Etnikçi Siyasetin Liberal Bir Eleştirisi
Bir memleketin ahalisine karşı devletin adaletsiz davranması şüphesiz memleketteki huzuru bozan ve devlete güveni zayıflatan bir olaydır.
Bu adaletsizliğin derecesine göre vatandaşlar farklı tepkiler verir. En nihayetinde, vatandaşların hayat haklarına tecavüze yeltenen bir devlet, “devlet” olmak vasfını kaybetmiş, bir zorbalar güruhu haline gelmiş demektir.
Burada önemli olan “hak ihlalinin “ derecesidir. İnsanın canını korumak için, saldırganı öldürmesi meşru kabul edildiği halde, nefis müdafaanın sınırlarını aşan güç kullanımında cezadan bahsetmek mümkündür.
Bir memleketin problemleri “tartışılırken” iki noktaya mutlaka riayet etmek gerekir.
Bunlardan birincisi “tartışmanın” zor kullanımı tehdidi altında yapılmaması.
İkincisi tartışmanın felsefi zemininin sağlanması.
Ülkemizde maalesef devletimizin “fert” algısı, “tehdit”, “başı bozukluk”, “karmaşa” gibi kavramların çağrışımlarıyla yüklüdür… Geleneğimiz “vasi” devleti kutsayan ve kullanan bir sosyal yapıdan neşet ettiği için ki aslında bu, karşılıklı bir etkileşimdir, “kendini ifade eden fert” bizim için yabancıdır ve yabancı olduğu için de tehlikelidir.
Bu yüzden son on beş yıldır, batı literatürünün temelini oluşturan “sivillik” muhafazakârımızdan sosyalistimize kadar hemen hepimize “bölünmeyi”, “çatışmayı” çağrıştırmaktadır.
Bütün bu menfi duruma rağmen ülkemiz, sokaklarında maaşlı yarı gönüllü milislerin gezip rejim bekçiliği yaptığı otoriter ülkelere kesinlikle benzemiyor.
Bizim göçebe ve “faydacı” kültürel kodlarımızla, ferdi mümkün mertebe yok saymaya eğilimli devletin tutumunun üstünden atlamayı becerebiliyoruz.
Ama bu esneklik veya “faydacılık” kolaycılığı aynı zamanda tartışmalarımızın felsefî bir zemine oturmasını engelliyor. Oysa kullandığımız devlet mekanizması modernizm döneminin bir ürünü, yani bakımının, onarımının , tadilatının kendi parçalarına ve mekanizmasına göre yapılması gerekiyor. Bu benzetme, çoğu okura fazlaca fizyokrat gelecektir şüphesiz fakat, “sebep- sonuç” kanunu, bizi tercihlerimizle bağlı kılmaktadır. Tetiği çekmeyi tercih ettiğinizde merminin bir yere zarar vermesinden sorumlu olacaksınızdır.
Ülkemizde etnik ırkçı “siyasetin” çıkmazı işte bu felsefi kaçınılmazlıktır.
Etnik ırkçı siyaset ( ki siyasetlerini temelindeki “farklı ırka mensup olmak” kendilerinin sürekli tekrarladığı bir ifadedir…) felsefi bir belirsizlikten yararlanabileceği kanaatiyle hareket etmektedir.
İşin kötüsü bu felsefi belirsizliği liberallerimiz dahi görmezden gelmektedir.
Felsefi bir belirlilik niçin gereklidir?
Çünkü meselâ “haktan” bahsettiğiniz anda “hak” kavramının anlamını ve çağrışımlarını da yanınıza çağırmışsınız demektir.
Dolayısıyla eğer kelimelerin anlamlarının bağlayıcılığı gibi bir şeye inanıyor isek, lisanî bir sorumluluk almışız demektir. Bu sorumluluk aynı zamanda söze dökmek fiilinin sonuçlarından kaynaklanan bir sorumluluktur. Bu yüzden kullandığımız kelimelere çok dikkat etmeliyiz. Aksi takdirde, şiddeti öven ve davet eden ifadelerden dolayı hiçi kimsenin ceza almaması gerekirdi. Oysa bu gün bırakalım şiddeti, bir topluluğa yönelik açık nefret ifade eden cümlelerin, kelimelerin dahi sorumluluğu ile karşı karşıyayız.
İşte bu noktada etnik ırkçı siyasetin söylemlerinin hangi felsefî tercihe dayandığının, bu tercihin, toplumu barış içinde ayakta tutacak, şimdiye kadar keşfedebildiğimiz en iyi yöntem olan liberal demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığını gözden geçirmeli ve onu muhakeme etmeliyiz.
Etnik ırkçı siyaset, sürekli “Kürt halkının demokratik haklarından” bahsetmektedir.
Bu kısacık ifadenin açılımı, açılımın niteliği konusunda bize şaşırtıcı bilgiler verecektir.
En başından başlarsak ifadedeki “Kürt halkı” kavramının anlamı veya dayanağını gözden geçirmeliyiz. Bu kavram veya olgunun dayanağı nedir? Bu dayanak, bit kolektif kabul müdür, bir ırkî farklılık mıdır, yoksa her ikisi birden midir?
Elbette kendine bir ad verilmiş, belli bir tarihsel serüven yaşamış bir bir insan topluluğu olarak herkes Kürt toplumunu bilmektedir.
“Kürt” adındaki bağlamsal değişikliğe kimse dikkat etmediği gibi toplumsal geçişliliği engellemek için bu değişiklik sürekli göz ardı edilerek toplumun ayrışması hedeflenmektedir.
Elbette bütün “sermayesi” farklılık asabiyeti olan bir siyaset pazarlamacısı için “değişim” korkulu bir şeydir. Çünkü onun sermayesi, “farklılığın” değişmeden kalmasıdır.
Temeli diyalektik materyalist Marksizm olan etnik ırkçı hareket için “ezilmişlik”, “sömürülmüş” kalıplarına artık sığmayan bir toplum gerçeği, kendisine yöneltilmiş herhangi bir muhalefetten çok daha tehlikelidir.
Liberal demokrasinin, ferdin toplumdaki çeşitli gruplar arasındaki ( sınıf kavramı artık açıkça anlamsızdır. Ancak ve yalnız, kanunlarla kendilerini toplumdan ayırmış ve bu yüzden belli bir bilinç ve menfaat birliği oluşturmuş kısıtlı bürokrasi için kullanılabilir...) serbest geçişliliğine imkân sağlayan yapısı ile etnik siyasetin “Kürt” tanımı felsefi açıdan uzlaşmazdır. Çünkü liberal bir demokraside bir insanın “farklılığının” onun “menfaat artışında” herhangi bir önemi ve yeri yoktur.
Çünkü etnik ırkçı siyaset pazarlamacısına göre toplumun geri kalanından “gözle görülür” şekilde ayırt edilemeyen bir topluluğun siyasetinden “kâr etmek” mümkün değildir. Burada etnik siyaset pazarlamacısının tek dayanağı somut akrabalık/kan ilişkisidir. İşe alınırken veya herhangi bir iş bağlantısında veya otobüse binerken ırkımızın farklığından bahsetmek, sadece çağdaş liberal demokrasi açısından tutarsızlık değil, insani ilişkiler açısından bile büyük bir ayıptır.
Buna ilaveten etnik ırkçı siyaset, kendi pazarlama hareketine “soyut” bir yön katarak meşruiyet kazanmaya çalışmakta ve ortaya “dili” getirmektedir. Buna göre farklı bir dili konuşan bir toplumun “ayrılığının” mütalâa edilmesi kaçınılmazdır.
Sorun şu ki farklılık “ayrılmayı “gerektirmemektedir. Herhangi bir farklılığın kendini diğerlerinden izole etmek hakkından bahsetmek, “toplum “denen heterojen yapının zaten varoluş sebebini kabul etmemektir.
Toplum, soyut kurallar etrafında bütünleşmiş, bu kurallara mutabakat dışında aynîlik taşımayabilecek fertlerden oluşur. Oysa etnik ırkçı siyaset kendini kaçınılmaz şekilde “farklılık kollektivitesi” ile tanımlamaktadır. “ Farklılığın “kurallardan bağışık olmayı gerektirdiğini söylemeye çalışmaktadır. Bunu da “kuralların” içinden çıktığı toplumu reddederek yapmaktadır. Bu sadece o toplumu yok saymak değildir, o toplumun “belirleyiciliğini reddetmek”tir.
Oysa bu belirleyicilik sosyolojinin tabiatındandır. Her kültür kendine göre bir çekim merkezidir. Bazı kültürler, tarihin çok daha eski dönemlerine dayanan, kendi etrafında çok daha büyük bir iştirak sağlamışken , diğer bazı kültürler, mahallî ve sınırlı kalmışlardır. Bu, kendiliğinden ve sürekli yürüyen bir süreçtir, durdurulması da imkânsızdır.
Etnik ırkçı siyaset bu değişimden çok korkmakta ve bu doğal değişimi sürekli “asimilasyon”, “baskı”, “inkâr” diye nitelendirerek durdurmaya çalışmaktadır.
En başta belirttiğimiz gibi devletimizin “farklılık “algısının yarattığı çok ciddi sorunlar veya açtığı derin yaralar mevcuttur.
Ama vaka etnik ırkçıların reklam etiğinden çok daha derinden akmaktadır. Bu derinlik, sosyolojik değişimin karşı konulmaz akışındadır.
Etnik ırkçıların bütün inkârlarına rağmen memleketimizde gelişen ulaşım imkânları,kör topal ilerleyen demokrasimiz, sağlığı tartışılmakla beraber büyüyen ekonomimiz ve en önemlisi, batı tarzı ir ayrımcı/ırkçı kod içermeyen büyük Türk kültürü sayesinde Kürt kökenli yurttaşlarımız, yabacı güçlerce sürekli istismar edilen hallerinden hızla sıyrılmış ve “Türkler” için dahi zaman zaman sıkıntılı kullanılabilen “ifade hürriyeti” dışında değişme iradesini kullanabilmeye başlamışlardır.
Mevcut hal acaba liberal bir demokrasinin gereklerine mi daha yakındır, yoksa etnik ırkçı siyasetin “sınıfsal durumlara” dayalı, rölativist etikli, iki dilli ve “salt faydacı” Marksist felsefesine mi?..
Şu düşünülebilir: “ Hayır! Etnik ırkçı siyaset Marksist olmak zorunda değildir!”
Elbette böyle bir mecburiyet yoktur.. Ama o zaman etnik siyasetin şimdiki söyleminden vazgeçmesi gerekir. Bu köklü bir felsefÎ değişimdir ki bu durumda mevcut etnik ırkçılığın hiçbir anlamı ve önemi kalmaz. Bu durumda etnikçi siyaset, “ırkçı” renginden vazgeçip, pazarlama sektörünü değiştirmelidir ki bu da müşteri kaybı anlamına gelir.
Ciddi ve fikrî namuslu bir demokrasi tercihi, hedef kitlesinin, kendi sosyolojik tercihlerine saygı duymayı, değişimden korkmamayı, kültürel etkileşimin her kültürü kazançlı kıldığını söyleyebilmeyi gerektirir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçı siyasetin felsefî rotası liberal demokrasinin “toplumsal düzen” çizgisinden apayrıdır. Ne yazık ki bu fark liberallerimiz tarafından bile göz ardı edilmektedir.
Görüldüğü gibi “Kürt halkından” bahsedildiğinde mevcut sosyolojik hal ile etnik ırkçılığın toplumsal tasavvuru birbirinden ayrı düşmektedir.
Gelelim “demokratik haklar” söylemine…
Bu söylemin en baştaki sakatlığı, daha kötüsü içerdiği kastîlikten kaynaklanan ahlaksızlığı, “hak” kavramını sulandırmasıdır.
Hak kavramına çeşitli yaklaşımlar mevcut şüphesiz. Bu yaklaşımları sanırım iki ana başlıkta toplamak mümkün. Bazıları onu fert temelinde ve menfaat açısından tanımlarken bazıları da otoritece va’z veya lütfedilen iyilikler olarak anlamak eğiliminde…
Bu iki yaklaşımın temel farkı şu:
Hakkı, ferde dayalı ve menfaat temlinde ele alan anlayış, hakkın doğumdan kaynaklanan, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat olduğunu savunuyor. Bu açıdan, bırakalım farklı bir insan olmayı, hayvan ve bitkilerin dahi sadece “varoluş” alanında, canlılık göstermelerinin dahi onlar için belli menfaatler olduğu soncunu çıkarabiliyoruz. Bir köpeği durduk yere öldürmek veya gerekmedikçe bir ağacı kesmek medeni memleketlerde en azından ayıplana işler…
Diğer anlayış ise hakkı , “toplumsal düzenin” sağlayıcı otoritenin, toplumsal hayatın sürmesine engel olmayacak şekilde, insanların takip etmesine izin verdiği iyilikler olarak kabul etmeye eğilimli.
Birinci anlayış, “bütün insanların” asgari müştereki olacak üç hak tespit ediyor: Hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)
Birinci anlayışın asgari müştereki belirleme çabası aynı zamanda “hak” kavramının anlamını belirlememiz için bir “anlam sınırı” ve meşruiyet sahası yaratır. Bu şekilde bu en temel menfaatlerimizin, herhangi birinin veya topluluğun keyfi kararından korunduğunu ve aşkın olduğunu anlıyoruz.
Bu aynı zamanda, hangi menfaatlerin “hak” sayılabileceğine dair bize bir mikyas kazandırır.
Menfaatlerin bu mikyasa göre hak kabul edilip edilmemesi çok önemlidir, aksi takdirde “herkes için” geçerli bir “âdil davranıştan” bahsedemeyiz.
Temel haklar yaklaşımı bize, hakkın tespitinde, sarsılmaz bir nirengi sağlarken, hakka otoriter bakış, “sağlanan menfaatlerin” belirsizliği ile maluldür. Bu, menfaatlerin doğal değil de sağlanan iyilikler olduğu anlayışıdır. Dolayısıyla hangi menfaatin hak olduğu ile ilgili keyfi bir karar dışında elimizde bir mikyas yoktur. Bu gün hak sayılan bir menfaat yarın sayılmayabilir.
Etnik ırkçı siyasetin sakatlığı buradadır. Onun “demokratik haklar” dediği şeyin bağlamını ve anlamını belirlemek imkânsızdır. Çünkü burada “demokrasinin gerektirdiği ifade hürriyetinden” mi yoksa belli bir nüfus grubu olarak ayrı bir “demokrasi” veya egemenlik alanı geliştirmekten mi bahsedildiği meçhuldür. Bu belirsizlik etnik ırkçı siyasetin beslenme alanıdır. Burada da etnik ırkçılık, Marksist kökeninin iki dilliliği ile müşterek bir iyiliği istismar etmektedir.
“Hak” kavramının anlamını sündürmeye başlayıp da her menfaati dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez hale getirmeye kalktığınızda herkesi herkesin kölesi haline getirirsiniz ki bu mümkün olamayacağına göre, dereceli bir kölelik sistemi ile hürriyeti yok edersiniz.
Bu yaklaşım, menfaatlerin haklaştırılmasıyla meydana gelecek “dışsallıkların”, “komşuluk etkilerinin” inkâr edilmesini gerektirir.
İfade hürriyeti, şiddeti doğrudan çağırmadıkça veya haksız bir itham ve hakaret içermedikçe kimseye zarar vermeyen ve kimsenin karşılamakla mükellef olmadığı bir menfaat iken meselâ etnik ırkçıların “demokratik hak” dedikleri şey bundan tamamen farklıdır.
Çünkü, bir kere etnik ırkçı siyaset hak talebini ırkî ve lisani farklılığa dayandırarak, herkes için geçerli olan temel haklardan ayrı haklara sahip olduğunu, olması gerektiğini söylemektedir. Bu söylemi ile “hakkın” insan olmaya değil de “farklı” olmaya dayandığını iddia etmektedir. Bunun yanı sıra talep ettiği “demokratik” hakkın egemenlik kullanma sonucunu kimin karşılaması, yüklenmesi gerektiğini düşünmemektedir. Etnik ırkçılığın kullandığı “ayrı egemenlik sahası” ( ki liberallerimiz tek iyi yönetim biçimi imiş gibi sürekli lanse etse de) belki tam bağımsız olmasa da federatif bir yapı iken bile bunun yaratacağı komşuluk etkisinden dolayı sorumlu tutulmak istememektedir. Öte yandan kendisi için istediği demokratik hakların, demosun çoğunluğuna hiç danışılmadan kendisine verilmesini istemektedir.
Burada “demokratik haklar” söyleminin kastî muğlâklığını bir kere daha hatırlatılarak bu terimin hem ifade hürriyetini hem siyasi ayrılığı anlatmak için kullanıldığını, dolayısıyla, tamamen itiraz edilemeyecek bir temel hakkın istismarı anlamına geldiğini söylemeliyiz.
Şüphesiz temel haklar herkes için geçerli ve otoriteler üstü, menfaatlerdir. Oysa siyasî egemenlik böyle değildir. Demokrasiyi bizim için en iyi yapan, temel haklar kavramının gözetilmesiyle gelişmiş olan bir “çoğunluk egemenliği” olarak rızamızı mobilize etmesindendir. Bir insanın ifade hürriyetini kullanmasıyla, çoğunluğun siyasi egemenliğini inkâr ederek, kendi silâhlı gücünü oluşturmaya kalkması aynı şeyler değildir. Ayrı bir silhlı güç kurmak dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat değildir.
Devletimizin “ifade hürriyeti” konusundaki otoriter eğilimine yazının daha en başında getirdiğim eleştiriyi bir kere daha hatırlatarak hiçbir vatandaşımızın ifade hürriyeti ile ilgili keyfi sınırlamaların benimsenemeyeceğini bir kere daha belirtmeliyim.
Elbette hiç kimsenin temel hakları çoğunluk rızasına bağlı değildir. Ama öte yandan hiçbir temel hak da çoğunluğun meşru egemenliğini yıkmak için kullanılamaz.
Bunun yanı sıra etnik ırkçıların etnik nüfusun farklılığına dayandırdıkları “demokratik hak” kavramı tam da bu kabul yüzünden “demokrasinin keyfiliğine” açık hale gelmektedir. Bu söylem, belli bir nüfusa sahip her grubun temel haklar dışında “yasama hakkından” bahsetmektedir ki bu durumda çoğunluk nüfusu aynı söyleme dayanarak kendi belirleyiciliğinin daha üstün olduğunu iddia ederek, nüfusa ve farklılığa dayalı hiç bir hakkı tanımadığını söyleyebilir.
Görüldüğü gibi etnik ırkçılığın tabiatı icabı pazarlama stratejisinin “usulü” ile liberal demokrasinin piyasa davranışı ölçüleri birbirinden ayrı düşmektedir.
Ve bu tartışmalar esnasında uyulması gereken şiddetsizlik şartına baktığımızda etnik ırkçıların, “devletin meşru güç kullanma” tekelini tanımaması ve kendi silahlı örgütlerini tanımaları ile aslında “tartışmanın” daha en baştan batıl hale geldiğini görüyoruz.
Elbette bir devlet kendi zor kullanma gücünü, vatandaşlarının temel haklarını çiğnemek için kullanmamalıdır. Buna mukabil, zaman zaman meydana gelen ihlallerin hesabının sorulabilir olduğu, hâlâ çeki düzen verilebilir bir haldeki bir devletin toptan inkârı, kendi vatandaşları için mümkün değildir.
Böyle bir devletin yani “tâdil edilebilir” bir devletin güç kullanma tekelinin reddi, o devletin varoluşunu reddetmektir ki bu da reddeden kişiyi, devletin korumakla mükellef olduğu vatandaşlarının düşmanı haline getirir.
Bu durumda elinde silâhıyla bizim temel haklarımızı reddeden bir insan veya grupla nasıl “tartışılabilir?”
İşte etnik siyasetin ikinci çarpık belirsizliği budur. “Siyaset” alanına silâhı sokarak sözü değil, gücü egemen kılmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki gene hukuk felsefesi açısından inanılma bir brikimin temsilcisi olan liberallerimiz etnik ırkçı siyasetin “şiddetsizlik” şartına uygunluğunu sorgulamamakta ve bu sayede etnik ırkçı siyaset zımnen bir meşruiyet sahası kazandığı propagandasını yapabilmektedir.
Temel haklarda tam bir teminat sağlanması halinde bile etnik terörün bir “ayrı” teminat olarak kalacağı yönündeki korkun etnik ırkçı beyanlar maalesef devletin emniyet sağlayıcı tekelinden bahseden liberallerimiz için bile bir uyarı teşkil etmemektedir.
Sonuç olarak ülkemizdeki etnikçi siyaset, ırkçı, kolektivist söylemiyle, liberal demokrasi ile bağdaşmayan bir yapı sergilemektedir. Liberal demokrasinin diğer bütün tercihlerden farksız bir şey olduğunu sananlarımız için bu belki önemsizdir. Fakat temel haklar konusunda liberal demokrasinin gösterdiği hassasiyetin eşsizliğini idrak edenlerimiz için etnikçi siyasetin ırkçı ve kollektivist söyleminin toplusal barışımız için ne korkunç bir tehdit olduğu, ortadadır.
Bir memleketin ahalisine karşı devletin adaletsiz davranması şüphesiz memleketteki huzuru bozan ve devlete güveni zayıflatan bir olaydır.
Bu adaletsizliğin derecesine göre vatandaşlar farklı tepkiler verir. En nihayetinde, vatandaşların hayat haklarına tecavüze yeltenen bir devlet, “devlet” olmak vasfını kaybetmiş, bir zorbalar güruhu haline gelmiş demektir.
Burada önemli olan “hak ihlalinin “ derecesidir. İnsanın canını korumak için, saldırganı öldürmesi meşru kabul edildiği halde, nefis müdafaanın sınırlarını aşan güç kullanımında cezadan bahsetmek mümkündür.
Bir memleketin problemleri “tartışılırken” iki noktaya mutlaka riayet etmek gerekir.
Bunlardan birincisi “tartışmanın” zor kullanımı tehdidi altında yapılmaması.
İkincisi tartışmanın felsefi zemininin sağlanması.
Ülkemizde maalesef devletimizin “fert” algısı, “tehdit”, “başı bozukluk”, “karmaşa” gibi kavramların çağrışımlarıyla yüklüdür… Geleneğimiz “vasi” devleti kutsayan ve kullanan bir sosyal yapıdan neşet ettiği için ki aslında bu, karşılıklı bir etkileşimdir, “kendini ifade eden fert” bizim için yabancıdır ve yabancı olduğu için de tehlikelidir.
Bu yüzden son on beş yıldır, batı literatürünün temelini oluşturan “sivillik” muhafazakârımızdan sosyalistimize kadar hemen hepimize “bölünmeyi”, “çatışmayı” çağrıştırmaktadır.
Bütün bu menfi duruma rağmen ülkemiz, sokaklarında maaşlı yarı gönüllü milislerin gezip rejim bekçiliği yaptığı otoriter ülkelere kesinlikle benzemiyor.
Bizim göçebe ve “faydacı” kültürel kodlarımızla, ferdi mümkün mertebe yok saymaya eğilimli devletin tutumunun üstünden atlamayı becerebiliyoruz.
Ama bu esneklik veya “faydacılık” kolaycılığı aynı zamanda tartışmalarımızın felsefî bir zemine oturmasını engelliyor. Oysa kullandığımız devlet mekanizması modernizm döneminin bir ürünü, yani bakımının, onarımının , tadilatının kendi parçalarına ve mekanizmasına göre yapılması gerekiyor. Bu benzetme, çoğu okura fazlaca fizyokrat gelecektir şüphesiz fakat, “sebep- sonuç” kanunu, bizi tercihlerimizle bağlı kılmaktadır. Tetiği çekmeyi tercih ettiğinizde merminin bir yere zarar vermesinden sorumlu olacaksınızdır.
Ülkemizde etnik ırkçı “siyasetin” çıkmazı işte bu felsefi kaçınılmazlıktır.
Etnik ırkçı siyaset ( ki siyasetlerini temelindeki “farklı ırka mensup olmak” kendilerinin sürekli tekrarladığı bir ifadedir…) felsefi bir belirsizlikten yararlanabileceği kanaatiyle hareket etmektedir.
İşin kötüsü bu felsefi belirsizliği liberallerimiz dahi görmezden gelmektedir.
Felsefi bir belirlilik niçin gereklidir?
Çünkü meselâ “haktan” bahsettiğiniz anda “hak” kavramının anlamını ve çağrışımlarını da yanınıza çağırmışsınız demektir.
Dolayısıyla eğer kelimelerin anlamlarının bağlayıcılığı gibi bir şeye inanıyor isek, lisanî bir sorumluluk almışız demektir. Bu sorumluluk aynı zamanda söze dökmek fiilinin sonuçlarından kaynaklanan bir sorumluluktur. Bu yüzden kullandığımız kelimelere çok dikkat etmeliyiz. Aksi takdirde, şiddeti öven ve davet eden ifadelerden dolayı hiçi kimsenin ceza almaması gerekirdi. Oysa bu gün bırakalım şiddeti, bir topluluğa yönelik açık nefret ifade eden cümlelerin, kelimelerin dahi sorumluluğu ile karşı karşıyayız.
İşte bu noktada etnik ırkçı siyasetin söylemlerinin hangi felsefî tercihe dayandığının, bu tercihin, toplumu barış içinde ayakta tutacak, şimdiye kadar keşfedebildiğimiz en iyi yöntem olan liberal demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığını gözden geçirmeli ve onu muhakeme etmeliyiz.
Etnik ırkçı siyaset, sürekli “Kürt halkının demokratik haklarından” bahsetmektedir.
Bu kısacık ifadenin açılımı, açılımın niteliği konusunda bize şaşırtıcı bilgiler verecektir.
En başından başlarsak ifadedeki “Kürt halkı” kavramının anlamı veya dayanağını gözden geçirmeliyiz. Bu kavram veya olgunun dayanağı nedir? Bu dayanak, bit kolektif kabul müdür, bir ırkî farklılık mıdır, yoksa her ikisi birden midir?
Elbette kendine bir ad verilmiş, belli bir tarihsel serüven yaşamış bir bir insan topluluğu olarak herkes Kürt toplumunu bilmektedir.
“Kürt” adındaki bağlamsal değişikliğe kimse dikkat etmediği gibi toplumsal geçişliliği engellemek için bu değişiklik sürekli göz ardı edilerek toplumun ayrışması hedeflenmektedir.
Elbette bütün “sermayesi” farklılık asabiyeti olan bir siyaset pazarlamacısı için “değişim” korkulu bir şeydir. Çünkü onun sermayesi, “farklılığın” değişmeden kalmasıdır.
Temeli diyalektik materyalist Marksizm olan etnik ırkçı hareket için “ezilmişlik”, “sömürülmüş” kalıplarına artık sığmayan bir toplum gerçeği, kendisine yöneltilmiş herhangi bir muhalefetten çok daha tehlikelidir.
Liberal demokrasinin, ferdin toplumdaki çeşitli gruplar arasındaki ( sınıf kavramı artık açıkça anlamsızdır. Ancak ve yalnız, kanunlarla kendilerini toplumdan ayırmış ve bu yüzden belli bir bilinç ve menfaat birliği oluşturmuş kısıtlı bürokrasi için kullanılabilir...) serbest geçişliliğine imkân sağlayan yapısı ile etnik siyasetin “Kürt” tanımı felsefi açıdan uzlaşmazdır. Çünkü liberal bir demokraside bir insanın “farklılığının” onun “menfaat artışında” herhangi bir önemi ve yeri yoktur.
Çünkü etnik ırkçı siyaset pazarlamacısına göre toplumun geri kalanından “gözle görülür” şekilde ayırt edilemeyen bir topluluğun siyasetinden “kâr etmek” mümkün değildir. Burada etnik siyaset pazarlamacısının tek dayanağı somut akrabalık/kan ilişkisidir. İşe alınırken veya herhangi bir iş bağlantısında veya otobüse binerken ırkımızın farklığından bahsetmek, sadece çağdaş liberal demokrasi açısından tutarsızlık değil, insani ilişkiler açısından bile büyük bir ayıptır.
Buna ilaveten etnik ırkçı siyaset, kendi pazarlama hareketine “soyut” bir yön katarak meşruiyet kazanmaya çalışmakta ve ortaya “dili” getirmektedir. Buna göre farklı bir dili konuşan bir toplumun “ayrılığının” mütalâa edilmesi kaçınılmazdır.
Sorun şu ki farklılık “ayrılmayı “gerektirmemektedir. Herhangi bir farklılığın kendini diğerlerinden izole etmek hakkından bahsetmek, “toplum “denen heterojen yapının zaten varoluş sebebini kabul etmemektir.
Toplum, soyut kurallar etrafında bütünleşmiş, bu kurallara mutabakat dışında aynîlik taşımayabilecek fertlerden oluşur. Oysa etnik ırkçı siyaset kendini kaçınılmaz şekilde “farklılık kollektivitesi” ile tanımlamaktadır. “ Farklılığın “kurallardan bağışık olmayı gerektirdiğini söylemeye çalışmaktadır. Bunu da “kuralların” içinden çıktığı toplumu reddederek yapmaktadır. Bu sadece o toplumu yok saymak değildir, o toplumun “belirleyiciliğini reddetmek”tir.
Oysa bu belirleyicilik sosyolojinin tabiatındandır. Her kültür kendine göre bir çekim merkezidir. Bazı kültürler, tarihin çok daha eski dönemlerine dayanan, kendi etrafında çok daha büyük bir iştirak sağlamışken , diğer bazı kültürler, mahallî ve sınırlı kalmışlardır. Bu, kendiliğinden ve sürekli yürüyen bir süreçtir, durdurulması da imkânsızdır.
Etnik ırkçı siyaset bu değişimden çok korkmakta ve bu doğal değişimi sürekli “asimilasyon”, “baskı”, “inkâr” diye nitelendirerek durdurmaya çalışmaktadır.
En başta belirttiğimiz gibi devletimizin “farklılık “algısının yarattığı çok ciddi sorunlar veya açtığı derin yaralar mevcuttur.
Ama vaka etnik ırkçıların reklam etiğinden çok daha derinden akmaktadır. Bu derinlik, sosyolojik değişimin karşı konulmaz akışındadır.
Etnik ırkçıların bütün inkârlarına rağmen memleketimizde gelişen ulaşım imkânları,kör topal ilerleyen demokrasimiz, sağlığı tartışılmakla beraber büyüyen ekonomimiz ve en önemlisi, batı tarzı ir ayrımcı/ırkçı kod içermeyen büyük Türk kültürü sayesinde Kürt kökenli yurttaşlarımız, yabacı güçlerce sürekli istismar edilen hallerinden hızla sıyrılmış ve “Türkler” için dahi zaman zaman sıkıntılı kullanılabilen “ifade hürriyeti” dışında değişme iradesini kullanabilmeye başlamışlardır.
Mevcut hal acaba liberal bir demokrasinin gereklerine mi daha yakındır, yoksa etnik ırkçı siyasetin “sınıfsal durumlara” dayalı, rölativist etikli, iki dilli ve “salt faydacı” Marksist felsefesine mi?..
Şu düşünülebilir: “ Hayır! Etnik ırkçı siyaset Marksist olmak zorunda değildir!”
Elbette böyle bir mecburiyet yoktur.. Ama o zaman etnik siyasetin şimdiki söyleminden vazgeçmesi gerekir. Bu köklü bir felsefÎ değişimdir ki bu durumda mevcut etnik ırkçılığın hiçbir anlamı ve önemi kalmaz. Bu durumda etnikçi siyaset, “ırkçı” renginden vazgeçip, pazarlama sektörünü değiştirmelidir ki bu da müşteri kaybı anlamına gelir.
Ciddi ve fikrî namuslu bir demokrasi tercihi, hedef kitlesinin, kendi sosyolojik tercihlerine saygı duymayı, değişimden korkmamayı, kültürel etkileşimin her kültürü kazançlı kıldığını söyleyebilmeyi gerektirir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçı siyasetin felsefî rotası liberal demokrasinin “toplumsal düzen” çizgisinden apayrıdır. Ne yazık ki bu fark liberallerimiz tarafından bile göz ardı edilmektedir.
Görüldüğü gibi “Kürt halkından” bahsedildiğinde mevcut sosyolojik hal ile etnik ırkçılığın toplumsal tasavvuru birbirinden ayrı düşmektedir.
Gelelim “demokratik haklar” söylemine…
Bu söylemin en baştaki sakatlığı, daha kötüsü içerdiği kastîlikten kaynaklanan ahlaksızlığı, “hak” kavramını sulandırmasıdır.
Hak kavramına çeşitli yaklaşımlar mevcut şüphesiz. Bu yaklaşımları sanırım iki ana başlıkta toplamak mümkün. Bazıları onu fert temelinde ve menfaat açısından tanımlarken bazıları da otoritece va’z veya lütfedilen iyilikler olarak anlamak eğiliminde…
Bu iki yaklaşımın temel farkı şu:
Hakkı, ferde dayalı ve menfaat temlinde ele alan anlayış, hakkın doğumdan kaynaklanan, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat olduğunu savunuyor. Bu açıdan, bırakalım farklı bir insan olmayı, hayvan ve bitkilerin dahi sadece “varoluş” alanında, canlılık göstermelerinin dahi onlar için belli menfaatler olduğu soncunu çıkarabiliyoruz. Bir köpeği durduk yere öldürmek veya gerekmedikçe bir ağacı kesmek medeni memleketlerde en azından ayıplana işler…
Diğer anlayış ise hakkı , “toplumsal düzenin” sağlayıcı otoritenin, toplumsal hayatın sürmesine engel olmayacak şekilde, insanların takip etmesine izin verdiği iyilikler olarak kabul etmeye eğilimli.
Birinci anlayış, “bütün insanların” asgari müştereki olacak üç hak tespit ediyor: Hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)
Birinci anlayışın asgari müştereki belirleme çabası aynı zamanda “hak” kavramının anlamını belirlememiz için bir “anlam sınırı” ve meşruiyet sahası yaratır. Bu şekilde bu en temel menfaatlerimizin, herhangi birinin veya topluluğun keyfi kararından korunduğunu ve aşkın olduğunu anlıyoruz.
Bu aynı zamanda, hangi menfaatlerin “hak” sayılabileceğine dair bize bir mikyas kazandırır.
Menfaatlerin bu mikyasa göre hak kabul edilip edilmemesi çok önemlidir, aksi takdirde “herkes için” geçerli bir “âdil davranıştan” bahsedemeyiz.
Temel haklar yaklaşımı bize, hakkın tespitinde, sarsılmaz bir nirengi sağlarken, hakka otoriter bakış, “sağlanan menfaatlerin” belirsizliği ile maluldür. Bu, menfaatlerin doğal değil de sağlanan iyilikler olduğu anlayışıdır. Dolayısıyla hangi menfaatin hak olduğu ile ilgili keyfi bir karar dışında elimizde bir mikyas yoktur. Bu gün hak sayılan bir menfaat yarın sayılmayabilir.
Etnik ırkçı siyasetin sakatlığı buradadır. Onun “demokratik haklar” dediği şeyin bağlamını ve anlamını belirlemek imkânsızdır. Çünkü burada “demokrasinin gerektirdiği ifade hürriyetinden” mi yoksa belli bir nüfus grubu olarak ayrı bir “demokrasi” veya egemenlik alanı geliştirmekten mi bahsedildiği meçhuldür. Bu belirsizlik etnik ırkçı siyasetin beslenme alanıdır. Burada da etnik ırkçılık, Marksist kökeninin iki dilliliği ile müşterek bir iyiliği istismar etmektedir.
“Hak” kavramının anlamını sündürmeye başlayıp da her menfaati dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez hale getirmeye kalktığınızda herkesi herkesin kölesi haline getirirsiniz ki bu mümkün olamayacağına göre, dereceli bir kölelik sistemi ile hürriyeti yok edersiniz.
Bu yaklaşım, menfaatlerin haklaştırılmasıyla meydana gelecek “dışsallıkların”, “komşuluk etkilerinin” inkâr edilmesini gerektirir.
İfade hürriyeti, şiddeti doğrudan çağırmadıkça veya haksız bir itham ve hakaret içermedikçe kimseye zarar vermeyen ve kimsenin karşılamakla mükellef olmadığı bir menfaat iken meselâ etnik ırkçıların “demokratik hak” dedikleri şey bundan tamamen farklıdır.
Çünkü, bir kere etnik ırkçı siyaset hak talebini ırkî ve lisani farklılığa dayandırarak, herkes için geçerli olan temel haklardan ayrı haklara sahip olduğunu, olması gerektiğini söylemektedir. Bu söylemi ile “hakkın” insan olmaya değil de “farklı” olmaya dayandığını iddia etmektedir. Bunun yanı sıra talep ettiği “demokratik” hakkın egemenlik kullanma sonucunu kimin karşılaması, yüklenmesi gerektiğini düşünmemektedir. Etnik ırkçılığın kullandığı “ayrı egemenlik sahası” ( ki liberallerimiz tek iyi yönetim biçimi imiş gibi sürekli lanse etse de) belki tam bağımsız olmasa da federatif bir yapı iken bile bunun yaratacağı komşuluk etkisinden dolayı sorumlu tutulmak istememektedir. Öte yandan kendisi için istediği demokratik hakların, demosun çoğunluğuna hiç danışılmadan kendisine verilmesini istemektedir.
Burada “demokratik haklar” söyleminin kastî muğlâklığını bir kere daha hatırlatılarak bu terimin hem ifade hürriyetini hem siyasi ayrılığı anlatmak için kullanıldığını, dolayısıyla, tamamen itiraz edilemeyecek bir temel hakkın istismarı anlamına geldiğini söylemeliyiz.
Şüphesiz temel haklar herkes için geçerli ve otoriteler üstü, menfaatlerdir. Oysa siyasî egemenlik böyle değildir. Demokrasiyi bizim için en iyi yapan, temel haklar kavramının gözetilmesiyle gelişmiş olan bir “çoğunluk egemenliği” olarak rızamızı mobilize etmesindendir. Bir insanın ifade hürriyetini kullanmasıyla, çoğunluğun siyasi egemenliğini inkâr ederek, kendi silâhlı gücünü oluşturmaya kalkması aynı şeyler değildir. Ayrı bir silhlı güç kurmak dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat değildir.
Devletimizin “ifade hürriyeti” konusundaki otoriter eğilimine yazının daha en başında getirdiğim eleştiriyi bir kere daha hatırlatarak hiçbir vatandaşımızın ifade hürriyeti ile ilgili keyfi sınırlamaların benimsenemeyeceğini bir kere daha belirtmeliyim.
Elbette hiç kimsenin temel hakları çoğunluk rızasına bağlı değildir. Ama öte yandan hiçbir temel hak da çoğunluğun meşru egemenliğini yıkmak için kullanılamaz.
Bunun yanı sıra etnik ırkçıların etnik nüfusun farklılığına dayandırdıkları “demokratik hak” kavramı tam da bu kabul yüzünden “demokrasinin keyfiliğine” açık hale gelmektedir. Bu söylem, belli bir nüfusa sahip her grubun temel haklar dışında “yasama hakkından” bahsetmektedir ki bu durumda çoğunluk nüfusu aynı söyleme dayanarak kendi belirleyiciliğinin daha üstün olduğunu iddia ederek, nüfusa ve farklılığa dayalı hiç bir hakkı tanımadığını söyleyebilir.
Görüldüğü gibi etnik ırkçılığın tabiatı icabı pazarlama stratejisinin “usulü” ile liberal demokrasinin piyasa davranışı ölçüleri birbirinden ayrı düşmektedir.
Ve bu tartışmalar esnasında uyulması gereken şiddetsizlik şartına baktığımızda etnik ırkçıların, “devletin meşru güç kullanma” tekelini tanımaması ve kendi silahlı örgütlerini tanımaları ile aslında “tartışmanın” daha en baştan batıl hale geldiğini görüyoruz.
Elbette bir devlet kendi zor kullanma gücünü, vatandaşlarının temel haklarını çiğnemek için kullanmamalıdır. Buna mukabil, zaman zaman meydana gelen ihlallerin hesabının sorulabilir olduğu, hâlâ çeki düzen verilebilir bir haldeki bir devletin toptan inkârı, kendi vatandaşları için mümkün değildir.
Böyle bir devletin yani “tâdil edilebilir” bir devletin güç kullanma tekelinin reddi, o devletin varoluşunu reddetmektir ki bu da reddeden kişiyi, devletin korumakla mükellef olduğu vatandaşlarının düşmanı haline getirir.
Bu durumda elinde silâhıyla bizim temel haklarımızı reddeden bir insan veya grupla nasıl “tartışılabilir?”
İşte etnik siyasetin ikinci çarpık belirsizliği budur. “Siyaset” alanına silâhı sokarak sözü değil, gücü egemen kılmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki gene hukuk felsefesi açısından inanılma bir brikimin temsilcisi olan liberallerimiz etnik ırkçı siyasetin “şiddetsizlik” şartına uygunluğunu sorgulamamakta ve bu sayede etnik ırkçı siyaset zımnen bir meşruiyet sahası kazandığı propagandasını yapabilmektedir.
Temel haklarda tam bir teminat sağlanması halinde bile etnik terörün bir “ayrı” teminat olarak kalacağı yönündeki korkun etnik ırkçı beyanlar maalesef devletin emniyet sağlayıcı tekelinden bahseden liberallerimiz için bile bir uyarı teşkil etmemektedir.
Sonuç olarak ülkemizdeki etnikçi siyaset, ırkçı, kolektivist söylemiyle, liberal demokrasi ile bağdaşmayan bir yapı sergilemektedir. Liberal demokrasinin diğer bütün tercihlerden farksız bir şey olduğunu sananlarımız için bu belki önemsizdir. Fakat temel haklar konusunda liberal demokrasinin gösterdiği hassasiyetin eşsizliğini idrak edenlerimiz için etnikçi siyasetin ırkçı ve kollektivist söyleminin toplusal barışımız için ne korkunç bir tehdit olduğu, ortadadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder