakkının da yok edilmesine yol açacağını düşünememekte ya da zaten bu konuda hiç endişelenmemektedir.

Prof. Lessig’in bildiğimiz anlamda cahil olması mümkün değildir. O halde mülkiyeti, bağlamından bu denli izole edebilmesinin sebebi nedir?

Bunun sebebi, akademik bilgi üretme mekanizmasının, entelektüel zekâyı öldüren, patolojik izolasyonculuğudur. Bu, akademik uzmanlaşmanın kaçınılmaz sonucudur.

Hayatını herhangi bir kanunun bütün ayrıntılarını öğrenmeye adayan bir hukuk adamı aslında bilgisini bağlamdan izole  etmek maliyetini kabullenmektedir. Bilgiyi bağlamdan izole etmek de “üst düzey” bir cehalete yol açmaktadır ki bu cehalet ciddi bir terim enflasyonuyla  perdelenmektedir. Böylece   kafasına sayısız terim dolduran ama terimlerin hayatla birbirleriyle geliştirilmiş ilgilerini göz ardı eden bir “teminolojik cahil” tipi ortaya çıkmaktadır.

Bu cehalet tipi sebep sonuç ilişkisini bir yana bırakabileceğimiz düşüncesinin akademide yerleşmesinin bir sonucudur ki akademik itibarın bu cehaleti kutsamaya devam etmesi, bildiğimiz dünyanın sonunu getirebilecek bir  yağma düzeninin, bir kıyametin  sebebi olabilir.





13 Aralık 2016 Salı

‘NE HARİKA BİR DÜNYA ‘ VE TÜRKİYE GERÇEĞİ

Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de 
Sen ve ben için açtıklarını
 

Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
 
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları
 

Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece 
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
 

Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde
Ve bir de geçip giden insanların yüzlerinde

Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum 
Gerçekten seni seviyorum diyorlar
 

Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum
 
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler
 

 Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye 
Evet düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.

"What a Wonderful World", Bob Thiele ve George David Weiss tarafından yazılmış, ilk kez Louis Armstrong tarafından seslendirilmiş ve 1968 başlarında single olarak çıkarılmış bir şarkıdır. Dönemin ABD'sinde yükselen ırki ve politik gerginliğe bir panzehir olması amaçlanan şarkıda, günlük yaşamın sıradan güzelliklerinden zevk alınması betimlenir. Yine de şarkı ilk zamanlarda ABD'de tutulmamış, sürpriz bir şekilde Birleşik Krallık'ta başarı yakalamıştır(Vikipedi).

YouTube video sitesinde yayınlanan şarkının, klip görüntülerinde Louise Armstrong’un Vietnam’da savaşan Amerikan askerlerine verdiği konser yer almaktadır. Şarkının yıllar sonra dile dolanmasına ‘Good Morning Vietnam’ filminin soundtrackinde yer almasının payı büyüktür.

Belli ki özgürlükler ülkesi Birleşik Devletler, yaşam tarzlarından memnun olmayan diğer ırklardan özellikle Afro Amerikan kökenli yurttaşlarına ve anti-komünizm savaşı verdiklerini iddia ettikleri Vietnam savaşında yer alan yılgın askerlerine moral olsun diye bu çiçekli böcekli şarkıyı ısmarlamış; üstelikte siyahi bir şarkıcıya yorumlatmış.  Louise Armstrong’un müthiş yorumuna diyecek yok elbette… Belki ayıla bayıla yorumlamış belki de birileri söyle demiştir. Neticede ırki sorunları onunda yaşıyor en azından hissediyor olması gerekir... Şarkının yayınlanma zamanı ile Martin Luther King suikasti (4 Nisan 1968, Memphis) neredeyse eş zamanlı.

Şarkıyı bir yana bırakalım. Cumartesi gecesi, yine- yeniden tecavüze uğradık. Artmayacağına umut ettiğim 44 şehit ve 150 den fazla yaralı var. Gencecik vatan evlatları üzerinden bir şeyler yazmak, ne kadar utanılası bir durum.., Ar damarı insanın bir kere çatlamaya görsün, insan her şeyi kanıksar. Bir yerde feryat figan analar, kardeşler ağlarken diğer yanda birileri çıkar günlük hayatınızı normalleştirin, teröre prim vermeyin diye arsız arsız konuşur.
Ana karasına kimin ne için yaptığı hâlâ belirsiz olan 11 Eylül saldırılarından sonra dünyayı kana bulayan Birleşik Devletlerden, PKK sevici Avrupalı Devletlerden sözde destek mesajları almak ‘ne harika bir dünya’ dedirtiyor, insana…

Gün geçmiyor ki sosyal medyada bir ihbar yayınlanmasın, şuraya gitmeyin bombalanacak diye. Gündüz sıradan köylü gece PKK militanı olanı kırsalda asker ayıramazken büyük şehirde nasıl ayıracağız. Açılım süreci denen sahtekarlık döneminde arsızlaşan, Türk Halkının aksine ırkçı bir söyleme bürünen bu ne idiği belirsizleri aylardır askeri, polisi. korucusu vura vura bitiremedi. En nihayetinde devlet yönetimi de dahil hepimiz Türk olduğumuzu hatırlattılar.

Ülkemiz PKK sevicileri ve ülkesinde kalıp savaşmayan korkaklar sürüsü Suriyeli Arapların işgali altında. Sürekli çoğalıyorlar, savaşacaklarına sevişiyorlar. Ne gam, karnında bebeği kucağında daha yaşını doldurmamış bir başka bebek... Yarın öbür gün PKK seviciler yetmezmiş gibi bunlarla da uğraşacağız. Özgür dünyanın muteber temsilcileri dönüp bir de bunları sorgulayacak. Hatta Hatay merkezli bir Arap özerk bölgesi kurun derlerse şaşırmayın.

 Ben de ‘Ağlayan bebekleri duyuyorum’, babası şehit olduğu için onun sıcak kucağından mahrum kalacak..