Kendi Ayağına Dolaşan Bir Terime Eleştirel Bir Bakış
“Millet” olgusunun başına gelen en büyük talihsizlik, gerek İspanya İç Savaşı’nda sosyalistlerce yaratılan romantik etki gerekse Nazi rejiminin yıkan gücün içinde yer alan Sosyalist bir diktatörlüğün bunun kredisini inanılmaz şekilde kullanarak entelektüel vicdana, etkisi hâlâ süren bir ipotek koyabilmesidir.
Bu derin etki, millet olgusunun reddinin, enternasyonalist bir barış düşüncesi için şart olduğu kanaatinin hümaniter etiğe bir saksağan gibi yerleşmiş olmasıdır.
Enternasyonalist sosyalizmin sosyolojik algılamamızı çarpıtmakta en büyük başarısı, milletin devletlerce icat edilmiş ve bundan dolayı da yalnızca savaş üreten sun’i bir değer olduğu kanaatinin, entelektüel bağışıklığın sorgulamasına uğramadan doğrudan vicdanımızı zehirleyebilmiş olmasıdır.
Avrupa’nın bütün ırkçı tonlu olumsuz milliyetçi tecrübelerine rağmen kültürel kodları ile diğer büyük kültürlerden ayrılan ve adına “millet” denen sosyolojik yapıların varlığı inkâr edilemez. Milleti gerçeğine gözümüzü kapatarak yalnızca var olan ama adlarını inkâr ettiğimiz insanların iyiliğini düşünmek gibi bir gülünç çelişkiye düşeriz. Gerçi son zamanlarda, etnik grupların lehine, milletin reddi ülkemizde de çok popüler bir çözümleme şekli halini almıştır ama millet olgusunu anlamadan veya buna müspet bir mana yüklemeden etnik grupların gerçekliğinin mutlaklığından bahsetmek derin tarihi ve siyasi tecrübelere sahip milletlerin mensuplarını yok saymak gibi ahlâkîliği de son derece tartışmalı bir tür entelektüel zorbalıktan çok da farklı değildir.
Son zamanlarda sanki bir tür astronomik keşifmiş gibi sürekli telâffuz edilen çok kültürlülük gerçekten son devirlerde meydana gelmiş bir tür ayrışma mıdır yoksa biz dünya siyasi tarihini eksik okuduğumuz için mi onun sosyolojik yerini ancak bu gün fark edebilecek kadar miyoplaşmışızdır?
Bu açıdan çok kültürlülük, tarihi seyrinden koparılmış ve kolektivist sosyal tasavvurca, bir icatmış gibi kötülenen millet olgusuna karşı ortaya sürülen bir alternatif icat olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her şeyden önce milletlerin oluşumunda devletleşmenin şüphesiz temel bir işlevi olmuştur. Ama sorun şu dur ki, bu mütekamil bir devletin emir ve talimatıyla gerçekleşmemiştir. Milletleşme devletleşme çabaları sırasında, büyük ölçüde daha etkili veya baskın kültürel kodlar etrafında kendiliğinden meydana gelen bir benzeşmenin doğal sonucudur.
Dolayısıyla yeryüzünde nerede devlet kurmak iradesiyle bir araya gelmiş kavimlere rastlarsak mutlaka onları birleştiren bir ortak ada ve kültürel kod bütünlüğüne de rastlayacağız demektir.
Peki bu bütünleşme veya benzeşmede her kültür eşit şekilde mi yer alır? Veya her kültürün benzeşmedeki etkisi eşit midir? Şüphesiz değildir. Nüfus farklılıkları, hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilme gücü, tarihî süreklilik gibi, siyasî üstünlük vb yönlerden bir araya gelen kavimlerden birinin kültürü, diğerleri için bir cazibe merkezi haline gelecek ve etrafında bütünleşilen, benzeşilen kültür olarak, yeni topluma adını verecek, damgasını vuracaktır.
İşte bu yüzden son zamanlarda milletlerin saf ırkî bütünlükler olduğuna dair yürütülen beyhude ama bir o kadar çirkin genetik ayıklama beyanlarının herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü milletler zaten bir kere ortaya çıkma sürecine girdiler mi en başta aştıkları problem genetik veya ırk aynîliğidir.
Tarihin belli dönemlerinde millet yerine “ırk” kelimesinin kullanılmış olması dahi bu gerçeği değiştirmez. Devletleşme ile milletleşme arasındaki bağı bir kere kurabildiğimizde şunu görürüz: Emperyal devletler dahil her devlet muhakkak hâkim ve belirleyici bir kültüre yani bir büyük kültüre dayanır. Devletler bu hâkim bu kültürün parmak izini taşır ve adını alır.
Dolayısıyla meselâ üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki sayısız kavme rağmen bir Türk devletidir.
Çünkü kurucu unsuru Türk’tür ve egemenlik sınırlarında belirleyici, büyük kültür Türk kültürüdür. Bazı devletler, büyük kültürün belirleyicililiğini açık güç kullanımıyla pekiştirmişlerdir. Bu yüzden bazı Asya ve Afrika ülkelerinde resmî diller, eski imparatorlukların hâkimiyetlerinin bir mirası olarak kalmıştır.
Devletleşmeyi oluşturan kavimler iştiraki ile bu kavimlerin kapalı toplum özelliği zayıflar, soy ilişkilerine dayalı kurallar yerine davranış kodları farklı kavimlerle birlikte yaşamayı sağlayacak daha aşkın ve soyut kurallara uymak mecburiyeti hasıl olur. İşte milletleşme sürecinde farklılıkların arasındaki gerilimi azaltan da bu mecburiyettir.
Halbuki milletleşme sürecine nüfus dağılımı, hacmi, coğrafî sınırlılık gibi faktörlerden dolayı bir şekilde katılamamış topluluklarda aynîlik, soy- kan birliği (aşiret va…), soyun diğerlerine üstünlüğü, kan bağının hak kategorisindeki ağırlığı gibi unsurlar öne çıkar. Kendi başına yaşayan, tecrit edilmiş, kapalı toplumlar, topluluklar için önemli olan topluluğun diğer topluluklara karşı fiziksel üstünlüğü, bunu sağlayacak savaşçı erkek sayısı, arazi genişliği, hayvan sayısı vs’dir.
Bu böyle olmak zorunda mıdır? Büyük ihtimalle böyle olmalıdır. Çünkü fertleri tarihin belli bir dönemine kadar diğer toplumlardan tecrit edilmiş yaşayan bir topluluğun hayatta kalması için gerekenler, bir toplumun iş bölümüyle sağlanan şeylerin yanında çok azdır. Hayatları ancak tabiat şartlarına dayanabilmek üzerine kurulu bir kapalı toplumun fertleri için “başkalarıyla” uyum, açıkça anlamsız bir problemdir. Onlar için iki şey hayatîdir. Birincisi tabiata karşı ayakta kalmak ve ikincisi, diğer kabilelere ve kavimlere göre daha iyi yapabilmek için kabilenin hiyerarşisine katıksız bir itaat.
Ülkemizdeki çarpık şehirleşmenin temel sosyo-psikolojik problemi, kendi içindeki kuralları ile toplum halinde yaşayan “medinenin”, şehrin soyut kural yapısına uyamayan küçük kültür üyelerinin içinde beliren derin endişe ve korkudur.
Kabilenin temel tepkisi “çok kültürlülüğe” direnmektir. Çok kültürlülük, milletleşmiş unsurların arasında, büyük kültür yörüngesinde zaten yaşanan bir süreçtir ve bu süreç, benzeşmenin aşındırıcılığıyla kabile gerilimlerini düşürür, aşırılıkları törpüler, sayısız “kırık tonlar” yaratır .
Elbette tarihin belli dönemlerinde belli kavimlerin toplum hayatından dışlanmaya çalıştığını görürüz, buna rağmen büyük kültür içinde kalmak iradesi gösteren kavimler, hem o kültürü renklendirmiş hem de ciddi maddî ilâveler yaratmışlardır. Yahudi’ler buna örnektir.
O halde çok kültürlülük bir modernizm sorunu değildir. Bunun bir sorun olarak sayılmasının sebebi, her şeyin bir sorun hale getirilmesinin bilimsel bir gereklilik olduğu yanlış kanaatidir.
Çok kültürlülük he zaman var olmuştur.
O halde değişen nedir de bu gün karşımıza “çok kültürlülük sorunu” âniden çıkmıştır?
Bu sorun âniden ortaya çıkmamıştır.
Çok kültürlülükle ilgili temel tarihi miyopluğun sebebi şudur:
Milletin meydana geliş sürecinin zamanlamasıyla, milletleşmemiş toplulukların tarih algısının birbirine karıştırılması…
İmparatorlukların kurucu milletlere dayandıkları gerçeğini bir kere idrak ettiğimizde millî devletlerin meydana gelişi daha kolay anlaşılabilir. Liberallerin de yanlış ve fakat bir o kadar kasıtlı hümanizmlerinin dayandığı “devletin icadı olan millet” safsatasının çıkışı bu gerçeğin idrak edilememesindendir.
Devletleşen ve böylece birbirleriyle yakınlaşıp benzeşen ve milletleşen kavimlerin imparatorluklar seviyesine çıktıkları dönemlerde, egemenlik sahaları içinde sayısız kültür barınmıştır. Bu kültürlerin bir kısmı, milletleşme sürecine katılmış bir kısmı ise katılamamıştır. İngiliz milletler topluluğu, kanı, ırkı, genetiği İngiliz olan milletler anlamına gelmez. İngiliz kültürü etrafında toplanmış ve milletleşme sürecine bu kültür altında girmiş toplumları anlatır.
Milletleşme bitmeyen fakat şekil değiştiren bir süreçtir. Çünkü kültürel etkileşim durmamaktadır. Özü itibariyle artık soyut kurallara çok daha fazla dayandığını söyleyebiliriz.
Modern zamanlara kadar milletleşme süreçlerinden herhangi birine dahil olmamış kavimler ve hatta kabileler, iletişimin ve ulaşımın kolaylaşmasıyla birlikte bir anda kendilerini, , emici, öğütücü, törpüleyici ve çekici büyük kültürle karşı karşıya bulmuşlardır.
Bu duruma karşı gelişen içe kapanma tepkisi bilhassa marksizmin doktriner hırçınlığı ile gayet güzel aklileştirilmiştir.
Sanırım, dünya üzerindeki etnik şiddetin ideolojik kökeninde genellikle marksizmi bulmamızın sebebi, “değişimin değişmez özelliğini bularak dünyayı sabit bir toplumsal çevirime sokabileceğini” sanan Marks’ın değişim düşmanlığının, kabilelerin, kavimlerin değişime gösterdikleri direnç için iyi bir mesnet gibi görünmesidir.
Çok kültürlülükte temel sorun, geç dönemde açılabilen toplumların çok kültürlüğü idrak etmelerindeki zorluktur. Çok kültürlülük teriminin tepetaklak anlaşılması da çok kültürlüğe , buna hazır olmayan kabilelerin gözünden bakmaktır. Milletleşme sürecinin dışında kalmış kabileler veya kavimler, benzeşmeyi kültürel erime, asimilasyon sanırken büyük kültürün belirleyiciliğini de can simidi olarak sarıldıkları marksizmin etkisyle “emparyalizm” diyerek izah etmek eğilimindedirler. Dikkat edilirse dünyadaki bütün etnik şiddet örgütleri, daima “emperyalizme” ve sömürüye karşı direndiğini iddia etmektedir. Aslında bahsettikleri, içine girildiğinde varlık sebepleri saydıkları etnik hırçınlık, kan bağı, tabiata direnmek ve kabilesel üstünlükten gayri müşevviki olmayan kabile hayatının, erimesi, çözülmesine duydukları isteksizliktir.
Çok kültürlülük problemini ortaya çıkaran miyopluğun göz ardı etiği gerçek, egemen unsurların, imparatorluklar devrinden sonra, en çok benzeşmenin yaşandığı ve en yoğun yaşadıkları sınırlar içinde devlet geleneklerini sürdürmeleridir. Yani Alman milleti modern Almanya ile bir anda ortaya çıkmamıştır. Alman milleti imparatorluğun dağılmasıyla kendisine, en yoğun yaşadığı coğrafyadaki sınırlar içinde modern devletini kurarak devlet geleneğini sürdürmüştür.
Milleti modern devletin bir icadı olarak gören kolektivist kurucu izah –ki maalesef bu izahı ülkemizde liberaller bile benimsemektedir- “devleti” modern devletten ibaret sanan ve bu yüzden milleti de modern devletin icadı sanan, bu yüzden de modern zamanların sosyolojik problemlerini çözmek yerine, sayısız çelişki üreten bir safsatadır.
Dolayısıyla çok kültürlülük, zorlama bir millet tanımının yarattığı bir antitez değildir. Çok kültürlülük imparatorluk bakiyelerinde büyük kültür ile beraber yaşayan kültürler demektir.
İmparatorluklar dağıldığında bu bakiyelerin bir kısmı , kurucu unsurların kendi sınırları içinde de yer almıştır. Bu küçük kültür unsurlarının içinde milletleşmeye dahil olmamış olanların, buna gösterdikleri direnç, kolektivist sosyal kurucu izah tarafından liberal teoriye “çok kültürlülük” namıyla sokulmuştur.
Büyük kültüre duyulan hınç ve düşmanlığın hümanist bir maskeyle sürekli beslenmesiyle, çok kültürlülük çarpıtması, önce küçük kültürlerin büyük kültürle temasının mümkün olduğunca kesilmesi için yalıtılabilmesi ve daha sonra da aslında büyük kültürün varlığının tartışmaya açılarak, belirleyiciliğini inkâr etmek gibi iki ana koldan yürütülmektedir.
Bir de buna demokrasinin anlamının çarpıtılarak çoğunluğun belirleyiciliğinin azınlık lehine ortadan kaldırılması yaklaşımı eklendiğinde, çok kültürlülük, etnik grupların, çoğunluktan siyasi özerklik yoluyla yalıtılarak korunması gibi sürfaşist ve ırkçı bir hale getirilmektedir.
Çok kültürlülük, büyük kültürün varlığını reddederek küçük kültürlerin kendini geliştirebileceği yanlış ve kasıtlı faşist fikre dayanmaktadır. Büyük kültür kendiliğinden kötü, ezici, yok edici ve sömürücü değildir. Çok kültürlülük savunucuları, ardında Marksist bir sınıf savaşı fikri yatan akıl yürütmelerinden dolayı zımnen kültürleri birbirlerinin düşmanı, rakibi saydıklarını fark edememektedirler.
Çok kültürlülük safsatası bir kurucu toplum felsefesinin hayalî savaş alanıdır.
Yapılması gereken her bir küçük kültür için devletçe bir izolasyon alanı yaratmak değildir! Nitekim bu talep, ayrılıkçı etnik siyasetçe siyasi bağımsızlık arzusuna da mesnet teşkil ettirilmektedir.
Yapılması gereken, küçük kültür unsurlarının bir an önce büyük kültürle özgürce temasının sağlanmasıdır. Bunu yapmak için ne kurucu unsurun adının ortadan kaldırılması gerekir ne de onun büyük kültürünün belirleyiciliğini inkâr etmek…
“Millet” olgusunun başına gelen en büyük talihsizlik, gerek İspanya İç Savaşı’nda sosyalistlerce yaratılan romantik etki gerekse Nazi rejiminin yıkan gücün içinde yer alan Sosyalist bir diktatörlüğün bunun kredisini inanılmaz şekilde kullanarak entelektüel vicdana, etkisi hâlâ süren bir ipotek koyabilmesidir.
Bu derin etki, millet olgusunun reddinin, enternasyonalist bir barış düşüncesi için şart olduğu kanaatinin hümaniter etiğe bir saksağan gibi yerleşmiş olmasıdır.
Enternasyonalist sosyalizmin sosyolojik algılamamızı çarpıtmakta en büyük başarısı, milletin devletlerce icat edilmiş ve bundan dolayı da yalnızca savaş üreten sun’i bir değer olduğu kanaatinin, entelektüel bağışıklığın sorgulamasına uğramadan doğrudan vicdanımızı zehirleyebilmiş olmasıdır.
Avrupa’nın bütün ırkçı tonlu olumsuz milliyetçi tecrübelerine rağmen kültürel kodları ile diğer büyük kültürlerden ayrılan ve adına “millet” denen sosyolojik yapıların varlığı inkâr edilemez. Milleti gerçeğine gözümüzü kapatarak yalnızca var olan ama adlarını inkâr ettiğimiz insanların iyiliğini düşünmek gibi bir gülünç çelişkiye düşeriz. Gerçi son zamanlarda, etnik grupların lehine, milletin reddi ülkemizde de çok popüler bir çözümleme şekli halini almıştır ama millet olgusunu anlamadan veya buna müspet bir mana yüklemeden etnik grupların gerçekliğinin mutlaklığından bahsetmek derin tarihi ve siyasi tecrübelere sahip milletlerin mensuplarını yok saymak gibi ahlâkîliği de son derece tartışmalı bir tür entelektüel zorbalıktan çok da farklı değildir.
Son zamanlarda sanki bir tür astronomik keşifmiş gibi sürekli telâffuz edilen çok kültürlülük gerçekten son devirlerde meydana gelmiş bir tür ayrışma mıdır yoksa biz dünya siyasi tarihini eksik okuduğumuz için mi onun sosyolojik yerini ancak bu gün fark edebilecek kadar miyoplaşmışızdır?
Bu açıdan çok kültürlülük, tarihi seyrinden koparılmış ve kolektivist sosyal tasavvurca, bir icatmış gibi kötülenen millet olgusuna karşı ortaya sürülen bir alternatif icat olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her şeyden önce milletlerin oluşumunda devletleşmenin şüphesiz temel bir işlevi olmuştur. Ama sorun şu dur ki, bu mütekamil bir devletin emir ve talimatıyla gerçekleşmemiştir. Milletleşme devletleşme çabaları sırasında, büyük ölçüde daha etkili veya baskın kültürel kodlar etrafında kendiliğinden meydana gelen bir benzeşmenin doğal sonucudur.
Dolayısıyla yeryüzünde nerede devlet kurmak iradesiyle bir araya gelmiş kavimlere rastlarsak mutlaka onları birleştiren bir ortak ada ve kültürel kod bütünlüğüne de rastlayacağız demektir.
Peki bu bütünleşme veya benzeşmede her kültür eşit şekilde mi yer alır? Veya her kültürün benzeşmedeki etkisi eşit midir? Şüphesiz değildir. Nüfus farklılıkları, hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilme gücü, tarihî süreklilik gibi, siyasî üstünlük vb yönlerden bir araya gelen kavimlerden birinin kültürü, diğerleri için bir cazibe merkezi haline gelecek ve etrafında bütünleşilen, benzeşilen kültür olarak, yeni topluma adını verecek, damgasını vuracaktır.
İşte bu yüzden son zamanlarda milletlerin saf ırkî bütünlükler olduğuna dair yürütülen beyhude ama bir o kadar çirkin genetik ayıklama beyanlarının herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü milletler zaten bir kere ortaya çıkma sürecine girdiler mi en başta aştıkları problem genetik veya ırk aynîliğidir.
Tarihin belli dönemlerinde millet yerine “ırk” kelimesinin kullanılmış olması dahi bu gerçeği değiştirmez. Devletleşme ile milletleşme arasındaki bağı bir kere kurabildiğimizde şunu görürüz: Emperyal devletler dahil her devlet muhakkak hâkim ve belirleyici bir kültüre yani bir büyük kültüre dayanır. Devletler bu hâkim bu kültürün parmak izini taşır ve adını alır.
Dolayısıyla meselâ üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki sayısız kavme rağmen bir Türk devletidir.
Çünkü kurucu unsuru Türk’tür ve egemenlik sınırlarında belirleyici, büyük kültür Türk kültürüdür. Bazı devletler, büyük kültürün belirleyicililiğini açık güç kullanımıyla pekiştirmişlerdir. Bu yüzden bazı Asya ve Afrika ülkelerinde resmî diller, eski imparatorlukların hâkimiyetlerinin bir mirası olarak kalmıştır.
Devletleşmeyi oluşturan kavimler iştiraki ile bu kavimlerin kapalı toplum özelliği zayıflar, soy ilişkilerine dayalı kurallar yerine davranış kodları farklı kavimlerle birlikte yaşamayı sağlayacak daha aşkın ve soyut kurallara uymak mecburiyeti hasıl olur. İşte milletleşme sürecinde farklılıkların arasındaki gerilimi azaltan da bu mecburiyettir.
Halbuki milletleşme sürecine nüfus dağılımı, hacmi, coğrafî sınırlılık gibi faktörlerden dolayı bir şekilde katılamamış topluluklarda aynîlik, soy- kan birliği (aşiret va…), soyun diğerlerine üstünlüğü, kan bağının hak kategorisindeki ağırlığı gibi unsurlar öne çıkar. Kendi başına yaşayan, tecrit edilmiş, kapalı toplumlar, topluluklar için önemli olan topluluğun diğer topluluklara karşı fiziksel üstünlüğü, bunu sağlayacak savaşçı erkek sayısı, arazi genişliği, hayvan sayısı vs’dir.
Bu böyle olmak zorunda mıdır? Büyük ihtimalle böyle olmalıdır. Çünkü fertleri tarihin belli bir dönemine kadar diğer toplumlardan tecrit edilmiş yaşayan bir topluluğun hayatta kalması için gerekenler, bir toplumun iş bölümüyle sağlanan şeylerin yanında çok azdır. Hayatları ancak tabiat şartlarına dayanabilmek üzerine kurulu bir kapalı toplumun fertleri için “başkalarıyla” uyum, açıkça anlamsız bir problemdir. Onlar için iki şey hayatîdir. Birincisi tabiata karşı ayakta kalmak ve ikincisi, diğer kabilelere ve kavimlere göre daha iyi yapabilmek için kabilenin hiyerarşisine katıksız bir itaat.
Ülkemizdeki çarpık şehirleşmenin temel sosyo-psikolojik problemi, kendi içindeki kuralları ile toplum halinde yaşayan “medinenin”, şehrin soyut kural yapısına uyamayan küçük kültür üyelerinin içinde beliren derin endişe ve korkudur.
Kabilenin temel tepkisi “çok kültürlülüğe” direnmektir. Çok kültürlülük, milletleşmiş unsurların arasında, büyük kültür yörüngesinde zaten yaşanan bir süreçtir ve bu süreç, benzeşmenin aşındırıcılığıyla kabile gerilimlerini düşürür, aşırılıkları törpüler, sayısız “kırık tonlar” yaratır .
Elbette tarihin belli dönemlerinde belli kavimlerin toplum hayatından dışlanmaya çalıştığını görürüz, buna rağmen büyük kültür içinde kalmak iradesi gösteren kavimler, hem o kültürü renklendirmiş hem de ciddi maddî ilâveler yaratmışlardır. Yahudi’ler buna örnektir.
O halde çok kültürlülük bir modernizm sorunu değildir. Bunun bir sorun olarak sayılmasının sebebi, her şeyin bir sorun hale getirilmesinin bilimsel bir gereklilik olduğu yanlış kanaatidir.
Çok kültürlülük he zaman var olmuştur.
O halde değişen nedir de bu gün karşımıza “çok kültürlülük sorunu” âniden çıkmıştır?
Bu sorun âniden ortaya çıkmamıştır.
Çok kültürlülükle ilgili temel tarihi miyopluğun sebebi şudur:
Milletin meydana geliş sürecinin zamanlamasıyla, milletleşmemiş toplulukların tarih algısının birbirine karıştırılması…
İmparatorlukların kurucu milletlere dayandıkları gerçeğini bir kere idrak ettiğimizde millî devletlerin meydana gelişi daha kolay anlaşılabilir. Liberallerin de yanlış ve fakat bir o kadar kasıtlı hümanizmlerinin dayandığı “devletin icadı olan millet” safsatasının çıkışı bu gerçeğin idrak edilememesindendir.
Devletleşen ve böylece birbirleriyle yakınlaşıp benzeşen ve milletleşen kavimlerin imparatorluklar seviyesine çıktıkları dönemlerde, egemenlik sahaları içinde sayısız kültür barınmıştır. Bu kültürlerin bir kısmı, milletleşme sürecine katılmış bir kısmı ise katılamamıştır. İngiliz milletler topluluğu, kanı, ırkı, genetiği İngiliz olan milletler anlamına gelmez. İngiliz kültürü etrafında toplanmış ve milletleşme sürecine bu kültür altında girmiş toplumları anlatır.
Milletleşme bitmeyen fakat şekil değiştiren bir süreçtir. Çünkü kültürel etkileşim durmamaktadır. Özü itibariyle artık soyut kurallara çok daha fazla dayandığını söyleyebiliriz.
Modern zamanlara kadar milletleşme süreçlerinden herhangi birine dahil olmamış kavimler ve hatta kabileler, iletişimin ve ulaşımın kolaylaşmasıyla birlikte bir anda kendilerini, , emici, öğütücü, törpüleyici ve çekici büyük kültürle karşı karşıya bulmuşlardır.
Bu duruma karşı gelişen içe kapanma tepkisi bilhassa marksizmin doktriner hırçınlığı ile gayet güzel aklileştirilmiştir.
Sanırım, dünya üzerindeki etnik şiddetin ideolojik kökeninde genellikle marksizmi bulmamızın sebebi, “değişimin değişmez özelliğini bularak dünyayı sabit bir toplumsal çevirime sokabileceğini” sanan Marks’ın değişim düşmanlığının, kabilelerin, kavimlerin değişime gösterdikleri direnç için iyi bir mesnet gibi görünmesidir.
Çok kültürlülükte temel sorun, geç dönemde açılabilen toplumların çok kültürlüğü idrak etmelerindeki zorluktur. Çok kültürlülük teriminin tepetaklak anlaşılması da çok kültürlüğe , buna hazır olmayan kabilelerin gözünden bakmaktır. Milletleşme sürecinin dışında kalmış kabileler veya kavimler, benzeşmeyi kültürel erime, asimilasyon sanırken büyük kültürün belirleyiciliğini de can simidi olarak sarıldıkları marksizmin etkisyle “emparyalizm” diyerek izah etmek eğilimindedirler. Dikkat edilirse dünyadaki bütün etnik şiddet örgütleri, daima “emperyalizme” ve sömürüye karşı direndiğini iddia etmektedir. Aslında bahsettikleri, içine girildiğinde varlık sebepleri saydıkları etnik hırçınlık, kan bağı, tabiata direnmek ve kabilesel üstünlükten gayri müşevviki olmayan kabile hayatının, erimesi, çözülmesine duydukları isteksizliktir.
Çok kültürlülük problemini ortaya çıkaran miyopluğun göz ardı etiği gerçek, egemen unsurların, imparatorluklar devrinden sonra, en çok benzeşmenin yaşandığı ve en yoğun yaşadıkları sınırlar içinde devlet geleneklerini sürdürmeleridir. Yani Alman milleti modern Almanya ile bir anda ortaya çıkmamıştır. Alman milleti imparatorluğun dağılmasıyla kendisine, en yoğun yaşadığı coğrafyadaki sınırlar içinde modern devletini kurarak devlet geleneğini sürdürmüştür.
Milleti modern devletin bir icadı olarak gören kolektivist kurucu izah –ki maalesef bu izahı ülkemizde liberaller bile benimsemektedir- “devleti” modern devletten ibaret sanan ve bu yüzden milleti de modern devletin icadı sanan, bu yüzden de modern zamanların sosyolojik problemlerini çözmek yerine, sayısız çelişki üreten bir safsatadır.
Dolayısıyla çok kültürlülük, zorlama bir millet tanımının yarattığı bir antitez değildir. Çok kültürlülük imparatorluk bakiyelerinde büyük kültür ile beraber yaşayan kültürler demektir.
İmparatorluklar dağıldığında bu bakiyelerin bir kısmı , kurucu unsurların kendi sınırları içinde de yer almıştır. Bu küçük kültür unsurlarının içinde milletleşmeye dahil olmamış olanların, buna gösterdikleri direnç, kolektivist sosyal kurucu izah tarafından liberal teoriye “çok kültürlülük” namıyla sokulmuştur.
Büyük kültüre duyulan hınç ve düşmanlığın hümanist bir maskeyle sürekli beslenmesiyle, çok kültürlülük çarpıtması, önce küçük kültürlerin büyük kültürle temasının mümkün olduğunca kesilmesi için yalıtılabilmesi ve daha sonra da aslında büyük kültürün varlığının tartışmaya açılarak, belirleyiciliğini inkâr etmek gibi iki ana koldan yürütülmektedir.
Bir de buna demokrasinin anlamının çarpıtılarak çoğunluğun belirleyiciliğinin azınlık lehine ortadan kaldırılması yaklaşımı eklendiğinde, çok kültürlülük, etnik grupların, çoğunluktan siyasi özerklik yoluyla yalıtılarak korunması gibi sürfaşist ve ırkçı bir hale getirilmektedir.
Çok kültürlülük, büyük kültürün varlığını reddederek küçük kültürlerin kendini geliştirebileceği yanlış ve kasıtlı faşist fikre dayanmaktadır. Büyük kültür kendiliğinden kötü, ezici, yok edici ve sömürücü değildir. Çok kültürlülük savunucuları, ardında Marksist bir sınıf savaşı fikri yatan akıl yürütmelerinden dolayı zımnen kültürleri birbirlerinin düşmanı, rakibi saydıklarını fark edememektedirler.
Çok kültürlülük safsatası bir kurucu toplum felsefesinin hayalî savaş alanıdır.
Yapılması gereken her bir küçük kültür için devletçe bir izolasyon alanı yaratmak değildir! Nitekim bu talep, ayrılıkçı etnik siyasetçe siyasi bağımsızlık arzusuna da mesnet teşkil ettirilmektedir.
Yapılması gereken, küçük kültür unsurlarının bir an önce büyük kültürle özgürce temasının sağlanmasıdır. Bunu yapmak için ne kurucu unsurun adının ortadan kaldırılması gerekir ne de onun büyük kültürünün belirleyiciliğini inkâr etmek…
2 yorum:
İster çok kültürlülük,ister çok renklilik,ister mozaik ve isterse çiçek bahçesi denilsin,sonuç bu projenin parçalama ve sonra kolay yutmanın aşamaları olduğudur.Allah encamımızı hayretsin.Ne diyelim.
Selcen Hanım, tekrar hoşgelmişsiniz. Evet bazı şeyler çok farkloı anlamda kullanılıyor , insanı üzen ahlaksızlık.. Gene bekleriz.
Yorum Gönder