Modern devletlerin büyük ölçüde kurucu millî çoğunluklara dayandıkları bir gerçektir.
Peki bu neyi gösterir? Modern devletin “milleti” icat ettiğini mi? Yoksa imparatorluk tecrübesine sahip milletlerin, kurucu çekirdeklerinin, imparatorlukların dağılmasından sonra, nüfus yoğunluklarına göre diğer unsurlardan ayrılarak resmî sınırlarını çizdiklerini mi?
Sanırım bu izahlardan ikincisi akla daha yakındır, çünkü millî adların ve kimliklerin Fransız İhtilali’nden çok daha önce bilindiği inkâr edilemez bir hakikattir.
İkinci izahın aklîliğine kuvvetli bir delil de etnik kimliklerin varlığıdır.
“Etnik” genelde yerleşik Avrupa “medeniyet” anlayışının dışında kalan, yani “evrensel” diye kabul edilen “medeniyet”ten ayrı kalmış, bir nevi “ikinci sınıf” kültürel yapıyı anlatmak için kullanılan bir terim. Bunun yanı sıra sık sık büyük kültür demografisinden “ırkî” farkla ayrılmayı da ifade etmek üzere kullanılıyor.
Sıkıntı da zaten “etnik” kelimesinin iki dilli kullanımından kaynaklanmakta…
Meselâ Türk kültürü, yerleşik Avrupa kültürel kodlarından belirgin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu durumda ona “etnik” demek sosyolojik açıdan anlamlımıdır? Avrupa merkezli bir bakışla buna cevap vermek kolaydır. Oysa tarihi kökleri çok derinler giden ve büyük bir çeşitlilik barındıran Türk, Çin,Hint kültürleri Avrupa merkezî kültürel kodlarıyla ontolojik açıdan son derece farklı ve bu yüzden onunla mukayesesi imkânsız kültürlerdir.
Bu durumda “etnik” kelimesinin geriye kalan anlamı “ırkî” farklılıktır. Bu kullanım, bir farklılığı ispatlamakta en kolay delil olarak genetiği benimsemek tavrının ifadesidir ki bilim felsefesindeki “mekanistik materyalizm” aşamasına tekabül eder.
Bilimsel metodoloji açısından bakıldığında, katı coğrafî sınırlarla kısıtlanmamış toplumlar dışında, sosyolojik kimliklerin genetiğe nasıl dayandırılabileceği çok ciddi bir problemdir. Zira bu gün çok az örnek dışında hiçbir insan topluluğu için “ad verici” bir genetik standarttan bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki sosyolojiye genetiği bu şekilde karıştırmak, 20.yyın en kanlı ideolojilerinin giriştiği toplum mühendisliği projelerinin yenilenmiş bir ırkçı uyarlamasıdır.
Bu açıdan “etnik” kelimesinin ırka atfen kullanılması hem metodolojik olarak hem de etik açıdan yanlıştır.
Yazımızın başında millî devletlerin ortaya çıkışında etnik kimlikleri delil olarak göstermemizin sebebi burada karşımıza çıkmaktadır.
Bu noktada sosyoloji mantığına ve toplumsal gerçeklere daha uygun, açıklama gücü daha yüksek bir “etnisite” tanımı ihtiyacı hâsıl olmaktadır.
Çünkü etnisiteyi Avrupa merkezli, tanımlamaya kalkmak bizi Avrupa dışı bütün kültürleri ikinci kalite gibi görmek kibrine götürdüğü gibi onu doğrudan “ırkla” (genetikle) ilişkilendirmek de savunduğumuz hümanist değerlerin ırkçılıkla lekelenmesine sebep olacaktır.
O halde ne yapmalıyız?
Modern devletlerin, kurucu millî çekirdekler çevresinde oluşmasıyla beraber her bir millî devletin içinde bu kurucu çoğunluktan bir şekilde veya derecede farklılaşan daha küçük demografik unsurlar kendilerini belli etmeye başlamışlardır.
Bu unsurlar, tarihte çeşitli millî egemenlikler altında, sınır belirsizliklerinden dolayı nispeten daha seyyar yaşayabilmiş unsurlardır.
Sınırların büyük kültürlerin yoğunluk derecelerine göre belirlenmesiyle bu unsurların hareketliliği ortadan kalkmış ve büyük kültürle daha hareketsiz daha katı şartlar altında muhatap olmak durumunda kalmışlardır.
Öyleyse bu durum bize neyi göstermektedir? Bu durum bize “etnisiteden” bahsedebilmemiz için bir devlet içinde bariz bir kurucu çoğunluğun ve ondan derece farkıyla ayrılabilen daha küçük demografik yapıların var olması gerektiğini göstermektedir.
Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz. Bir devlet içinde nüfusları birbirine yakın, kültürel belirleyicilik gücü açısından hemen hemen aynı toplumsal yapıların bulunması halinde o devlet içinde “etnik unsurlardan” bahsedilemez.
Bu bize modern devletin neden “millî devlet şeklinde” ortaya çıktığı konusunda da bir ipucu vermektedir. Zira devletin emniyet ve adalet sağlayıcı rolünün en düşük maliyetle karşılanabilmesinin yolu işlemlerin standardizasyonunu sağlayacak bir teklik meydana getirebilmektir. Bunun, bir hukuk devletinde temel hakların kısıtlanması için bir bahane olamayacağını sadece çoğunluğun meşru egemenlik göstergesi ve bir toplumsal katalizör olamsı açısından kabul ettiğimizi hemen belirtmeliyiz. Bunun sağlanabilmesinin en kısa yolu da büyük kültüre sahip ve diğer büyük kültürlerden ve millî unsurlardan rahatlıkla ayırt edilebilen toplumsal oluşumların kendi sınırları içinde kendi iletişim ve egemenlik vasıtalarını oluşturmaları…
Etniklik sorunu yaşamayan hemen hemen eş nüfuslu devletlerde zaman içinde iki tercih kendini belli emiştir. Ya İsviçre gibi çok dilli federatif oluşumlar veya Balkan ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri gibi her nüfus grubunun bağımsızlığını ilan etmesi söz konusu olmuştur.
Bu durumda “etnik problemden” bahsedebilmemiz için ortada iddi bir demografik eşitsizliğin ve kültürel çekim etkisi farkının olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peki etnik kimlik neden “küçük” sayılmalıdır, bu onu aşağılamak mıdır? Elbette hayır.
Buradaki “büyüklük” kendine benzetme yönünde kültürün cevaplayabilme gücünün bir ölçüsüdür. Bir kültür , ne kadar çeşitlilik taşıyorsa hayatın sorunlarına karşı cevap verebilmek gücü o kadar artar. Bu, herhangi bir tamir için elinizde kaç çeşit aletiniz olduğuna benzer.
Etnik topluluklar, kurucu millî unsurlara göre nispeten çok daha kapalı, az nüfuslu, tarihte fazla hareketlilik göstermek imkânı bulamamış ve bu yüzden de gerek ırken gerekse kültürel açıdan çok daha homojen topluluklardır.
Etnik topluluğun küçük kültüründen bahsetmemizin bir diğer sebebi, tarihsel açıdan daha kapalı bir yapı sergilemelerinden dolayı, davranış kodlarının daha somut şekillenmesi, beraberliğin, soyut ilkelerden ziyade bu somut kurallara dayanmasındandır. Bu noktaya özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir çünkü kapalı toplumsal yapılarının somut ve genellikle çok az değişen kurallarına mukabil, büyük kültürün çeşitliliğinden doğan sorunlara yönelik kodlanan soyut ve tadil edilebilir kuralların varlığı etnik grupların en başta gelen uyum sorunudur.
Etnik gruplar varlıklarını, çoğunluğun, kendilerine göre “ifsat edici” soyut kurallarından ziyade, geleneklerinin kemikleşmiş emirlerine bağlamayı daha emniyetli bulurlar. Nitekim medeni hukukun neredeyse yüz yıldır uygulandığı memleketimizde hâlâ etnik unsurların “aile meclisi kararı” ile idam hükmü verebilmeleri bunun bir delilidir.
İşte bu noktada mevcut etnik siyasetin bir toplam röntgenini karşımızda buluyoruz.
Nitekim mevcut etnik siyaset, etnikliği ırka ve dile dayandıran, etnik grupların “kural tutuculuğundan” beslenen ve bunu sürdürmeyi hedef kitlesi için daha iyi bulan, etnisiteyi toplum içinde temsil etmekten ziyade onu toplumdan ayırarak korumayı amaçlayan, toplumun geneline değil, kendi kapalı toplumsal yapısına dönük çalışan bir görünüm arz etmektedir.
Bu yanlış mıdır? Şüphesiz değildir. Elbette bir etnik grubun temsilcisi olarak ortaya çıkan parti seçmenlerine, temel haklara kesin bir saygıyı göstermek kaydıyla istediği gibi hitap edebilir.
Etnik siyasetin temel çelişkisi, içinde yeşerdiği ve temsil imkânı bulduğu heterojen toplumsal yapıyı aynı zamanda varlığına karşı rakip görmesidir. Bu çelişkisini bir de “şiddet” ile ifade etmeye kalktığında ise sadece kendi meşruiyetini tartışmaya açmaz, temsil iddiasından dolayı müşterilerinin arz ve talep endekslerini de çarpıtır.
İşte bu noktada liberal okul bir kere daha temel haklar kuramı/ tespiti ve hukuk devleti ideali ile etnik siyasetçilere ışık tutabilecek durumda görünmektedir.
Nasıl böyle bir ihtiyaçtan bahsedebiliriz? Liberal olmayan bir etnik siyaset yürütülemez mi?
Elbette yürütülebilir ama böyle bir siyasetin yaratacağı sonuçların hukuk, ahlak ve fayda açısından arzu edilir olup olmayacağı ciddi şekilde düşünülmeli.
Kabaca bir akıl yürütmeyle liberal bir etnik siyasetin nasıl olabileceği üzerinde kafa yorarsak karşımıza şunlar çıkar.
Liberal bir etnik siyaset “şiddet” tercihini kesin şekilde reddeden ve tadil edilebilme kapasitesini barındıran hiçbir devlete karşı şiddeti benimsemeyen bir hareket olmalıdır.
Liberal haklar düşüncesi herkesin bir diğerinin temel hakları asgari müşterekinde “eşit” sayılması dışında bir hak kategorisi ihdas etmez. Dolayısıyla liberal ilkelerden yararlanabilecek bir etnik siyaset için “haklar” “imtiyazlar” anlamına gelmez. Liberal değerlerle biçimlenmiş bir etnik siyaset, ülkenin geri kalanını yok sayarak kendi seçmenine bu anlamda “imtiyaz” kazandırma aracı olamaz. O sadece kendi seçmeninin temel haklarının, çoğunluk iradesinin keyfiliğinden sürekli korunmasını sağlamaya çalışır.
Zira temsil çok ciddi bir sorumluluktur ve temsilcilerin hele ciddi meşruiyet iddiaları var ise siyaset usulü konusundaki tercihleri doğrudan doğruya seçmenlerini bağlar. Bu açıdan sözlerinin haklılığını savunmak için sürekli silahlı tehditten yararlanan bir siyaset arzcısı, bunun bir talebin seslendirilmesi olduğunu söylüyor ise müşterilerinin bu tercihten sorumsuz olmamaları söz konusu olamaz.
İşte bu temsil iddiası özellikle etnik siyasetin, toplumsal barışa hizmet etmekte liberal okuldan yararlanması ihtiyacının sebebidir de.
Ülkemizin ifade hürriyeti sicilinin parlak olmadığı hepimizin malûmudur.
O halde aklımıza şöyle bir soru gelebilir, gelmelidir:
Bir memlekette ifade hürriyeti sorunun halli için en iyi yol, her grubun kendi otarşisini meydana getirmesi midir yoksa bu hürriyetin ayrımsız tanınması için devletin tadil edilmesi midir?
Etnik siyasetin içinin nasıl doldurulduğuna göre bu soruya verilecek cevaplar değişecektir.
Etnik bir siyasetin mutlak şekilde farklılaştırıcı ve izole edici olması gerektiğini düşünen herhangi bir siyasetçi ancak bunun ahlaki olduğuna dayalı geleneksel kabul büyük ihtimalle otarşiyi savunacak ama bunun topluma maliyetinin ne olacağı, buna karar vermek yetkisinin kimde olduğu, şiddet kullanımının “vatandaşlığın” sorumluğunda yerinin olup olmadığı konularını ise görmezden gelecektir.
Bu anlayış aynı zamanda herhangi bir meşruiyet testine gerek duymaksızın şiddet yoluyla hak talep edebilmek tavrını “siyaset” diye sunabilecektir. Siyaset alanını şiddete açmanın, toplumsal cevabı konusunda kafa yormaya gerek duymayacak, kendi şiddet ve tehdit söyleminin seçmenlerinin durumunu nasıl etkilediğini asla düşünmeyecektir.
Oysa liberal bir etnik siyasette hakların farklılıktan değil, bizatihi insan olmaktan kaynaklandığı ve hakkın imtiyaz demek olmadığı bilinecektir.
Liberal değerlerle donatılmış bir etnik siyaset, kendi müşterisini izole ederek ona emniyet illüzyonu sağlamak yerine, ifade hürriyetinin sürekli gözetilmesinde duyarlılık göstererek, kapalı toplumun kültürel hareketliliğini arttıracak, onun daha soyut ilkelerle belirlenen kurallarla yaşamasını sağlayacaktır. Liberal bir etnik siyaset için devlet farklılıklardan dolayı yıkılması gereken bir yapı olmayıp haklar temelinde sürekli tadil edilmesi gereken bir asgari müşterek olacaktır.
Liberal bir etnik siyasetin liberalizmden alacağı şiddetsizlik kabulü ve temel haklar duyarlılığı onu yalnızca seçmeninin kabile gerilimlerinin basit bir koruyucusu, taşıyıcı olmaktan öteye götürecek aynı zamanda ona toplumun geri kalanında da ideolojik bir saygınlık kazandıracaktır. Umalım ki şimdiye kadar etnik siyasete yön veren kolektivist şiddet söylemi yerini liberal değerlerle sağlanan temastan sonra hukuka dayalı ve barışçı bir söyleme terk etsin. Aksi takdirde. Çoğunluğa terör şantajıyla boyun eğdirmek söyleminde ısrarla yürüttüğü “haklar” istismarı ile sözüm ona savunduğu ifade hürriyetine kalıcı zararlar verecektir.
Modern devletlerin büyük ölçüde kurucu millî çoğunluklara dayandıkları bir gerçektir.
Peki bu neyi gösterir? Modern devletin “milleti” icat ettiğini mi? Yoksa imparatorluk tecrübesine sahip milletlerin, kurucu çekirdeklerinin, imparatorlukların dağılmasından sonra, nüfus yoğunluklarına göre diğer unsurlardan ayrılarak resmî sınırlarını çizdiklerini mi?
Sanırım bu izahlardan ikincisi akla daha yakındır, çünkü millî adların ve kimliklerin Fransız İhtilali’nden çok daha önce bilindiği inkâr edilemez bir hakikattir.
İkinci izahın aklîliğine kuvvetli bir delil de etnik kimliklerin varlığıdır.
“Etnik” genelde yerleşik Avrupa “medeniyet” anlayışının dışında kalan, yani “evrensel” diye kabul edilen “medeniyet”ten ayrı kalmış, bir nevi “ikinci sınıf” kültürel yapıyı anlatmak için kullanılan bir terim. Bunun yanı sıra sık sık büyük kültür demografisinden “ırkî” farkla ayrılmayı da ifade etmek üzere kullanılıyor.
Sıkıntı da zaten “etnik” kelimesinin iki dilli kullanımından kaynaklanmakta…
Meselâ Türk kültürü, yerleşik Avrupa kültürel kodlarından belirgin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu durumda ona “etnik” demek sosyolojik açıdan anlamlımıdır? Avrupa merkezli bir bakışla buna cevap vermek kolaydır. Oysa tarihi kökleri çok derinler giden ve büyük bir çeşitlilik barındıran Türk, Çin,Hint kültürleri Avrupa merkezî kültürel kodlarıyla ontolojik açıdan son derece farklı ve bu yüzden onunla mukayesesi imkânsız kültürlerdir.
Bu durumda “etnik” kelimesinin geriye kalan anlamı “ırkî” farklılıktır. Bu kullanım, bir farklılığı ispatlamakta en kolay delil olarak genetiği benimsemek tavrının ifadesidir ki bilim felsefesindeki “mekanistik materyalizm” aşamasına tekabül eder.
Bilimsel metodoloji açısından bakıldığında, katı coğrafî sınırlarla kısıtlanmamış toplumlar dışında, sosyolojik kimliklerin genetiğe nasıl dayandırılabileceği çok ciddi bir problemdir. Zira bu gün çok az örnek dışında hiçbir insan topluluğu için “ad verici” bir genetik standarttan bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki sosyolojiye genetiği bu şekilde karıştırmak, 20.yyın en kanlı ideolojilerinin giriştiği toplum mühendisliği projelerinin yenilenmiş bir ırkçı uyarlamasıdır.
Bu açıdan “etnik” kelimesinin ırka atfen kullanılması hem metodolojik olarak hem de etik açıdan yanlıştır.
Yazımızın başında millî devletlerin ortaya çıkışında etnik kimlikleri delil olarak göstermemizin sebebi burada karşımıza çıkmaktadır.
Bu noktada sosyoloji mantığına ve toplumsal gerçeklere daha uygun, açıklama gücü daha yüksek bir “etnisite” tanımı ihtiyacı hâsıl olmaktadır.
Çünkü etnisiteyi Avrupa merkezli, tanımlamaya kalkmak bizi Avrupa dışı bütün kültürleri ikinci kalite gibi görmek kibrine götürdüğü gibi onu doğrudan “ırkla” (genetikle) ilişkilendirmek de savunduğumuz hümanist değerlerin ırkçılıkla lekelenmesine sebep olacaktır.
O halde ne yapmalıyız?
Modern devletlerin, kurucu millî çekirdekler çevresinde oluşmasıyla beraber her bir millî devletin içinde bu kurucu çoğunluktan bir şekilde veya derecede farklılaşan daha küçük demografik unsurlar kendilerini belli etmeye başlamışlardır.
Bu unsurlar, tarihte çeşitli millî egemenlikler altında, sınır belirsizliklerinden dolayı nispeten daha seyyar yaşayabilmiş unsurlardır.
Sınırların büyük kültürlerin yoğunluk derecelerine göre belirlenmesiyle bu unsurların hareketliliği ortadan kalkmış ve büyük kültürle daha hareketsiz daha katı şartlar altında muhatap olmak durumunda kalmışlardır.
Öyleyse bu durum bize neyi göstermektedir? Bu durum bize “etnisiteden” bahsedebilmemiz için bir devlet içinde bariz bir kurucu çoğunluğun ve ondan derece farkıyla ayrılabilen daha küçük demografik yapıların var olması gerektiğini göstermektedir.
Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz. Bir devlet içinde nüfusları birbirine yakın, kültürel belirleyicilik gücü açısından hemen hemen aynı toplumsal yapıların bulunması halinde o devlet içinde “etnik unsurlardan” bahsedilemez.
Bu bize modern devletin neden “millî devlet şeklinde” ortaya çıktığı konusunda da bir ipucu vermektedir. Zira devletin emniyet ve adalet sağlayıcı rolünün en düşük maliyetle karşılanabilmesinin yolu işlemlerin standardizasyonunu sağlayacak bir teklik meydana getirebilmektir. Bunun, bir hukuk devletinde temel hakların kısıtlanması için bir bahane olamayacağını sadece çoğunluğun meşru egemenlik göstergesi ve bir toplumsal katalizör olamsı açısından kabul ettiğimizi hemen belirtmeliyiz. Bunun sağlanabilmesinin en kısa yolu da büyük kültüre sahip ve diğer büyük kültürlerden ve millî unsurlardan rahatlıkla ayırt edilebilen toplumsal oluşumların kendi sınırları içinde kendi iletişim ve egemenlik vasıtalarını oluşturmaları…
Etniklik sorunu yaşamayan hemen hemen eş nüfuslu devletlerde zaman içinde iki tercih kendini belli emiştir. Ya İsviçre gibi çok dilli federatif oluşumlar veya Balkan ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri gibi her nüfus grubunun bağımsızlığını ilan etmesi söz konusu olmuştur.
Bu durumda “etnik problemden” bahsedebilmemiz için ortada iddi bir demografik eşitsizliğin ve kültürel çekim etkisi farkının olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peki etnik kimlik neden “küçük” sayılmalıdır, bu onu aşağılamak mıdır? Elbette hayır.
Buradaki “büyüklük” kendine benzetme yönünde kültürün cevaplayabilme gücünün bir ölçüsüdür. Bir kültür , ne kadar çeşitlilik taşıyorsa hayatın sorunlarına karşı cevap verebilmek gücü o kadar artar. Bu, herhangi bir tamir için elinizde kaç çeşit aletiniz olduğuna benzer.
Etnik topluluklar, kurucu millî unsurlara göre nispeten çok daha kapalı, az nüfuslu, tarihte fazla hareketlilik göstermek imkânı bulamamış ve bu yüzden de gerek ırken gerekse kültürel açıdan çok daha homojen topluluklardır.
Etnik topluluğun küçük kültüründen bahsetmemizin bir diğer sebebi, tarihsel açıdan daha kapalı bir yapı sergilemelerinden dolayı, davranış kodlarının daha somut şekillenmesi, beraberliğin, soyut ilkelerden ziyade bu somut kurallara dayanmasındandır. Bu noktaya özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir çünkü kapalı toplumsal yapılarının somut ve genellikle çok az değişen kurallarına mukabil, büyük kültürün çeşitliliğinden doğan sorunlara yönelik kodlanan soyut ve tadil edilebilir kuralların varlığı etnik grupların en başta gelen uyum sorunudur.
Etnik gruplar varlıklarını, çoğunluğun, kendilerine göre “ifsat edici” soyut kurallarından ziyade, geleneklerinin kemikleşmiş emirlerine bağlamayı daha emniyetli bulurlar. Nitekim medeni hukukun neredeyse yüz yıldır uygulandığı memleketimizde hâlâ etnik unsurların “aile meclisi kararı” ile idam hükmü verebilmeleri bunun bir delilidir.
İşte bu noktada mevcut etnik siyasetin bir toplam röntgenini karşımızda buluyoruz.
Nitekim mevcut etnik siyaset, etnikliği ırka ve dile dayandıran, etnik grupların “kural tutuculuğundan” beslenen ve bunu sürdürmeyi hedef kitlesi için daha iyi bulan, etnisiteyi toplum içinde temsil etmekten ziyade onu toplumdan ayırarak korumayı amaçlayan, toplumun geneline değil, kendi kapalı toplumsal yapısına dönük çalışan bir görünüm arz etmektedir.
Bu yanlış mıdır? Şüphesiz değildir. Elbette bir etnik grubun temsilcisi olarak ortaya çıkan parti seçmenlerine, temel haklara kesin bir saygıyı göstermek kaydıyla istediği gibi hitap edebilir.
Etnik siyasetin temel çelişkisi, içinde yeşerdiği ve temsil imkânı bulduğu heterojen toplumsal yapıyı aynı zamanda varlığına karşı rakip görmesidir. Bu çelişkisini bir de “şiddet” ile ifade etmeye kalktığında ise sadece kendi meşruiyetini tartışmaya açmaz, temsil iddiasından dolayı müşterilerinin arz ve talep endekslerini de çarpıtır.
İşte bu noktada liberal okul bir kere daha temel haklar kuramı/ tespiti ve hukuk devleti ideali ile etnik siyasetçilere ışık tutabilecek durumda görünmektedir.
Nasıl böyle bir ihtiyaçtan bahsedebiliriz? Liberal olmayan bir etnik siyaset yürütülemez mi? Elbette yürütülebilir ama böyle bir siyasetin yaratacağı sonuçların hukuk, ahlak ve fayda açısından arzu edilir olup olmayacağı ciddi şekilde düşünülmeli.
Kabaca bir akıl yürütmeyle liberal bir etnik siyasetin nasıl olabileceği üzerinde kafa yorarsak karşımıza şunlar çıkar.
Liberal bir etnik siyaset “şiddet” tercihini kesin şekilde reddeden ve tadil edilebilme kapasitesini barındıran hiçbir devlete karşı şiddeti benimsemeyen bir hareket olmalıdır.
Liberal haklar düşüncesi herkesin bir diğerinin temel hakları asgari müşterekinde “eşit” sayılması dışında bir hak kategorisi ihdas etmez. Dolayısıyla liberal ilkelerden yararlanabilecek bir etnik siyaset için “haklar” “imtiyazlar” anlamına gelmez. Liberal değerlerle biçimlenmiş bir etnik siyaset, ülkenin geri kalanını yok sayarak kendi seçmenine bu anlamda “imtiyaz” kazandırma aracı olamaz. O sadece kendi seçmeninin temel haklarının, çoğunluk iradesinin keyfiliğinden sürekli korunmasını sağlamaya çalışır.
Zira temsil çok ciddi bir sorumluluktur ve temsilcilerin hele ciddi meşruiyet iddiaları var ise siyaset usulü konusundaki tercihleri doğrudan doğruya seçmenlerini bağlar. Bu açıdan sözlerinin haklılığını savunmak için sürekli silahlı tehditten yararlanan bir siyaset arzcısı, bunun bir talebin seslendirilmesi olduğunu söylüyor ise müşterilerinin bu tercihten sorumsuz olmamaları söz konusu olamaz.
İşte bu temsil iddiası özellikle etnik siyasetin, toplumsal barışa hizmet etmekte liberal okuldan yararlanması ihtiyacının sebebidir de.
Ülkemizin ifade hürriyeti sicilinin parlak olmadığı hepimizin malûmudur.
O halde aklımıza şöyle bir soru gelebilir, gelmelidir:
Bir memlekette ifade hürriyeti sorunun halli için en iyi yol, her grubun kendi otarşisini meydana getirmesi midir yoksa bu hürriyetin ayrımsız tanınması için devletin tadil edilmesi midir?
Etnik siyasetin içinin nasıl doldurulduğuna göre bu soruya verilecek cevaplar değişecektir.
Etnik bir siyasetin mutlak şekilde farklılaştırıcı ve izole edici olması gerektiğini düşünen herhangi bir siyasetçi ancak bunun ahlaki olduğuna dayalı geleneksel kabul büyük ihtimalle otarşiyi savunacak ama bunun topluma maliyetinin ne olacağı, buna karar vermek yetkisinin kimde olduğu, şiddet kullanımının “vatandaşlığın” sorumluğunda yerinin olup olmadığı konularını ise görmezden gelecektir. Bu anlayış aynı zamanda herhangi bir meşruiyet testine gerek duymaksızın şiddet yoluyla hak talep edebilmek tavrını “siyaset” diye sunabilecektir. Siyaset alanını şiddete açmanın, toplumsal cevabı konusunda kafa yormaya gerek duymayacak, kendi şiddet ve tehdit söyleminin seçmenlerinin durumunu nasıl etkilediğini asla düşünmeyecektir.
Oysa liberal bir etnik siyasette hakların farklılıktan değil, bizatihi insan olmaktan kaynaklandığı ve hakkın imtiyaz demek olmadığı bilinecektir.
Liberal değerlerle donatılmış bir etnik siyaset, kendi müşterisini izole ederek ona emniyet illüzyonu sağlamak yerine, ifade hürriyetinin sürekli gözetilmesinde duyarlılık göstererek, kapalı toplumun kültürel hareketliliğini arttıracak, onun daha soyut ilkelerle belirlenen kurallarla yaşamasını sağlayacaktır. Liberal bir etnik siyaset için devlet farklılıklardan dolayı yıkılması gereken bir yapı olmayıp haklar temelinde sürekli tadil edilmesi gereken bir asgari müşterek olacaktır.
Liberal bir etnik siyasetin liberalizmden alacağı şiddetsizlik kabulü ve temel haklar duyarlılığı onu yalnızca seçmeninin kabile gerilimlerinin basit bir koruyucusu, taşıyıcı olmaktan öteye götürecek aynı zamanda ona toplumun geri kalanında da ideolojik bir saygınlık kazandıracaktır. Umalım ki şimdiye kadar etnik siyasete yön veren kolektivist şiddet söylemi yerini liberal değerlerle sağlanan temastan sonra hukuka dayalı ve barışçı bir söyleme terk etsin. Aksi takdirde. Çoğunluğa terör şantajıyla boyun eğdirmek söyleminde ısrarla yürüttüğü “haklar” istismarı ile sözüm ona savunduğu ifade hürriyetine kalıcı zararlar verecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder