20 Ekim 2009 Salı

İlke Düşmanlığı, Etnik Irkçılığa Liberal Destek Ve Liberallerde Ahlâk Yoksunluğu

Bir grup etnik terör örgütü militanının dağdan inmesi başta bir kısım liberaller olmak üzere özellikle etnik ırkçı kesimde bir bayram havasıyla karşılandı. (Burada kısaca “liberaller” diye bahsedeceğim kesim etnik ırkçılıkla hemhal olan liberallerin bir kısmıdır. Yoksa bu ahlakdışı siyasete karşı olan şüphesiz ilkeli ve sayıları nispeten az liberaller de vardır..)

Etnik ırkçıların tavrı, “Sizin kanununuza da kitabınıza da aldırmıyoruz, biz emirle geldik kılımıza bile dokunamazsınız!” mealinde konuşan ve yarısından fazlası da salıverilen teröristlerin kabadayılığını kutlamakla ortaya kondu. Bunu anlamak kolay.

Öte yandan liberallerin “Dağdan inilsin, kan dursun da nasıl durursa dursun!” , mealinde yazıp mesela Bekir Berat ÖZİPEK* gibi “Tuzu kuru olanlar, bu şiddet ne kadar sürerse sürsün kendi çocuklarının ölmeyeceğinden emin olmanın gayri ahlaki rahatlığı içinde esip savuranlar, ihanet edebiyatı yapanlar, siyasi ölüseviciler, başkasının çocuğunun hayatı üstünden cesaret gösterileri yapsınlar..” diyerek terbiye sınırını aşanlara anlam vermek daha zor…
Bu tip cümleler, etnik ırkçılığa ve onun terör metoduna karşı olanlara hitaben o kadar sık kullanılır oldu ki kimse bu tavrın ardındaki faşizmi, terbiyesizliği ve ahlâksızlığı fark edemez oldu. Adeta kulaklarımız bu tip cümlelerle nasır tuttu.

Bakir Berat’tan aktardığımız cümleler, immoral (ahlâkı göz ardı eden) bir siyaset anlayışının liberallerimize nasıl sirayet ettiğinin en önemli ve düşündürücü delili.
Ahlâk, doğrudan doğruya, “zarar vermemek iradesidir.”

Yani bir tercihle ortaya çıkan, otomatik olmayan zararsızlık davranışlarının genel adıdır.
Siyasette, iktisatta, hayatın her alanında, toplumun sürdürülebilmesi, toplumun genelinde, ahlâkî davranış üzerindeki güçlü bir mutabakata duyulan güvene dayanır.
Peki ahlâklı davranış, devlet zor kullanıcısı yüzünden mi sürdürülür? Marksistler bir takım nevzuhur liberaller buna “evet” diyebilir. Böylece, ahlâkın materyalist ve “akılcı” izahını yaptıklarını düşünebilirler.

Oysa insan yalnızken dahi kurallı yaşamak iradesi gösteren, irade sahibi tek canlıdır. Çünkü aksi halde hayatta kalamaz.

Buraya kadar yazdığımız satırların arasında kendilerini hissettiren anahtar kelimler herhalde şunlardır: Etik, kural, ilke…

Dikkat edilirse bu kelimelerin tamamı “kavramlara” işaret eder.
Buraya kadar ki yazımızın özeti de şudur: Kavramlara dayanmayan hiçbir “ahlâkî” eylem yoktur! Hatta burada “ahlâk” kelimesi de gereksizdir. Çünkü insanlık tarihinin en gaddar liderleri dahi, zulümlerine kavramsal temeller oluşturmak mecburiyetinde kalmışlardır.
Ama bizim için önemli olan “zarar vermemeye” yönelik eylemlerdir, yani “ahlâkî” eylemler...
Liberal düşünceyi diğerlerinden ayıran, insan eylemi üzerindeki kavramsal çatının farkına varmış olmasıdır. Bu kavramsal çatının, toplumsal düzeni oluşturan, kendiliğinden doğmuş adil davranış kuralları halinde tecelli ettiğini keşfedenler liberal düşünürlerdir.

Liberal kuram, insan eyleminin, etik eleştiriye tabi tutulmaksızın değerlendirilemeyeceğini ön görür. Bunun en basit örneklerinden biri de önce John Locke daha sonra Nozick tarafından ortaya konan ve mülkiyet hakkını anlamlandıran “yetkilendirme kuramıdır”.
Kısacası “Ahlâkî açıdan yanlış olan hiçbir eylemin faydasına bakılamaz!”

Peki Türk liberalleri mevcut siyasî tabloda liberal ilkelerin ve düşünüş tarzının neresindedir?
Mevcut siyasette, sol kamptan tevarüs ettiği “silâhlı propaganda” (terör) yöntemini kullanan bir örgüt ve ona açıkça destek olan bir partinin varlığına karşı ülkemiz liberallerinin herhangi bir eleştirisi var mıdır?

Terör yoluyla, tehditle , cana kast ederek,i isteklerini kabul ettirmeye çalışan bir örgütlenmenin eylemi ahlâkî midir, değil midir? Elbette değildir. Bu durumda, böyle bir örgütün amaçlarının, felsefesinin, toplumsal tabanının herhangi bir önemi olabilir mi?

Etnik ırkçılık hem terör hem de “siyaset” ayağında kendini kitlelere mal ettirerek meşruiyet kazanmak istemektedir. Ahlâk dışı, bunun ötesinde açıkça hukuk dışı bir eylemin, bir örgütlenmenin bir toplumsal tabana dayanması onu meşru kılamaz.

Herhangi bir grubun davranışlarını, o grubun felsefesinden bağımsız değerlendiremeyiz. Felsefesi, “kendiliğinden doğmuş adil davranış kurallarıyla” çelişen her birey veya örgütlenme ya ayıplanır, dışlanır veya mahkûm edilir ve hakları kısıtlanır.

Peki, kendi düşünce okulları etik üzerinde bu kadar ince eleyip sık dokurken, insan eyleminin kavramsal çatısına özen gösterirken ülkemiz liberalleri etnik terörü ve onun siyasi ayağını nasıl eleştirmektedir?

İnanılmaz bir etik boşluğu içinde maalesef ülkemiz liberalleri böyle bir eleştiri getirmemektedir.
Bunun yerine “Nasıl olursa olsun!”… diyerek terörün bitmesi gerektiğinden bahsetmekte, işleri, eylemleri belli kurallara ve ilkelere göre yargılayanlara da Bekir Berat’ın terbiye yoksunu ifadelerine benzer cümlelerle saldırmaktadırlar.

Ahlâk aynı zamanda davranışların yargılanmasını da gerektirir. Hangi davranışları kabul edilebilir bulduğumuzun ölçüsünü bize ahlâk verir. “Bombalar savaşın bir parçası!” , “Sizin kardeşiniz değilim!”, “ Muhatap İmralıdır!”, “PKK Kürt halkının meşru savunma gücüdür!” diyenlere karşı liberal ilkelere göre tek kelime etmemiş veya kerhen iki kelam etmiş insanların, teröristlerin yargılanmasını veya yok edilmesini isteyenlere “siyasi ölüseviciler” gibi son derece terbiyesizce hitap etmesi ne liberalizmle ne de genel ahlâkla bağdaşabilir. Bu tip cümleler, terörden medet uman, onun desteğiyle aldığı oylarla temsil kurumumuzu istismar eden adamlar için daha uygundur.

Ama ülkemiz liberallerinin kökten devlet ve millet kavramlarına düşmanlıkları gözlerini öyle karatmaktadır ki bu iki kavrama düşman olan herkesle hiçbir ahlâkî tetkike gerek duymaksızın rahatlıkla kaynaşabilmektedirler.

Devletimiz sanki bir kısım vatandaşlarının nefes almasını dahi imkânsız kılacak kadar büyük bir zorbalık göstermektedir de etnik ırkçı örgüt bu kesimin meşru sözcüsüymüş gibi bir havanın en başta gelen destekçisi maalesef ülkemiz liberalleri… Ne devletimiz böyle totaliter ve kıyıcı bir devlettir ne de Kürt kardeşlerimiz ezilen bir topluluktur. Seyahat, mülk edinme, çalışmak özgürlüklerine hiçbir resmi ve gayri resmi kısıtlanma getirilmemiş ve zaten getirilmemesi gereken kardeşlerimizin terörle temsil edilmesine en başta itiraz etmesi gereken liberallerimiz hem bunun vebalini nasıl taşıyabileceklerini hiç düşünmemekte hem de terör karşıtlarına, vatansever insanlara “siyasî ölü sevici” diyecek kadar terbiyesizleşebilmekteler.

Kötülerin eylemleri(adaletsiz) ile iyilerin (âdil)kavramsal davranışlarını bir tutmak insana ihanettir ve liberallerimiz bu ihanetin baş rol oyuncularıdır! Kötülerin güce dayalı ilkesizliğinin çözümü, ona bir ilke sahibiymiş gibi davranmak değildir! Ahlâken yanlış olan, tartılmaya layık değildir. Ahlâkdışı eylem derecesine göre sınırlandırılır ama asla ahlâkî bir eylem gibi tartışmaya açılmaz! Bugün ülkemizde terör üzerinden siyaset yapanları eleştirmemenin vebali buradan kaynaklanır.
Şehitlere şehit dememizin sebebi, “ahlâka” dayalı kavramlaştırmamızdır.

Eğer bu kavramlaştırma “siyasi ölü sevicilikse” o zaman kavramsal olmayan, ilkesiz her türlü davranışla, ahlâkî davranışların birbirinden hiçbir farkı olmamalıdır. Liberallerimiz zaten milletimizin kavramsallaştırma dağarcığına açık bir nefret besledikleri için ahlâksız ve hukuksuz terör eylemlerini ve bu eylemleri destekleyenleri eleştirmemekte “ne pahasına olursa olsun!” anlayışını bize etik diye yutturmaya kalkmaktadırlar.

Bir pahadan bahsetmek için önce bir değerden bahsetmek lâzım yani elde edilmesi ve korunması arzulanan bir varlıktan bahsedebilmemiz lazımdır. Bu da ahlâka dayanmak demektir. “Ne pahasına olursa olsun!” demek ahlâkın sınırlarını tanımamak demektir. Bu durumda liberallerimiz için mesela 2. Dünya Savaşının Naziler tarafından kazanılmasının da bir önemi olmayacaktı, çünkü Nazilerin zaferi de kanı durduracaktı.

Ülkemizde liberalizm solun yaşadığı yabancılaşmanın tam göbeğindedir ve bu sadece bir olgu olarak millete yabancılaşmak değildir. Aynı zamanda milletimizi bir arada tutan değerlere ve “ahlâka” da yabancılaşmadır ki etnik terörün kavramsal eleştirisini bile yapmaktan aciz bir grup insanın ağzından bu milletin çoğunluğunun kanaatinin “siyasi ölüsevicilik” diye nitelendirilmesi, sürekli yıpratılan, dalga geçilen ama önemini kaybetmeyen “ihanet” kavramının en düşündürücü örneğidir.
* Star, 20.10.2009

16 Ekim 2009 Cuma

Milletlerin Tabiatı Üzerine

Milletleşmek Cemiyetleşmektir.

“Ulus devlet” yanlış tamlamasıyla kast edilen millî devletlerin “aynılaştırmaya “dayandığı, bilhassa Mustafa Erdoğan gibi okumuşlarımızın akademik titrlerine dayanarak zihnimize zorla enjekte etmeye çalıştıkları bir hurafe…


Ülkemizde akademisyenlik maalesef yaygın şekilde literatür veya Alatlı’nın deyimiyle “malumat istifçiliği” şeklinde yürütüldüğünden, olgular ve olayların aklî muhakemesi, mukayesesi son derece zayıftır ki konudan sapmak pahasına belirtelim ki bu, geri kalmışlığın fikrî temelidir.

Millî devleti sürekli aynılaştırıcı, tekdüzeleştirici bir tür makine gibi sunan okumuşlarımızın henüz bir millet tarifi yaptıklarını görmüş değiliz. Böyle bir tarif yapılmalı mıdır? Acilen yapılmalıdır, çünkü aksi takdirde açıkça anlamsız bir tamlama üzerinden sürekli insanların adalet sağlayıcısına ve onu var eden değerlere saldırıyorsunuz demektir.

Liberal teoriyle son derece uyuştuğuna ve modern milletleşme olgularını da açıklayabildiğine inandığım Sadri Maksudi ARSAL’a dayanan bir anlayışa göre “Millet, tarihin belli bir döneminde bir devlet (hukuk) çatısı altında bir leşmiş kavimler cam’idir(topluluğudur, birliğidir..)”

Bu tanım bilhassa etnik terörün hepimizin vicdanını köreltmeye çalıştığı bir dönemde üzerinde özellikle durulması gereken bir tanımdır.
Çünkü farklılıkların “milletleşmesinin” ve bu süreçte hukuk birliğinin önemini vurgulamaktadır. Tanımın dayanağının hukuk olması aslında bilhassa liberallerce özellikle dikkate alınmalıdır. Türk okumuşu, tipik Türk tembelliğiyle teorik bir tanım için beynini yıpratmaksızın, alıntılama maharetiyle kendini ispata kalkışsa dahi bu tanıma son derece uyan, gözümüzün önünde de şekillenen Amerikan milletleşmesini de herhalde görmemesi mümkün değildir?

Millî devleti sürekli eleştiren, bunun kategorik olarak kötü olduğunu İddia eden Mustafa Erdoğan, millî devletin “cemaatleşmeyi” esas aldığını söylemektedir. Acaba gerçekten böyle midir? Bilemiyoruz çünkü Mustafa Erdoğan zahmet edip bir “millet” veya hadi onun dilini kullanarak “ulus” tarifi vermekten özellikle kaçınıyor.
Cemaat(topluluk) ne demek? Liberal teori açısından “cemaat”, fertlerin, birbirlerine her şekilde benzeşmek iradesiyle bir ara geldiği, beraberliğin de nispeten az sayıda ve gene nispeten daha somut kurallara dayandırıldığı bir toplumsal düzendir. Bu açıdan cemaat, ferdin üstünde ve hatta ona âmirdir. Bu emredicilik sembolik değil, gerçektir.

Mustafa Erdoğan, tahkir ettiği millî devletin, “millî” kısmıyla ne kast ettiğini bize zahmet edip anlatmadığı için kendi tanımımızla hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Bu cemaat tanımına göre millî devlet, toplumu her şekil birbirine benzetmeye çalışan, toplumu nispeten az sayıda ve nispeten daha somut kurallara göre bir arada tutmak isteyen âmir bir devlet olmalıdır? Gene tekrar edelim, Mustafa ERDOĞAN’ın tanımsız ve öncülsüz akıl yürütmesi, bizi elimizdeki malzemeyle yürümeye mecbur kılıyor.

O halde “millet” denen şey de aslında devlet tarafından icat edilmiş bir “cemaat” olmalıdır?

Mustafa Erdoğan’ın akıl yürütmesi hem liberal teoride sosyal düzeni açıklamakta inanılmaz bir başarı göstermiş Friedrich Von Hayek’in büyük bir basiretle ifade ettiği “kendiliğindenlik” ve “evrimci rayonellik” açıklamalarıyla taban tabana zıttır hem de bu açıklamaların ulaştığı fikrî derinlikten çok çok uzaktır.

Mustafa Erdoğan’ın ve ona yakın liberallerin, Marksizme (Hobbsbaum) dayanan millet anlayışlarındaki temeli şudur: Onların anlayışına göre önce modern devlet teşekkül etmiş, daha sonra bu modern devlet, ayakta kalabilmek için “millet” denen şeyi uydurmuş, icat etmiştir. Aslında modern devletten önce millet denen şey yoktur!
Üzerinde yüzlerce yazı yazılan ve tartışılmaz bir hakikatmiş gibi vicdanlarımızı ipotek altına almaya çalışan “büyük” sosyo-politik izah budur!
Bu izahın ne kadar hayalî olduğu milletleşmiş ve milletleşmemiş toplumları gözlemlemekle rahatlıkla anlaşılabilir.

Zira dünyada herhangi bir millet dairesine dahil olan kavimlerin yanında, dahil olmamış kavimler ve hatta kabileler mevcuttur. Bunun yanı sıra devletleşmenin kendi başına hiç bir şeye yetmediğinin en dramatik örneği sömürgeler sonrası Afrika’dır. Afrika’daki kabile toplumlarının, sömürgeler devrinin sağladığı hukuk birliklerine ve buna dayalı örgütlenme tecrübesine bırakalım milletleşmeyi, kavimleşme aşamasına bile gelememiş olmaları, bundan sonra da kurulan devletlerin kabileler arası gerilimleri yok edemediği ve bir ortak kimlik sağlayamadığı bilhassa Rwanda’da çok acı tecrübelerle görülmüştür.

Bu durumda sorun milletleşmenin kendisinde midir, yoksa devletin kategorik mutlak kötülüğünde mi?

Sorun ikisinde de değildir. Sorun, dünyayı çarpık izah eden bir kuramın peşi sıra giderek her şeyi çarpık görmek ve çarpık çözümler oluşturmaya çalışmaktır.
Demek ki modern anlamda adı devlet olan bir örgütlenmeyi kuruvermekle milletleşme gerçekleşmiyor. Kaldı ki liberallerimizin iman ettiği kurucu rasyonalist diyebileceğimiz Marksist devlet izahında eksik kalan nokta şu:

Milletin adını ve kültürünü oluşturan kimdir? Aslında millet tamamen bir yanılsama ve sadece biz kabul ettiğimiz için var olan bir kötülükse, mesela dünyada nüfusu 250 milyonu bulan ve adına Türk denen bir milletin dilinin ne olacağına, kültürüne kim karar vermiştir? Kaldı ki bu büyük toplumun büyük bir kültürel çeşitlilik barındırması, akademisyenlerimizce üst perdeden buyrulan ulus devlet tanımının izah etmeye takatinin yetmeyeceği bir sorundur.

Mustafa Erdoğan’ın ısrarla savunduğu tezin millet dairesindeki kültürel çeşitliliği açıklayamamasının sebebi millet realitesine kökten karşı olmasındandır. Dolayısıyla hukuk birliği içindeki kavimlerin merkezi büyük kültür etrafında meydana gelen kendiliğinden benzeşmesi gibi bir durumu liberallerimizin idrak etmesi imkânsızdır.
Hal böyle olunca etnik ırkçılığın cemaate, kan bağına dayalı argümanlarını eleştirebilmesi de mümkün olmuyor.

Oysa etnik ırkçılığın faşizme varan farklılık tanımları, kültürel çeşitliliği tanımı içinde zaten taşıyan millet kavramına göre çok daha ince eleyip sık dokunarak eleştirilmesi gereken tanımlar.

Tanımında kültürel çeşitliliği içeren bir kavramın cemaatleşmeye yol açması mümkün müdür? Temelinde hukukun yattığı bir tanımın devlet zoruyla aynileştirmeyi savunması mümkün müdür?ü

Eğer yapılan izah mevcut gerçeklikle hiçbir noktada uyuşmuyorsa onu sırf bir tanımdır diye savunmanın üstelik de gerçekleri bu hayalî tanıma göre çarpıtmanın ahlâkî bir gerekçesi de olamaz.

Mises dahi, “İnsan Eylemi’nde” Alman milletinin ırki saflıkla ilgisinin olmadığını, bir kavimler toplamı olduğunu belirtir.
Dolayısıyla çeşitli farklılıkların, gerek siyasi egemenlik gerekse kültürel gelişmişlikle karakterize edilebilecek elli bir merkez etrafında kendiliğinden benzeşmesi milletleşmedir.

Görüldüğü gibi liberal okulun üzerinde hassasiyetle durduğu farklılıkların varoluş problemi hem bir hukuk temeline dayanması hem de bu temelde meydana gelen “kendiliğinden benzeşmeyi” içermesinden dolayı zaten bizim “millet” tanımımızda mevcuttur ve bunun yaşayan örneklerinden biri de Türk Milletidir.

Eğer cemiyet ( toplum) aynîliğe, kan bağına değil de kurallara dayanan bir beraberlik ise millet kurallar ( hukuk) etrafında birleşmiş farklılıkların “kendiliğinden” meydana gelmiş benzeşmesi tanımıyla tam da cemiyeti işaret etmektedir. Yani mileltleşme cemaatleşmeyle değil cemiyetleşmeyle eş anlamlıdır.

Bunu aksine kendisini merkez/ büyük kültürden siyaseten de ayırarak farklılığının haklanırı koruyacağını iddia eden etnikçilik, milletleşmenin aksine kan bağının, tek kültürlülüğün ve karışmamanın savunucusu olarak özünde cemaatleşmeyi ve siyaset bilimi açısından da faşizmi işaret etmektedir.
Devlet, bir aynileştirme aracı olarak kurulmadığı gibi bütün zor kullanma tekeline rağmen bunu sağlayacak imkâna da sahip değildir.

Devletin milleti icat ettiğini söylemek toplumsal düzenin bir kurucu akılla icat edildiğini söylemekle aynı şeydir. Bundan dolayı hümanizm adına millet olgusuna ve milliyetçiliğe keskin düşmanlık sergileyen liberaller etnik ırkçılığın haklar istismarını görememekte, onun hak talebini dayandırdığı uyduruk sosyolojik söylemleri eleştirememektedir. Türk liberallerinin millet ile ilgili hiçbir bilimsel müktesebatı yoktur. Onlar milletin kavmin ne olduğunu bilmeksizin, Nazi’lerden başka “ulusçu” tanımamış sosyalist batılı okumuşlardan ezberledikleri muğlak bir düşmanlığı, kurucu rasyonalist içeriği, liberal kuramla sınamasını ve eleştirisini yapmaksızın olduğu gibi kabul ederek milletin yapaylığından ve milliyetçiliğin kötülüğünden bahsedebilmekteler.

Bu yüzden liberallerin “kimliğe dayalı” siyasetin varabileceği trajik neticeler hakkında daha ciddi düşünmesi, böyle bir siyasetin milletin doğasıyla ne kadar uyuştuğuna dikkatle bakması, milleti inkâr ederek kimin hakkını nasıl savunabileceklerini iyi tartmaları gerekir. Aksi takdirde her farklılığın ayrı bir siyasi egemenlik hakkı talebinin yaratacağı şiddet ortamında en büyük vebal, kendi ideolojilerinin tam aksine kurucu rasyonalizmle sosyolojiyi reddeden liberallerin boynunda olacaktır.

Yabancılaşmış Liberal Okumuşlarda Muhakeme Çarpıklığı


1980 öncesinde sol kampın bilhassa son beş yıldır liberal kampın içindeki okumuşlarda ülkemizin başlıca sorunları hakkında ciddi bir muhakeme çarpıklığı olduğunu söyleyebiliriz.
1980 ve öncesindeki sol kampın muhakeme çarpıklığının “silahlı propaganda” denen katliam siyasetiyle ülkeyi nerelere getirdiği hepimizin malumu…
Bu okumuş kesimde doğrudan doğruya etik noksanlıkla bağlı iki hususu gözümüze çarpıyor:

1- Hükümsüzlük

2- Çarpıtılmış empatik bakış

Memleketimizin bilhassa liberal okumuşlarında artık hiçbir konu ile ilgili hükme varamamak hastalığı korkunç bir salgın halinde vicdanları ve muhakemeyi zayıflatıyor.
Bunun sebebi düşünceye, akıl yürütmeye temel teşkil edecek etik ve hukukî normların işletilmemesi veya bunlardan haberdar olunmaması. Bir başka sebebi de kategorik çarpıtma.

Meselâ ülkenin bölünmesi endişesini eline bayrak alarak ifade edenleri “ırkçı” diye nitelemek buna mukabil, aynı bayrağı yakıp, o bayrağın temsil ettiği değerleri koruyan insanları taşlayıp öldüren insanları “haklar” şemsiyesi altında korumak…
Liberal okumuşlarda “devletin” kategorik olarak mutlak kötülüğü anlayışı maalesef devlete karşı her türlü eylemin zımnen haklı olduğu neticesini getirmekte.

Nitekim ülkemizin içinde yaşadığı etnik terör yangınında, Türk devletine liberal camiadan yöneltilen kimi zaman hakarete varan eleştirilerin yanında etnik terörün hemen hemen hiç eleştirilmemesi hatta tam da Marksist bir tarih tapınıcılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması bu kategorik çarpıtmanın düşündürücü bir örneğidir.
Bu kategorik çarpıtma, aklın, bir muhakeme yolu izlemesine engel olmakta, fiillerin adlandırılmasını ve muhakeme edilmesini imkansızlaştırmaktadır.

Bunun yanı sıra etiğin işletilmemesi, bilhassa liberal camia için büyük ayıptır. “Bombalar savaşın bir parçası!” diyen insanların siyaset yapıp yapmadıkları konusunda bir hüküm vermek sorumluluğundaki ilk kesim olan liberallerin bundan kaçınması bunun delilidir.


Hükümsüzlük sorununda en büyük psikolojik açmaz, bir yargıya varmanın sorumluluğundan kaçmak arzusudur.


Halbuki netice itibariyle liberal teorinin sac ayaklarından biri etiktir ve etik hükme varmayı gerektirir. Bir meselenin etik tartışmasına girmek o meseleyi ahlâkla tartmak demektir.


“Yargılamanın” nevzuhur liberallerde bir tür insanlık dışı hiyerarşileştirme olarak kabul edildiğini ve bundan dolayı işletilemediğini söyleyebiliriz.
Liberal teorinin diğer sac ayağı olan “hukuk” da hak ve hak ihlali konusunda karar vermeyi, hükme varmayı gerekli kılar.


Liberaller hukukun tesis edilmesi gerekliliğini sıkça vurgulamaktadır. Kanaatimce diyalektik hokkabazlıkların etkisinde kalmış hümanizm anlayışlarıyla da bir insanı yargılamanın aslında toptancı ve kestirmeci bir iş olacağı yanılgısına düşmekteler.
Hükümsüzlüklerinde en büyük açmaları şudur ki ir şeyin neliği ile ilgili her cümle aslında bir hükümdür. Veya her cümle kullandığınız kelimelerin anlamları ve çağrışımları ile belli bir istikameti mutlaka gösterecektir. Anlamın kendisi bizatihi bir hükümdür.

Hele etikten, hukuktan bahsediyor iseniz hele aksiyomatik bir ideolojiniz var ise iki insan arasındaki bir davada tarafların haklılığı konusunda hükme varma sorumluluğundan kaçamazsınız.

Bir kere hüküm vermekten kaçınırsanız artık davranışları değerlendirmek için kullanacağınız ilke ve kurallardan feragat etmişsiniz ve katille maktulü aynı kefeye koyuyorsunuz demektir. Oysa “katil” ve “maktul” diye iki mutlak kategori vardır ve bu kategoriler arasındaki fark bize suçu ve suçluyu gösterir.

Bir kere hüküm vermekten kaçınırsanız artık etikle ilgili konuşma hakkını kaybedersiniz ki etik “adil” davranışın ölçülerini belirleyen ve bunu hükme bağlayan düşünme faaliyeti demektir. “Yargılama ki yargılanmayasın!” korkaklığı nevzuhur liberallerimizde içte etnik terörü yargılayamama, dış ilişkilerde meselâ Karabağ sorununda etik yoksunlukla sessiz kalma davranışına yol açıyor.


Bu noktada ikinci açmazla karşılaşıyoruz: Çarpıtılmış empatik bakış…
“Olayın farklı tarafları var, bir de onların gözünden bakalım!” tavrı her zaman kullanılabilecek bir tercih olamaz. İşin etik hassasiyeti, etik yönünden, hukuk birliği yönü hukukî tanıma açısından bu tutumun yanlışlık ihtimalini bize gösterebilir.

“Empati” ancak etik veya hukukî bir asgari müşterekte buluştuğumuz insanlar için geliştirilebilir ve geliştirilmelidir de… Ülkenizi işgal eden bir Kızıl Ordu veya SS kıtasının askerleriyle empati geliştirmezsiniz. Zira o askerler sizin hayat hakkınızı kategorik olarak reddetmektedir.


Mütecaviz bir devletle empati geliştiremezsiniz. Sizinle aynı kurallara göre oynamayı reddeden insanlarla barışçı bir maç hayal edemeyeceğiniz gibi…
Dolayısıyla herhangi bir husumette, tarafların aynı hukukî zemini paylaşıp paylaşmadığına, aynı hukuk sağlayıcıyı kabul edip etmediğine bakmalıyız.
Ülkemizi bölebileceklerini söyleyen eli silâhlı adamlarla ilgili empati geliştirmeye çalışmak, husumetin haklılık testinin geçersizliği anlamına gelir. Bir davranışın yargılanması, failin aklileştirmesine müracaat edilerek yapılamaz, davranışın kurallara uygunluğuna bakılarak yapılır. İşte bu yüzden “olayın bütün tarafları açısından bakmak” ancak taraflar mahkeme ve onun, adına karar verdikleri milleti tanıyorsak bir mana ifade eder…

Meselâ Ermeni sorununda mütecaviz ve katil bir devletle empati yapmağa kalkmak ya onu aklileştirmek ve meşrulaştırmak veya sapıkça bir psikanaliz heyecan arayışından öteye gidemez.

Kaldı ki olayın bütün taraflarına kendilerince hak vermeye kalktığımızda karşımıza çıkacak şey bir cinayetin içinden çıkılamaz bir hal alması olacaktır. Zaten ülkemizdeki etnik terörün en büyük akli saldırısı da aklımız üzerinde çarpık bir Marksist etik(!) ipotek oluşturarak yargılama kabiliyetimizi köreltmektir.

Hüküm vermekten kaçtığımızda suçluları zımnen suç işlemeye teşvik etmişiz demektir.
Aksiyomatik ve normatif bir ideolojinin temsilcisi ülkemiz liberal okumuşları, maalesef bu iki faktöre bir tür narkotik bağımlılık geliştirmiş gibi görünüyorlar. Liberallerin bu basiretsizliği kendilerinin vatansız, aç gözlü, yağmacı gibi görünmesine yol açıyor gibi, görünüyor?



14 Ekim 2009 Çarşamba

Türk’ten Katil Yaratmak


Bu gece bir haber kanalındaki programda Ermenistan Protokolü masaya yatırılmıştı.
Tarihçi bir profesörümüz şimdiye kadar duymadığımız belki de kasıtlı saklanan mahkeme kararlarından bahsetti. Eldeki deliller ışığında Ermeni’lerin açtıkları hiçbir davayı kazanamadıklarını, uluslar arası mahkemelerin, bizi suçlu görmek için hiçbir sebep olmadığını defalarca tasdik ettiklerini söyledi.
Üstelik mahkeme masrafları içinde 30 bin Euro ödemeleri istenmiş.

Programa katılan Kezban Hatemi’nin “Eğer o tehcirde bir kişi bile ölmüşse insanlık suçu işlenmiştir!” tarzı argümanı, tehcir sırasındaki yetimhanelerin, hastanelerin, tehcire refakat eden Mehmetçik’lerin şehadetlerine bakıldığında gülünesi bir saçmalıktı ama sanırım mesele bu kadar basit değil.

Bir hukukçu olarak suç işlemediği mahkemelerce defalarca tasdik edilmiş bir milleti ısrarla insanlık suçuyla itham etmek nasıl bir vicdanın ürünüdür bilemiyorum?
Neden? Çünkü…

Suç işleyen adamda “kasıt” unsuru aranır. Yani? Bir hak ihlali amacıyla girişilmemiş bir eylem suç değildir. Sonucu itibariyle zarara yol açıyorsa buna “taksir” denebilir ama suç ile taksir kesinlikle ayrı şeylerdir.
Sevk ettiği insanların sağlığıyla ilgilenmiş, Halep’te vs hastane açmış bir milletin üstelik kendi evlâdının da kaybedildiği bir işlemindeki kayıpları “suç” diye nitelemek görünen o ki vicdanî bir duyarlılıktan öte satılmışlığın sınırlarında dolaşmak.

Herhangi bir suçlu, suç fiilinin etkisini yok etmeye çalışır mı? Adam öldürmek kastıyla ateş eden birisi, kurbanının kurtulmaması için uğraşır. Bu durumda tehcirde sağlık personeli ve binası tahsis etmiş Türk milletinin suçlu olmak ihtimalinden bahsedilebilir mi?

Memleketimizde vatansızlığın yeni müdafileri nevzuhur bir kısım liberallerin, bir zamanlar aile bağlarını tanımayı ırkçılık sayan ahmakların yolunda yürümesi gerçekten şaşırtıcı.

Bunlar olmayan bir ırkçılığı, olmayan bir soykırım hadisesini zorla kabul ettirmeye çalışarak sözüm ona hümanizm taslıyorlar.
Türk’ten soykırım faili yaratmak kimin ne işine yarar? Soykırım yapacak tıynette bir toplum acaba bugün etnik ırkçılık problemiyle yaşar mıydı? Türk’te yönelttikleri ithamın iğrençliğini idrak edebilseler zaten vicdanları, ağızlarını açmalarına mani olurdu.

Kaldı ki Türk tarihçileri “ Böyle bir soykırım yaşansaydı, bunu da dürüstçe ortaya koyardık!” diye defalarca ifade etmişken, uluslar arası mahkemelerin “Böyle bir suçlamayı tanımak parlamentoların yetkisinde değildir! Türk hükümetini suçlamak mümkün değildir” mealindeki açık karalarına rağmen Türk’’ten bir tür psikopat Nazi yaratmaya çalışmak vicdanın ve namusun sukutudur.

Bir de toplantıda ifade edilmeyen şey şuydu: Bugün Ermenistan’da hiçbir tarihçi, tehcire sebep olan Ermeni azgınlığını telaffuz edip de özür dilemeye teşebbüs bile etmiyor! Ermeni mezaliminde ölen ecdadımızı anmak dururken , canlarını katillerinin destekçilerini korumak için feda etmiş insanları“katil” diye itham etmeye “soysuzluktan” başka bir isim verilebilirse özür dilemeye hazırım.





Kapitalizm Hürriyet ve Ahlâk II


Yazımızın ilk bölümünde görüldüğü üzere insanlar arası ilişkiler barışa dayalı bir mübadele düzeni içinde yürür. Yani, değere karşı değerin değişiminin, takasının, alış verişinin yapıldığı bir düzen.

Değere karşı değerin değiştirilebilmesini sağlayan şey de elimizdeki varlıkların, diğerlerinin varlıklarına müdahale etmediğimiz müddetçe kesin şekilde bizim tasarrufumuza bırakılması teminatıdır.
Bu durumda zımnen iki unsurla karşılaşırız.

Bunlardan biri pasif şekilde bizi etkileyen “zararsızlık” hali, diğeri de mübadele sistemini yürüten ve aktif şekilde hali etkileyen “rıza” davranışıdır.
Zararsızlık hali, ferdin, kendi dışındaki dünyaya karşı zarar vermemek iradesidir. Bu hal otomatik değil, iradidir ve bu hal ne kadar vurgulansa azdır. Bu hal, “ahlâkın” kendisini oluşturur. Ferdin, doğrudan doğruya diğerlerinin korunması gereken varlıklarına zarar verecek davranışlardan bilinçli şekilde uzak durması haline “ahlâk” diyebiliriz.

Rıza ise mübadelenin gerçekleştiği ana kadarki kabullenme davranışıdır.
Zararsızlık hali, herhangi bir davranışla ifade edilmediği için genellikle yokmuş veya otomatik olarak varmış gibi zannedilir. Halbuki doğrudan doğruya toplumda en temel varlıklarımız ve bundan dolayı dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez menfaatlerimizin korunması yönündeki yaygın iradî mutabakat olmaksızın, “zararsızlık” ilkesi hiçbir anlam taşımaz.

Şöyle ifade edersek: Komşunuz Mustafa’nın sizin arabanızı, sizi döverek istediği zaman kullanabildiği veya daha kötüsü sizden alıverdiği ve sizin de sırf gücünüz yetmediği için bunu durduramadığınız bir düzende sizin, başkasının arabasını almamanızın bir anlamı kalır mı?

O halde bu fikri bir adım daha ilerletelim ve biraz erken bir çıkarsama yapalım:
Komşunuz Mustafa’nın değil ama herhangi bir devlet kurumunun, arabanızı istediği zaman elinizden alabildiği bir düzende bir şeyin “sizin olmasının” ve bu durumun teminatının herhangi bir anlamı kalır mı?

Elimizdeki varlıklar üzerindeki tasarrufumuzun teminat altına alınması demek, bunlara hiç kimsenin, keyfî şekilde müdahale edemeyeceği demektir. Bu “hiç kimseye” devlet de dâhildir.

Zararsızlık ve rıza ilkelerinin var olması için gereken müdahalesizlik haline de “hürriyet” diyebiliriz.

Bir kere daha zararsızlık ve rızanın “başkalarının” varlıklarına duyulan saygıyla kayıt ve şart altına alındığını hatırlatırsak başkalarının varlıklarına saygı ile kendine ait varlıkları istediği şekilde tasarruf edebilen insanın durumuna hürriyet diyebiliriz.

Bu durumda değerlerin ancak değerlerle mübadele edildiği, rızaya dayanmaksızın mübadelenin gerçekleşmediği bir hürriyet ortamından gayrısı olmayan kapitalizmin “vahşet” veya “yağma” ile bir ilgisi olabilir mi?

Zira ilk yazıdan beridir bahsettiğimiz bütün şartları içinde barındıran, aksi takdirde zaten var olamayacak olan tek düzen kapitalizmdir. Mevcut kolektivist dayatmalarla sevimsiz gelen bu cümleleri, semt pazarında şöyle bir dolaşırken tekrar düşünürseniz o kadar anlamsız bulmayacağınızdan emin olabilirsiniz.

Domatesten, emaye tencereye kadar hemen her şeyi bulabildiğiniz bir pazarın zararsızlık ve rıza ilkeleri gözetilmeksizin nasıl kurulabileceğini üşünmeye çalışırsanız, böyle bir şeyin imkânsızlığını derhal idrak edersiniz.

Herhangi bir kabadayının veya devletin canı her istediğinde basarak pazarcıların ellerindekini gasp edebildiği bir semtte insanların alışveriş yapmak takati ve arzusu kalır mı?

Buraya kadar, zor kullanıcının ahlâkın ve hürriyetin temellerini nasıl tahrip ettiğini göstermeye çalıştık.
İçimizden bazıları, böyle bir müdahalenin dahi pazarı engellemeyeceğini ve belki de insanlar arası ahlâksız sömürüyü engelleyeceği için arzulanır olabileceğini iddia edebilir.

Onlara en başından beri bahsettiğimiz “temel hakların” hangi kayıt ve şart altında mutlak saygıya değer olduğunu söylediğimizi tekrar hatırlatırız…
Şüphesiz herhangi bir gücün müdahalesi altında da bir “Pazar” oluşturulabilir. Sorun böyle bir pazarın “kapitalist” pazarla aynı olup olmayacağıdır.

Yani zararsızlık ve rıza ilkelerinde devletin dahi müdahale edemediği, ancak insanların bu ilkelere uymasına nezaret ettiği bir pazarla, devletin insanların alışverişlerine sürekli doğrudan veya dolaylı karıştığı bir pazarda rıza ve Zarasızlık kendilerine yer bulabilir mi?

Devletin müdahalesinin insanlara verdiği mesaj şudur:
“Daha öne davranışlarında zararsızlığı ve rızayı gözetiyordun. Ellerinde hiçbir müeyyide gücü olmayan sıradan insanların haklarına riayet etmek yerine artık bana itaat edeceksin!”

Çoğu zaman ancak kınama mekanizmasından başka bir kısıtlayıcılığı olmayan “kendiliğinden doğmuş adil davranış kurallarının” yerine çok daha hızlı ve şiddetli bir cezalandırma mekanizması koyan devlet, bu şekilde farkında olarak veya olmayarak ahlâkı tahrip eder.

Çünkü bu şekilde ahlâkı bir “tercih”, bir iradî eylem olmaktan çıkarır. Çünkü ahlâkın temeli olan temel hakların korunmasını sağlayan fert iradesini ve toplumsal mutabakatı hiçe saymış olur.

Devletin müdahil olduğu bir düzende, gözetilen şey haklar değil, ancak devlet rızası olabilir. Devletin mutlak zararsızlıkla hükmeden bir âdil Tanrı olmadığı hakikati gün gibi ortadayken de başkalarının haklarına saygı yerine devlet rızasını kazanmaya yönelen davranış da ahlâkla bağdaşamaz.

Dolayısıyla bir şeyleri düzeltmesi için devletin sürekli müdahil olmasını isteyenler sadece faydacı açıdan değil, ahlâkî açıdan da büyük bir çıkmazdadırlar.
Bugün dünya üzerinde kendisine “kapitalist” diye hakaret edilen ülkeler, kapitalizmin gerektirdiği zararsızlık ve rıza ilkelerinin çiğnendiği ve ancak devletin izin verdiği kadarıyla üretim ve mübadele yapabilen ülkelerdir.

Bugün dünyada şahit olduğumuz durum, devletlerce ifsat edilmiş piyasalardan ibarettir. Satın almak istediğim malla ilgili satıcı rızasından başka bir sınırlayıcı olmaması gerekirken bir devletin, istediğim malı almama o malla ilgili keyfi bir sınırlama getirmesi durumunda, alıcı olarak ya mübadeleden tamamen vazgeçmeli veya, alışverişimi engelleyen devleti “razı etmeliyim”.

Bundan dolayı nerede bir “yolsuzluk” görürseniz orada mutlaka devlet müdahalesini de bulacaksınız. Tekstil ürünlerine kota koyan “devletin”, silâh tacirlerine sınırları nasıl açtığına baktığınızda kendimize şunu sormalıyız: “ İstediğimiz mallar hakkında keyfi sınırlamalar, kısıtlamalar getirirken, kendi istekleri için hiçbir kayıt ve şart gözetmeksizin “ticaret” yaratabilen bir “devletin”, bir şeyleri paylaştırarak adalet sağlayabileceğine gerçekten güvenebilir miyiz? Böyle bir devletle rıza ve zararsızlığın gözetildiği bir pazarı yaşatmak mümkün olabilir mi?”








11 Ekim 2009 Pazar

Çok Kültürlülüğün İcadı

Kendi Ayağına Dolaşan Bir Terime Eleştirel Bir Bakış

“Millet” olgusunun başına gelen en büyük talihsizlik, gerek İspanya İç Savaşı’nda sosyalistlerce yaratılan romantik etki gerekse Nazi rejiminin yıkan gücün içinde yer alan Sosyalist bir diktatörlüğün bunun kredisini inanılmaz şekilde kullanarak entelektüel vicdana, etkisi hâlâ süren bir ipotek koyabilmesidir.


Bu derin etki, millet olgusunun reddinin, enternasyonalist bir barış düşüncesi için şart olduğu kanaatinin hümaniter etiğe bir saksağan gibi yerleşmiş olmasıdır.
Enternasyonalist sosyalizmin sosyolojik algılamamızı çarpıtmakta en büyük başarısı, milletin devletlerce icat edilmiş ve bundan dolayı da yalnızca savaş üreten sun’i bir değer olduğu kanaatinin, entelektüel bağışıklığın sorgulamasına uğramadan doğrudan vicdanımızı zehirleyebilmiş olmasıdır.


Avrupa’nın bütün ırkçı tonlu olumsuz milliyetçi tecrübelerine rağmen kültürel kodları ile diğer büyük kültürlerden ayrılan ve adına “millet” denen sosyolojik yapıların varlığı inkâr edilemez. Milleti gerçeğine gözümüzü kapatarak yalnızca var olan ama adlarını inkâr ettiğimiz insanların iyiliğini düşünmek gibi bir gülünç çelişkiye düşeriz. Gerçi son zamanlarda, etnik grupların lehine, milletin reddi ülkemizde de çok popüler bir çözümleme şekli halini almıştır ama millet olgusunu anlamadan veya buna müspet bir mana yüklemeden etnik grupların gerçekliğinin mutlaklığından bahsetmek derin tarihi ve siyasi tecrübelere sahip milletlerin mensuplarını yok saymak gibi ahlâkîliği de son derece tartışmalı bir tür entelektüel zorbalıktan çok da farklı değildir.


Son zamanlarda sanki bir tür astronomik keşifmiş gibi sürekli telâffuz edilen çok kültürlülük gerçekten son devirlerde meydana gelmiş bir tür ayrışma mıdır yoksa biz dünya siyasi tarihini eksik okuduğumuz için mi onun sosyolojik yerini ancak bu gün fark edebilecek kadar miyoplaşmışızdır?


Bu açıdan çok kültürlülük, tarihi seyrinden koparılmış ve kolektivist sosyal tasavvurca, bir icatmış gibi kötülenen millet olgusuna karşı ortaya sürülen bir alternatif icat olarak karşımıza çıkmaktadır.


Her şeyden önce milletlerin oluşumunda devletleşmenin şüphesiz temel bir işlevi olmuştur. Ama sorun şu dur ki, bu mütekamil bir devletin emir ve talimatıyla gerçekleşmemiştir. Milletleşme devletleşme çabaları sırasında, büyük ölçüde daha etkili veya baskın kültürel kodlar etrafında kendiliğinden meydana gelen bir benzeşmenin doğal sonucudur.


Dolayısıyla yeryüzünde nerede devlet kurmak iradesiyle bir araya gelmiş kavimlere rastlarsak mutlaka onları birleştiren bir ortak ada ve kültürel kod bütünlüğüne de rastlayacağız demektir.


Peki bu bütünleşme veya benzeşmede her kültür eşit şekilde mi yer alır? Veya her kültürün benzeşmedeki etkisi eşit midir? Şüphesiz değildir. Nüfus farklılıkları, hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilme gücü, tarihî süreklilik gibi, siyasî üstünlük vb yönlerden bir araya gelen kavimlerden birinin kültürü, diğerleri için bir cazibe merkezi haline gelecek ve etrafında bütünleşilen, benzeşilen kültür olarak, yeni topluma adını verecek, damgasını vuracaktır.


İşte bu yüzden son zamanlarda milletlerin saf ırkî bütünlükler olduğuna dair yürütülen beyhude ama bir o kadar çirkin genetik ayıklama beyanlarının herhangi bir anlamı yoktur. Çünkü milletler zaten bir kere ortaya çıkma sürecine girdiler mi en başta aştıkları problem genetik veya ırk aynîliğidir.


Tarihin belli dönemlerinde millet yerine “ırk” kelimesinin kullanılmış olması dahi bu gerçeği değiştirmez. Devletleşme ile milletleşme arasındaki bağı bir kere kurabildiğimizde şunu görürüz: Emperyal devletler dahil her devlet muhakkak hâkim ve belirleyici bir kültüre yani bir büyük kültüre dayanır. Devletler bu hâkim bu kültürün parmak izini taşır ve adını alır.

Dolayısıyla meselâ üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki sayısız kavme rağmen bir Türk devletidir.


Çünkü kurucu unsuru Türk’tür ve egemenlik sınırlarında belirleyici, büyük kültür Türk kültürüdür. Bazı devletler, büyük kültürün belirleyicililiğini açık güç kullanımıyla pekiştirmişlerdir. Bu yüzden bazı Asya ve Afrika ülkelerinde resmî diller, eski imparatorlukların hâkimiyetlerinin bir mirası olarak kalmıştır.
Devletleşmeyi oluşturan kavimler iştiraki ile bu kavimlerin kapalı toplum özelliği zayıflar, soy ilişkilerine dayalı kurallar yerine davranış kodları farklı kavimlerle birlikte yaşamayı sağlayacak daha aşkın ve soyut kurallara uymak mecburiyeti hasıl olur. İşte milletleşme sürecinde farklılıkların arasındaki gerilimi azaltan da bu mecburiyettir.


Halbuki milletleşme sürecine nüfus dağılımı, hacmi, coğrafî sınırlılık gibi faktörlerden dolayı bir şekilde katılamamış topluluklarda aynîlik, soy- kan birliği (aşiret va…), soyun diğerlerine üstünlüğü, kan bağının hak kategorisindeki ağırlığı gibi unsurlar öne çıkar. Kendi başına yaşayan, tecrit edilmiş, kapalı toplumlar, topluluklar için önemli olan topluluğun diğer topluluklara karşı fiziksel üstünlüğü, bunu sağlayacak savaşçı erkek sayısı, arazi genişliği, hayvan sayısı vs’dir.


Bu böyle olmak zorunda mıdır? Büyük ihtimalle böyle olmalıdır. Çünkü fertleri tarihin belli bir dönemine kadar diğer toplumlardan tecrit edilmiş yaşayan bir topluluğun hayatta kalması için gerekenler, bir toplumun iş bölümüyle sağlanan şeylerin yanında çok azdır. Hayatları ancak tabiat şartlarına dayanabilmek üzerine kurulu bir kapalı toplumun fertleri için “başkalarıyla” uyum, açıkça anlamsız bir problemdir. Onlar için iki şey hayatîdir. Birincisi tabiata karşı ayakta kalmak ve ikincisi, diğer kabilelere ve kavimlere göre daha iyi yapabilmek için kabilenin hiyerarşisine katıksız bir itaat.


Ülkemizdeki çarpık şehirleşmenin temel sosyo-psikolojik problemi, kendi içindeki kuralları ile toplum halinde yaşayan “medinenin”, şehrin soyut kural yapısına uyamayan küçük kültür üyelerinin içinde beliren derin endişe ve korkudur.
Kabilenin temel tepkisi “çok kültürlülüğe” direnmektir. Çok kültürlülük, milletleşmiş unsurların arasında, büyük kültür yörüngesinde zaten yaşanan bir süreçtir ve bu süreç, benzeşmenin aşındırıcılığıyla kabile gerilimlerini düşürür, aşırılıkları törpüler, sayısız “kırık tonlar” yaratır .


Elbette tarihin belli dönemlerinde belli kavimlerin toplum hayatından dışlanmaya çalıştığını görürüz, buna rağmen büyük kültür içinde kalmak iradesi gösteren kavimler, hem o kültürü renklendirmiş hem de ciddi maddî ilâveler yaratmışlardır. Yahudi’ler buna örnektir.


O halde çok kültürlülük bir modernizm sorunu değildir. Bunun bir sorun olarak sayılmasının sebebi, her şeyin bir sorun hale getirilmesinin bilimsel bir gereklilik olduğu yanlış kanaatidir.


Çok kültürlülük he zaman var olmuştur.
O halde değişen nedir de bu gün karşımıza “çok kültürlülük sorunu” âniden çıkmıştır?
Bu sorun âniden ortaya çıkmamıştır.


Çok kültürlülükle ilgili temel tarihi miyopluğun sebebi şudur:
Milletin meydana geliş sürecinin zamanlamasıyla, milletleşmemiş toplulukların tarih algısının birbirine karıştırılması…


İmparatorlukların kurucu milletlere dayandıkları gerçeğini bir kere idrak ettiğimizde millî devletlerin meydana gelişi daha kolay anlaşılabilir. Liberallerin de yanlış ve fakat bir o kadar kasıtlı hümanizmlerinin dayandığı “devletin icadı olan millet” safsatasının çıkışı bu gerçeğin idrak edilememesindendir.


Devletleşen ve böylece birbirleriyle yakınlaşıp benzeşen ve milletleşen kavimlerin imparatorluklar seviyesine çıktıkları dönemlerde, egemenlik sahaları içinde sayısız kültür barınmıştır. Bu kültürlerin bir kısmı, milletleşme sürecine katılmış bir kısmı ise katılamamıştır. İngiliz milletler topluluğu, kanı, ırkı, genetiği İngiliz olan milletler anlamına gelmez. İngiliz kültürü etrafında toplanmış ve milletleşme sürecine bu kültür altında girmiş toplumları anlatır.


Milletleşme bitmeyen fakat şekil değiştiren bir süreçtir. Çünkü kültürel etkileşim durmamaktadır. Özü itibariyle artık soyut kurallara çok daha fazla dayandığını söyleyebiliriz.


Modern zamanlara kadar milletleşme süreçlerinden herhangi birine dahil olmamış kavimler ve hatta kabileler, iletişimin ve ulaşımın kolaylaşmasıyla birlikte bir anda kendilerini, , emici, öğütücü, törpüleyici ve çekici büyük kültürle karşı karşıya bulmuşlardır.

Bu duruma karşı gelişen içe kapanma tepkisi bilhassa marksizmin doktriner hırçınlığı ile gayet güzel aklileştirilmiştir.


Sanırım, dünya üzerindeki etnik şiddetin ideolojik kökeninde genellikle marksizmi bulmamızın sebebi, “değişimin değişmez özelliğini bularak dünyayı sabit bir toplumsal çevirime sokabileceğini” sanan Marks’ın değişim düşmanlığının, kabilelerin, kavimlerin değişime gösterdikleri direnç için iyi bir mesnet gibi görünmesidir.


Çok kültürlülükte temel sorun, geç dönemde açılabilen toplumların çok kültürlüğü idrak etmelerindeki zorluktur. Çok kültürlülük teriminin tepetaklak anlaşılması da çok kültürlüğe , buna hazır olmayan kabilelerin gözünden bakmaktır. Milletleşme sürecinin dışında kalmış kabileler veya kavimler, benzeşmeyi kültürel erime, asimilasyon sanırken büyük kültürün belirleyiciliğini de can simidi olarak sarıldıkları marksizmin etkisyle “emparyalizm” diyerek izah etmek eğilimindedirler. Dikkat edilirse dünyadaki bütün etnik şiddet örgütleri, daima “emperyalizme” ve sömürüye karşı direndiğini iddia etmektedir. Aslında bahsettikleri, içine girildiğinde varlık sebepleri saydıkları etnik hırçınlık, kan bağı, tabiata direnmek ve kabilesel üstünlükten gayri müşevviki olmayan kabile hayatının, erimesi, çözülmesine duydukları isteksizliktir.


Çok kültürlülük problemini ortaya çıkaran miyopluğun göz ardı etiği gerçek, egemen unsurların, imparatorluklar devrinden sonra, en çok benzeşmenin yaşandığı ve en yoğun yaşadıkları sınırlar içinde devlet geleneklerini sürdürmeleridir. Yani Alman milleti modern Almanya ile bir anda ortaya çıkmamıştır. Alman milleti imparatorluğun dağılmasıyla kendisine, en yoğun yaşadığı coğrafyadaki sınırlar içinde modern devletini kurarak devlet geleneğini sürdürmüştür.


Milleti modern devletin bir icadı olarak gören kolektivist kurucu izah –ki maalesef bu izahı ülkemizde liberaller bile benimsemektedir- “devleti” modern devletten ibaret sanan ve bu yüzden milleti de modern devletin icadı sanan, bu yüzden de modern zamanların sosyolojik problemlerini çözmek yerine, sayısız çelişki üreten bir safsatadır.


Dolayısıyla çok kültürlülük, zorlama bir millet tanımının yarattığı bir antitez değildir. Çok kültürlülük imparatorluk bakiyelerinde büyük kültür ile beraber yaşayan kültürler demektir.


İmparatorluklar dağıldığında bu bakiyelerin bir kısmı , kurucu unsurların kendi sınırları içinde de yer almıştır. Bu küçük kültür unsurlarının içinde milletleşmeye dahil olmamış olanların, buna gösterdikleri direnç, kolektivist sosyal kurucu izah tarafından liberal teoriye “çok kültürlülük” namıyla sokulmuştur.
Büyük kültüre duyulan hınç ve düşmanlığın hümanist bir maskeyle sürekli beslenmesiyle, çok kültürlülük çarpıtması, önce küçük kültürlerin büyük kültürle temasının mümkün olduğunca kesilmesi için yalıtılabilmesi ve daha sonra da aslında büyük kültürün varlığının tartışmaya açılarak, belirleyiciliğini inkâr etmek gibi iki ana koldan yürütülmektedir.

Bir de buna demokrasinin anlamının çarpıtılarak çoğunluğun belirleyiciliğinin azınlık lehine ortadan kaldırılması yaklaşımı eklendiğinde, çok kültürlülük, etnik grupların, çoğunluktan siyasi özerklik yoluyla yalıtılarak korunması gibi sürfaşist ve ırkçı bir hale getirilmektedir.

Çok kültürlülük, büyük kültürün varlığını reddederek küçük kültürlerin kendini geliştirebileceği yanlış ve kasıtlı faşist fikre dayanmaktadır. Büyük kültür kendiliğinden kötü, ezici, yok edici ve sömürücü değildir. Çok kültürlülük savunucuları, ardında Marksist bir sınıf savaşı fikri yatan akıl yürütmelerinden dolayı zımnen kültürleri birbirlerinin düşmanı, rakibi saydıklarını fark edememektedirler.

Çok kültürlülük safsatası bir kurucu toplum felsefesinin hayalî savaş alanıdır.
Yapılması gereken her bir küçük kültür için devletçe bir izolasyon alanı yaratmak değildir! Nitekim bu talep, ayrılıkçı etnik siyasetçe siyasi bağımsızlık arzusuna da mesnet teşkil ettirilmektedir.

Yapılması gereken, küçük kültür unsurlarının bir an önce büyük kültürle özgürce temasının sağlanmasıdır. Bunu yapmak için ne kurucu unsurun adının ortadan kaldırılması gerekir ne de onun büyük kültürünün belirleyiciliğini inkâr etmek…

Kapitalizm, Hürriyet ve Ahlâk

Devletçiliğin Etik Yanlışlığı Üzerine Kısa bir Akıl Yürütme

Yaygın bir yanlış kanaate göre kapitalizm sınırsızlığın ve kuralsızlığın “düzenidir.” Buna göre eğer devletin sopası fertlerin başı üstünde daimi durmasa muhakkaktır ki derhal yağmaya başlarlar. Bu, yarısı doğru olan bir yalandır.


Doğru olan tarafı, devletin, fertlerin, mübadele etmek yerine yağmaya yönelmelerini engellemek için meydana getirilmiş mümkün olan en düşük maliyetli emniyet sağlayıcısı olarak tesis edilmiş olmasıdır.


Bu yalanın zehirli yarısı ise şudur: Devletin varlığı, ilişkilerin yağmaya dayanmasından değil, dayanmamasından dolayıdır. İnsanlar arasında, hayatta kalmanın ancak mübadeleyle mümkün olduğu ferasetinin var olduğu günden beridir, mübadele edilecek değerlerin korunması amacıyla herkes için ve her zaman geçerli olan “mülkiyet” kurumunun keşfedilmesi, mülkiyetin yağmadan önce ve onu aşkın genel bir durum olduğunun delilidir.


Dolayısıyla insan, varoluşunun gereği olarak bir arada yaşarken hayatın sürekli bir mübadele içinde ancak sürdürülebileceğini keşfetmiştir. Çünkü insan toplumları aslan sürüleri gibi tabiat tarafından sınırlanan popülasyonlar halinde yaşamazlar. Aslanlar, ancak avlayabildikleri kadar üreyebilirlerken insanlar için böyle bir “doğal” sınırlama yoktur.Bu durumu ilk dile getiren yanılmıyorsam iktisadın karamsar düşünürü Malthus olmuştur.


İnsan için böğürtlen toplamakla hayatta kalmak yeterli olmadığından ve insan ancak aklını kullanarak, kendisindeki “otomatik hayatta kalmak” eksikliğini gidermek mecburiyetinde olduğundan, tabiatta olmayan şeyleri meydana getirmek mecburiyetindedir. Yani üretmek mecburiyetindedir. Bu noktada tabiatın diğer canlılarından kapanmayacak bir uçurumla ayrılmaktadır.


İnsanı diğer canlılardan ayıran diğer bir özelliği talep endeksi oluşturabilen tek canlı olmasıdır. Herhangi bir aslan sürüsünün lideri “Bu gün canım portakallı jöle istiyor! Madem kralım, bana jöle getirin!” gibi bir talepte bulunamaz. Onun varoluşu kendisi için gereken ve ancak bununla sınırlı şeylerden ibarettir.
İnsanların, birbirlerinden farkı talep endeksleri meydana getirmeleri, farklı üretim veya arz endekslerinin oluşmasının sebebidir.


Üretimin insan varoluşunun zarureti olması, yani insanın tabiattan farlı şeyler meydana getirmesi zarureti, meydana getirilen şeylerin korunmasını da mecburi bir hale getirmiştir. Bundan dolayı mübadele ve üretim insan toplumunun temel halidir. Bundan dolayı, “tabii hal” yağma değildir! Çünkü yağmalanacak şeyler öncelikle üretilmiş, yaratılmış olmalıdır.
Bir şeylerin üretilmesi iki şarta bağlıdır.


Bunlardan birincisi üretim için gereken kaynakların ve araçların, korunması.
İkincisi üretilecek şeylerin mübadele edileceğinin bilinmesi.
Bu iki şartın da temelinde “yağmadan masun olabilmek” ihtiyacı yatar.
Sabanının her an elinden alınıvereceği endişesini taşıyan bir insanın çiftçilik etmek için müşevvikler pek azdır. Öbür yandan ürettiği buğdayın başka bir değerle mübadele edilmeden, güç yoluyla gasp edileceğini düşünen çiftçi de üretmek istemeyecektir.


Bu durum toplumun geneline yayılırsa değer üretmek anlamını kaybeder ve yağma, başat değer olarak yerleşir.


Oysa hepimizin bildiği gibi çalışmak yorucudur. Öyleyse insanlar neden tembelliğe yönelmez de sürekli çalışır ve üretir? Bunun sebebi aynen yağma halinin yok ediciliğinin çölünde yaşanamayacağının bilinmesidir.
Bunların yansıra insanın içinde zaten sürekli bir üretim arzusunun, yaratıcılık hevesinin, ateşinin yandığı da bir hakikattir.


Dolayısıyla gördüğümüz gibi insan toplumlarının tabiatı, insanın yaratılışındaki eşsizlikten dolayı toplayıcı- avcı hayvan sürülerinden kesinlikle farklıdır ve bu yüzden “yağma” bizim için bir tercih olamaz. Dünyanın bir yerlerinde hâlâ avcılık toplayıcılıkla yaşayan ve belki asırlardır hemen hemen hiç değişmediklerini düşündüğümüz kabileler şüphesiz vardır. Bilmediğimiz ise dünyadan tecrit edilmiş yaşayan bu kabilelerin nüfuslarının çok az arttığıdır. Çünkü onlar dünyanın geri kalanındaki insanlar gibi nesillerin sun’i olarak korunması yönteminden yoksundurlar ve bebekleri “tabiat” tarafından aynen aslan yavruları gibi “seçilir”. Dolayısıyla onların hayatta kalmaları için asgari üretim çeşitliliği kâfi görülebilir.


Fakat gözümüzden kaçan asıl husus şudur: Hayatta kalmayı sağlayan araçlar kabilenin genel kullanımına tahsis edilmemiştir. Avcı için bıçağı ve mızrağı, değerlidir. Onları belli geleneklere göre ve bedellerle elde edebilir. Av araçlarının kullanımı ancak sahiplerince mümkündür. Özgür cinsel hayat fantezilerine ve efsanelerine rağmen görünen odur ki “aile”, yani cinsel hayatın “hususiyeti” insan toplumlarının daima temel gereklerinden biri olmuştur. Bildiğimiz kadarıyla evlilik hemen hemen her insan toplumunda özel törenlerle kutsanan bir müessesedir. İki insanın, hayatlarını yalnız ve ancak birbirlerine tahsis etmeleri, ortak mülkiyetin âzâmi sınırını oluşturmuştur. Evli çiftin, hayatlarını, diğerlerinden ayıran mekânın varlığı, bu çiftin, adlarını kendilerinin koydukları ve hayatlarından sorumlu oldukları yavrular dünyaya getirmelerine baktığımızda Marx’ın kabile hayatına dayandırdığı kolektif mülkiyet efsanesinin ne derece sığ ve yanlış olduğu anlaşılacaktır.


Bu durum, bize şunu gösterir:
İnsan hayatını devam ettirebilmek için hayatını, tabii hali yani sulhü bozmak istisna müdahaleden uzak yaşayabilmelidir. Elindeki araçların ve kendine tahsis edilmiş değerlerin şiddet dahil her türlü müdahaleden masun olduğunun teminatına sahip olabilmelidir.

Tekrar edecek olursak: Hayatı otomatik hayatta kalma kodlarıyla değil de ancak kendi akıl yürütmesi ve iradesiyle sürdürülebilen insanoğlu ancak üreterek ve mübadele ederek bunu gerçekleştirebilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Çünkü hayatta kalmanın gereklerinin çeşitliliği ve sürekli akıl kullanma mecburiyeti, insanı kendiliğinden çeşitli araçlara sahip olmak ihtiyacına iter ve bu araçlar ağaçta yetişmediklerinden, ancak bu araçları üretenlerin diğer insanlarla karşılıklı mübadelesi ile elde edilebilirler.
( Devam edecek)

9 Ekim 2009 Cuma

Kimin Rahatsızlığı?

“Artık bu iş çözülmeli!”, “Türkiye rahatsız!” benzeri bir sürü lâf ediliyor.

Türkiye bir çözüm bekliyor mu? Kesinlikle bekliyor! Ama nasıl bir çözüm bekliyor? Belki şöyle sorulmalı: Türk toplumu neden rahatsız?

Veya gerçekte rahatsız olan kim?


“Sorunun tarihine bakılmadan..” demek artık hem iyice tavsadı hem de etik duyarlılığı sömürmek halini aldı.


Sorunun tarihine saplanıp kalmak dışında bir şey söylenemediği gibi tarihi bir tür “kurucu” mekanizmaymış görmenin doğal sonucu olarak Türk milletine bir bedel ödetmek arzusu gün ışığına çıkıyor ki o bedel de ayrılık.


Etnik ırkçı siyasetçiler birbirleriyle hiç tutmayan sayısız beyanlarının arasında bazen ülkenin bütünlüğünden yana olduklarını söyleseler de ayrılmak ihtimalini bir tehdit olarak hatırlatmayı da ihmal etmiyorlar.


Ülkede bir rahatsızlık var ama bu rahatsızlık etnik terörün dağdan inip toplumun içinde yayılması tehlikesinden kaynaklanan bir rahatsızlık. Bu da kendini doğal olarak toplumda bir güvensizlik, tedirginlik halinde gösteriyor.


Etnik ırkçılık, büyük Türk kimliğinin bir parçası sayılabilecek Kürt toplumunu silâhlı propaganda denen alçakça yöntemle ayrıştırmaya çalışıyor ve bu da ülkenin egemen gücü Türk milletini rahatsız ediyor, bütün mesele budur.


Türk Milleti’nin baş rahatsızlığı terör ama bunun yanında etnik ırkçı siyasetin “haklar” adına yaptığı hukuk istismarının bir toplumsal çatlağa yol açması ihtimali daha derin bir endişe olarak bir köşede bekliyor.


Dolayısıyla bir yandan Türk Milleti üzerindeki terör tehdidi ortadayken ondan “hak” talep etmek tam bir ikiyüzlülük…


Etnik ırkçılar ve sözde liberal okumuşlar nedense empatiyi sadece büyük kültürün mensuplarına ait bir sorumluluk gibi gösteriyor.


Etnik ırkçı siyasetçiler ve sözde liberal okumuşlar toplumda belirgin farklarla ayrışmayan, egemen çoğunluğun içinde benimsenmiş, kabul görmüş bir etnik grubun, ayırt edilebilir bir hale getirilmesinin, bu etnik grubu benimsemiş, içselleştirmiş büyük kültür mensuplarını nasıl rahatsız edeceğini nedense düşünmek istemiyor.


Etnik ırkçılar ve sözde liberaller, önceden sorun teşkil etmeyen ve büyük kültürün bir rengi olarak varlığı hep bilinen nüansların, bir siyasî ayrılık aracı haline getirilmesinin, Türk toplumunda nasıl tedirginlik ve öfke yarattığını görmek istemiyor.


İsteniyor ki “Halk PKK , PKK halk!” diye Diyarbakır sokaklarında pankart açılıp bütün bir etnik grup terörün destekçisi olarak gösterildiğinde İstanbul’da yaşayan bir büyük kültür mensubu, bugüne kadar kendinden farklı bir yönünü görmediği Diyarbakırlı komşusunun aslında bir muhtemel terörist olduğunu düşünmesin. Allah’tan hâlâ düşünmüyor. Çünkü küçük kültürün “aynilik” ölçüleriyle büyük kültürün benzeşme ölçüleri ve oluşumu çok farklı.
Etnik ırkçılık zaten doğal olarak bütün etnik grubun terörün doğal destekçisi olduğunu her gün haykırırken, “PKK’ya terörist diyemeyiz!” diyerek bütün Kürt topluluğunu terörün içine çekmeye uğraşırken bir de “Türkiye rahatsız, sorun çözülmelidir!” dediğinde, ikiyüzlülüğün dik âlâsını yapıyor.


Büyük kültürün içinde daima var olmuş bir tonu resmî araçlarla ondan ayırmaya kalktığınızda toplumsal “doku” yırtılır ve bu da acı verir.


Kürt komşumuzun kimliğinde bize yabancı olduğu yazıldığında, çocuğumuzla arkadaşlık eden çocuğu resmî bir Kürt okuluna, resmî bir Kürt servis aracıyla gittiğinde, çocuğumuzla Kürt olduğu için Türkçe konuşmadığında veya konuşturulmadığında, okulunda, komşusunun aslında işgalci bir yabancı olduğu öğretildiğinde, resmî bir Kürt Üniversitesi’nde hiç Türkçe konuşmayarak okuduğunda, acaba ne düşünmeye başlayacaktır?


“Madem o kadar farklıyım neden dili bana yabancı hele ki işgalci bir toplumun içinde yaşıyorum ki?” diyecek midir, demeyecek midir? Etnik kimliğin sürekli tahrik edilmesi acaba resmî olarak ayrılmış etnik grup üyelerinde kendiliğinden bir “ötekileştirme” tepkisi ve öfkesi yaratacak mıdır, yaratmayacak mıdır?


“ O kadarını düşünmeye gerek yok, bunlar haklardır, verilmelidir!” denebilir. Eğer bunlar hak olarak düşünülüp silâha hiç el uzatılmadan Türk vatanına bağlılıkla talep edilseydi sorun şimdiye kadar çoktan çözümlenmiş olabilirdi. O zaman zaten etnik ırkçı bir söylem yerine liberal değerlere bağlı bir ton farklılığını korumak tavrı ortaya konmuş olur ki Türk toplumu bunu büyük bir sempatiyle de desteklerdi.


Ama hem eli silâhlı adamların bir etnik ordu gibi sürekli dayatılması hem terörün etnik grubun temsilcisi olarak gösterilmesi hali ortaya çıktığında kimse Türk toplumundan aynı sempatiyi ve empatiyi beklememelidir.


Evet Türkiye’de bir rahatsızlık vardır ve bu rahtsızlığın sebebi de etnik ırkçılığın tehdit siyasetidir. Şurası açıktır ki etnik ırkçı siyaset ne liberal demokrasinin meşru hakları hakkında konuşabilir ne de farklılıkların meşru temsilciliğini yapabilir.


Evet Türkiye’de bir rahatsızlık vardır ve o rahatsızlık gayrimeşru eylemlerin temsilcilerinin, temel hakları istismar ederek millî egemenliğin içinde kendine yer etmiş olabilmesidir.
Evet Türkiye’de bir rahatsızlık vardır ve rahatsız olan da kendi egemenlik hakkını paylaştığı insanlarca aldatılan Türk Milleti’dir
.

8 Ekim 2009 Perşembe

Türk Bölücülüğü Masalı

Siyasî ayrışma talebinin ki bunun bir ucunda federalizm vardır, sürekli şekilde “ayrı bir halkın hakkı” olduğunun söylendiği bir ortamda bazı aklı evvel sözde liberaller Türk bölücülüğünden bahsetmeye başladı.


Neymiş efendim etnik grubun çoğu ayrılmak istemiyormuş da aslında Türk çoğunluğu boşuna korkuyormuş.

Her fırsatta “ Ayrılmayı da düşünebiliriz!” diye etnik ırkçı partinin tehditler savurduğunu görmezden gelmek nasıl bir ahlâktır bilemiyorum ama?..
Etnik ırkçılığın şiddet macerasının zaten bütün emeli ayrılmak inisiyatifini ele geçirebilmektir.


Bu ülkede bölünme kavramını gündemde tutan, bunun için şiddeti uygulayan etnik ırkçılardır, Türk milleti değil.


Eğer Türk toplumunda ayrışmayı isteyecek kadar büyük bir gerilim var olsaydı bu çok önceden gayet çirkin belirtilerle ortaya çıkardı ki bunun mümkün olmadığı defalarca sözde liberal okumuşlara gösterilmiştir.


“Buraya köpekler ve zenciler giremez!” benzeri bir yazı yazan, bunu aklından dahi geçiren insanlar olmadığımızı görmezden gelmek vicdansızlıktır, ahlâksızlıktır. Ancak o halde ayrışmayı istemekten, ırkçılıktan, faşizmden bahsedilebilir.


Sözde liberal okumuşların, ( Konuyu çataldillikle gündemde tutanlar ve binlerce şehidin savunduğu değerleri küçümseyenler onlar çünkü…) hem Türkiye’nin tamamında, vatandaş olmaktan dolayı hak sahibi olduğunu söyleyip hem de ayrışma inisiyatifini elinde aynı anda bulundurmayı isteyen etnik ırkçıların bu iştahına en ufak bir eleştiri getirmemesi, her meseleyi mutlaka etik açısından değerlendirmesi gereken bir camia için ciddi bir ahlâkî handikaptır.


Türkiye’de Türk çoğunluk (ki aslında Kürt kardeşlerimiz bu soyut kavramın ve ortak kimliğin bir parçasıdır ama etnik ırkçılık gayet çirkin şekilde “kardeşimiz değilsiniz!” diyor…) vatanın bütünlüğü için endişe duyarken onu bölücülükle suçlamak insafsızlıktır.


Türk bölücülüğü masalında insafsızlığın yanında empati eksikliği önemli bir etken. Bir adam elinde silahıyla gelerek evinizin bir odasının kendisine ait olduğunu iddia etse ne yaparsınız?


Bunu öz kardeşinizin yaptığını düşünün bir de. Kardeşiniz “Evimiz ortak ama ben ne istersem o olacak!” dese ne yapardınız? Elindeki silahı bırakmasını ister miydiniz önce? Elindeki silâhı bırakmasa ve durmadan sizi öldürmekle tehdit etse ne yapardınız? Herhalde ya polis şiddeti ile onu evden attırır veya “Lânet olsun!” diyerek evinizi terk edersiniz, değil mi?
Türk milleti kendi evini terk mi etmelidir? Bu ülke Türk adının herhangi bir tasarruf erki var mıdır, yok mudur?


Diyarbakır’da özerk bir etnik bölge kurulsa kardeşlerimizin sorunu biter mi? Bu soruya cevap verecek olan Türk toplumu değil etnik ırkçı siyasetçilerdir. ( Mevcut liberalleri saymıyorum, onlar etnik ırkçılığın ahlâksız çarpıtmacılığının payandalığını yapmaktan memnunlar…)


Amaç memleketin bütünlüğü içinde kalarak ifade hürriyeti problemini çözmekse eldeki silâhın anlamı nedir? Eldeki silahı, terörü ve onun etnik ırkçılığını reddederek ifade hürriyeti için mücadele eden bir etnik siyasetçi var da bizim mi haberimiz mi yok?
Amaç memleketin bir bölümünü özerk veya tam bağımsız şekilde ayırmaksa buna Türk milletinin ses çıkarmaması mümkün müdür? Buna karşı çıkmak ırkçılık mıdır? Empati sahibi ve etikçi sözde liberallerimize göre öyle…


Peki elinde silahıyla eviniz üzerinde hak iddia eden kardeşinizle huzur içinde yaşayabilmeniz mümkün müdür? Canı her istediğinde silâhıyla böğrünüzü dürtüp “Bombalar savaşın bir parçası!”, “ Kırk milyon bir ayaklanırsa ne ordu kalır ne devlet!” diyen insanaltı yaratıklarla herhangi bir beraberlik sürdürebilir misiniz? Kafanıza silâh dayamış bir yaratığın “Benimle beraber olman demokratlığının gereğidir!” demesi size makul geliyor mu?
Türk bölücülüğünden bahsedenlerin saklamaya çalıştıkları işte bu…
Türk milleti artık terörden ve onun destekçilerinden kurtulmak istiyor.


Terör bir etnik grubun savunma savaşı ve teröristler de o grubun “askeri” iseler eğer, Türk milletinin buna karşı çıkması kendiliğinden bölücülükle bir oluyor. Bu sözde liberallere ve etnik ırkçılara sormak lazım… Memlekette etnik terörle Türk ordusunun aynı anda bulunması mümkün müdür? Etnik terörle işbirliği yapabileceğini söyleyen, her bir ferdinin bu terör örgütünün doğal üyesi olduğunu söyleyen etnik ırkçı siyasetçiler, kendi toplumlarının, toplumun geri kalanından nasıl bir tepki görmesini beklerlerdi acaba?


Türk bölücülüğü, hak kavramının çarpıtılmasına ses çıkarmayan sözde liberallerin ahlâkî yoksunluklarıyla beslenen bir etnik ırkçılık masalından başka bir şey değil…
Türk bölücülüğü masalında ahlâksızca inkâr edilen şey Türk milletinin bu memleketteki sahipliği, egemenliği…

7 Ekim 2009 Çarşamba

Ya Ahlâksızlık Ya da Gaflet…

Hangisi bilemiyorum ama son zamanlarda meselenin demokratik yönüne değinenlerin umursamazlığı ve yabancılığı artık ciddi şekilde mide bulandırmaya başladı.
Sanki memlekette demokrasiyi ve hukuku savunanlar ve bunlara karşı olanlar, “faşistler” varmış gibi bir hava yaratılıyor.


Siyaset toplumsal taleplerin kurumsallaştığı bir alan ise hiç kimsenin muhalefet partilerine” faşist” muamelesi yapmaya hakkı yoktur.

Bu aynı zamanda, iktidar partisi yandaşları dışındakilere “faşist” demektir.

Ama bu tavrın komünist eskisi liberallerden gelmesi şaşırtıcı değil. Onlar sırf Hitler’i yendi diye Stalin’e karşı olan herkesi de faşist diye suçlayabilecek kadar saldırgandı ne de olsa… İşin üzücü yanı içinden çıktıkları toplumu reddeden nevzuhur liberal okumuşlar.
Bunlara göre memlekette bir demokratikleşme çabası var ve muhalefet buna karşı.
Bu basit ve sığ ötekileştirmeyi, bir de ötekileştirmeye karşıymış gibi görünen liberaller yapıyor, işin garibi.

Dağdaki düşmanımıza bile empati beslemeye çalışan bu hümanist grubun içinden çıktıkları topluma karşı en ufak bir empati gayreti yok.
Eğer olsaydı o toplumun kahir ekseriyetinin, içinde “Türk” adı geçen bir ülkede kendi aklı ve vicdanınca yaşama arzusuna “faşizm” demezdi.

Türkiye’de ifade hürriyetinin tanınmasına karşı toplumsal bir tepki var mıdır? Yani bir insanın istediği dilde iletişim kurmasına, veya kendi imkânlarıyla bir okul açmasına karşı çıkan var mıdır? Belki vardır ve demokraside yaşıyorsak olmalıdır da.
Ama görünen o ki Türk toplumunun genel kanaati, her türlü keyfi ifade hürriyeti kısıtlamasının kaldırılmasıdır.

Bir başka konu, toplumun, kendini tanımlama kriterleridir. Türk toplumu, milletleşmesini büyük ölçüde gerçekleştirmiş gerçekten heterojen bir toplumdur ve bundan dolayı Türk adının ifade ettikleri ile büyük ölçüde kan bağına ve yerelliğe dayalı etnik bir kimliğin taşıdığı kimlik unsurlarıyla karşılaştırılamayacak kadar derin ve karmaşıktır.

Peki bu iki farklı kimlik tipinin mukayesesi yapılmadan dürüst bir tartışma yapılabilir mi? Elbette yapılamaz. Zaten bu yüzden Kürt kimliğinin “tanınmasından” bahsederken, insanların kendilerini Kürt kabul etmesinin üzerinde duruluyor ama nedense kendini “Türk” kabul etmenin anlamına değinilmiyor ki bu en hafif tabirle ikiyüzlülük…

Eğer kendini herhangi bir şey kabul edenlerin kendilerini ayırma hakkından bahsedebiliyorsak diğerlerinin(çoğunluğun) bunu reddetme haklarının olup olmadığından nende bahsedilmiyor mesela? Demokrasi bütün taleplerin dile getirilebildiği ama buna karşılık hepsinin hayata geçirilemeyeceği bir sistemdir. Çünkü herkes her şeyi talep edebilir ama bu taleplerin meşruiyet testi ve çoğunluk talebiyle uyuşup uyuşmaması belirleyicidir. Şunu hemen belirtmeliyiz ki temel haklar bu tip bir çoğunluk iradesinden bağımsız şekilde vardır ve bunlara dokunulamaz. Yani bir insanın meselâ Malayca şarkı söyleme hakkı çoğunluğun iradesi ile belirlenemez.

Öyleyse sorun nedir?

Sorun demokrasinin ve hukukun anlamlarının konformistçe çarpıtılmasıdır.

Bir ülkeye adını veren ve o ülkede egemenlik hakkını kullanan bir milletin bu hakkının demokrasinin ve hukukun çarpıtılması yoluyla inkâr edilmesi ve kaldırılmaya çalışılmasıdır.
Herhangi bir etnik unsurun kendini ifade edebilmesi hakkı ile egemenlik alanından ayrılması aynı şey değildir. Bu ülkenin her karış toprağı, üç beş aşiretin kan bağından çok daha karmaşık ve derin ilişkiler barındıran, tarihi kökeni çok derin bir milletin egemenlik alanıdır ve bu topraklarda siyaseti, adına “Türk” denen millet belirler.

Tıpkı ABD’de Amerikalı’ların ( ki bu modern milletleşme tanımı için inkâr edilemez bir örnektir), İngiltere’de İngiliz’lerin (Neden British Museum vardır?), Almanya’da Almanların belirleyici oldukları gibi…

Memleketin önündeki tek engel, etnik ırkçılık ve onun terör örgütüdür.
Görünen odur ki “hak” kavramını vatandaşlığa değil de farklılığa dayandıran bir anlayışın faşistliği ve ırkçılığı nedense Türk düşmanı bir kısım liberal okumuşları hiç rahatsız etmemektedir.

Eğer mesele bir ahlâkî tutarlılık meselesi ise Türk adını inkâr ederek hak aramaktan bahsetmenin ve üstelik bunu yaparken şiddet kullanmanın da eleştirisi yapılmalıydı.
Kendini terör örgütüyle ifade edenleri reddetmeden bir hak mücadelesinin savunuculuğunu yapmak ahlâksızlıktır. Etnik şiddeti peşinen ve kökten reddetmeden ve üstelik onu taraf kabul ederek Türk devletini tadil etmekten bahsetmek çataldilliliktir.




4 Ekim 2009 Pazar

Çatışmasızlık Riyakârlığı


Mesele silâhsızlanmanın veya çatışmasızlığın pratik sonucudur.
Silâh kimin elinde meşrudur, kimin elinde değildir? Silâh meşru bir devletin ordusunun ve polisinin elinde meşru iken devlet dışındaki organize güçlerin elinde gayrimeşrudur.
Ölçü bellidir: Devletin güvenlik sağlayıcı tekelinin zarureti.
Dolayısıyla amaç ne olursa olsun, isteklerini bir topluma veya devlete silâh zoruyla dayatmaya kalkan herkes kendiliğinden gayrimeşrudur.
“Düşman”, bir devletin koruduğu millî egemenlik alanına tecavüz eden, bu alanı tanımayan her bir fert veya topluluktur.

Dolayısıyla etnik terör örgütü bir “düşmandır”.
Bu örgütünü propagandasını yapan her kim ise de düşmanla işbirliği eden bir haindir.
Bunun “haklarla” vs ilgisi olamaz. Düşmanın bizim egemenlik alanımızda herhangi bir hak talebi, olamaz.

Dolayısıyla “çatışmasızlık” nakaratını tekrar edenlerin, taraftarı oldukları örgütün, maaşını aldıkları devletin düşmanı olduğunu bilmeleri gerekir.
Bazıları etnik terör örgütünün üyelerinin silâh bıraktıktan sonra siyaset yapmasının sağlanması halinde barışın geleceğini söylüyorlar.

Canımızın, malımızın ve ırzımızın düşmanlarının herhangi bir aftan sonra silâh bırakacaklarına dair ufukta herhangi bir teminat yoktur.
Mesele de basit bir okul, park, kitap, dergi, televizyon meselesi değildir.
Mesele, “Türk” adının egemenlik hakkının silâhla ortadan kaldırılması teşebbüsünün affedilip affedilmemesidir.

Dolayısıyla Türk’e düşman silâhlı adamların yapacakları siyasetin bütünlükten yana olacağını düşünmek abesle iştigaldir.

Eğer gerçekten vatandaşlık bilincine sahip “insanlar” olsalardı, ellerine silâh alıp çoluk çocuk, asker, sivil katletmez, ifade hürriyetinin, milletin bütünü için ayrımsız tanınması yolunda barışçı bir mücadele verirlerdi.

Oysa bu gün etnik siyasetin bütün yaptığı ikiyüzlü ve utanmaz bir tehdit politikasını bize “siyaset” diye yutturmaktan ibarettir.

Düne kadar ellerinde silâh Mehmetçik avlamaya çıkmış çakalların yarın herhangi bir afla “siyaset” yapmaları onları sulhsever kılmayacağı gibi amaçlarını da değiştirmeyecek üstelik “Türk” adını silerek egemenlik hakkımızı yok etmek amacına “meşruiyet” kılıfı dikmekten başka bir işe de yaramayacaktır.

Egemenliğin temel haklara saygıyla sınırlı olduğunu bir kere daha belirttikten sonra, vatandaşlık hakkının da temel hakların koruyucusu devletin hukuk birliğini korumak maksatlı güç kullanmak tekeline saygı şartına bağlı olduğunu da ısrarla belirtmeliyiz. Bu şartlı tekele saygılı olmak veya olmamak vatandaş olup olmamak sınırını belirler.

Etnik siyasetin tek bir amacı vardır, silâhlı veya silâhsız şekilde Türk adının egemenlik hakkından arındırılmış, “kurtarılmış”, özerk bir bölge oluşturabilmek ve bundan sonra “ayrılmak” inisiyatifini, Türk’e danışmadan kullanabilmek erkini kazanmak…

Bu amaç millî egemenliğimizle bağdaşabilir mi? Elbette bağdaşamaz. O halde bu amaca ulaşmak için hangi aracın kullanıldığının da bir farkı yoktur. Dolayısıyla düne karda ellerine tutuşturulan silâhlarla Mehmetçik’e kafa tutabileceğini sanan kuklaların ellerinde silâh olmaksızın yapacakları şeyden de bir hayır sadır olmayacağı ayan beyan ortadadır.

Yapılması gereken, Türk devletine düşmanlık edenlerin kayıtsız şartsız teslim olmaları halinde suçlarının niteliğine göre adil şekilde yargılanmaları ( ki Türk milletinin mahkemelerini tanımamalarına rağmen), teslim olmayanların da fiillerinin doğal sonucu olarak yok edilmesidir. Çünkü “düşmanla” pazarlık edilmez. Çatışmasızlıkta Türk milleti için bunlardan başka “meşru” bir yol olamaz.