25 Eylül 2009 Cuma

Açılımda Etik Eksiklik

Açılım taraftarlarının bulanık suda balık avlamak isteyen etnik ırkçı siyasetin etik eleştirisini yapmaması çok dikkatimi çekiyor.

Durmaksızın tekrarlanan “olayın sebeplerinin” neye hizmet ettiği belli değil. “Kürtler ayrıma uğramıştır, bundan sonra uğramamalıdır!” deniyorsa, memleketin her yerinde yerleşebilen ve çalışabilen Kürt kökenli Türk vatandaşlarının eksik kalan ne gibi hak ve özgürlüğü varsa temin edilmesinin tartışılmasına kimsenin itirazının olmadığı nedense sürekli göz ardı ediliyor.
Açılımcılar, kendileriyle birebir aynı görüşte olmayan herkesi faşist ırkçı diye damgalarken, etnik siyasetin ırkçı ahlaksızlığını örtbas ettiklerini fark edemiyorlar, ya da bunun fark edilmediğini sanıyorlar.

Açılımda sorun, sorunun muhatabı olarak sürekli etnik ırkçı terör örgütünün ve “taleplerin” kayıtsız şartsız kabulünün gene terör örgütünün silâh tehdidi vasıtasıyla dayatılmasıdır.
Açılımcılar, meselâ en evvelâ, etnik terör örgütünün “Kürt” tanımlamasının etik olup olmadığı yönünde hiçbir muhakeme geliştirmiyorlar . Etnik terör örgütü ve onun siyasî uzantısı DTP ırka ve dile dayalı bir kimlik tanımlaması yapıyor.

Bir kere bu tip bir tanımlama açılımcıların yüzlerine taktıkları hümanizm maskesiyle hiç de uymuyor. Irki bağlılığı çoktan geride bırakmış ve soyut ilişkilere göre şekillenmiş Türk kimliğinin hukukla ve insanlıkla bağdaşırlığının yanında, bir toplumu diğerinden kesin şekilde ayırmak için ırkî farkın mütemadiyen vurgulanması acaba açılımcılara “ahlâkî” görünüyor mu? Yoksa onla, ırkçılığın azlıklar için meşru olduğu kanaatinde mi?

Türk’ün vatandaşlığı tanımlamakta niye yetersiz kaldığını sürekli ırk ve dil kriterleriyle ve bir de cumhuriyet dönemi bazı yanlış politikalarıyla açıklamaya çalışanlar, buna Kürt azlığın bu kimliği reddini gerekçe gösterirken acaba ülkenin geri kalanının da onların tanımlamalarını kabul edip etmemek hakkının olup olmadığını hiç düşünüyorlar mı?

Eğer etik bir müdafaa yapılacaksa bu hem Kürt hem Türk kimliklerinin objektif mukayesesini gerektirir. Peki böyle bir mukayese yapılmış mıdır? Ahlâkî olan yapılan mevzi yanlışlardan dolayı koskoca ve inkâr edilemez bir kapsayıcı ve bağlayıcı kimliği reddetmek değil, azlığın bu kimliği benimsemesi için ne gerektiğine bakmaktır.
Bu yapılmış mıdır? Maalesef hayır!
Türk kimliğinin bağlayıcı tanımlayıcılığını hangi sebepten olursa olsun reddetmeye kalkmak, o kimliğin içerdiği bütün değerleri reddetmek demektir.
Bu durumda, ülkenin her yanına yerleşmiş, doğal bir kabul görmüş vatandaşlarımızın da bu değerleri inkâr etmesi gerektiğini söylemiş olursunuz. Hem barıştan söz edip hem de Türk’ün reddi açıkça çataldilliliktir.

Açılımcıların en büyük etik dışılığı, terör örgütünü, “doğal ve meşru” savunma gücü olarak kabul etmektir. Bir kanunsuzluk, onu destekleyenlerin sayısından dolayı meşruiyet kazanmaz. Açılımcılar “Kan dursun!” derken, hukuk sağlayıcının meşru silâh gücü ile, o hukuk sağlayıcıya yönelmiş silâhlı tehdidi bir tutarak sürekli sanki Türkiye Cumhuriyetinin meşru bir düşmanı varmış havası yaratmaya ve bunun da doğallığını dayatmaya çalışmaktalar.
İşte ahlâk dışılığın en büyük örneği de budur.

Önce zor kullanarak tehdit ederek istekler savuracaksınız ondan sonra gayrimeşru sayılmaktan şikâyet edeceksiniz. Eğer akıldan yana bir eksikliğiniz yoksa bu cinayete ortaklığa kadar varan dereceli bir suç ortaklığı ve ahlâksızlıktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin silahlı güçlerine savaş açmış bir örgüt, ülkenin kaderi hakkında muhatap alınabilir mi? Açıkça “düşman” olan bir örgüt ve onun yandaşlarının “bizim “hakkımızda konuşmaya hakları olabilir mi?
Açılım muhalifleri işin barışçı ve hukuki yönlerini tartışmaktan kaçınmıyorlar. Oysa açılımcılar, etnik terörün “yedekte tutulmasının” ve “taleplerin” savunucusu ve yürütücüsü olmasının tartışılmasına hiç yanaşmıyorlar ki bu da ayrı bir riyakârlık…
“Kan dursun!” söyleminde her iki tarafı eşit meşruiyette kabul etmek hümanizm değil, Türk düşmanlığı demektir.

İkinci Dünya Savaşı’nda mütecaviz Almanya’nın durdurulması için kan döken müttefik askerlerine veya İspanya İç Savaşı’nda faşizme karşı savaşanlara bunlar söylenseydi acaba ne olurdu?
Sorun zate
n açılımcıların “Kan dursun!” söylemindeki etik bulanıklığı gidermemekteki ısrarında yatıyor.

Kan üç yolla durdurulabilir.
Birincisi etnik terörün galibiyetiyle ve Türk’ten arındırılmış bir etnik izolasyon kurmasıyla ki bunun olamayacağı artık anlaşılmıştır.

İkincisi etnik terör örgütü üyelerinin Türk adaletine teslim olmalarıyla ki bu yol nedense “Kan dursun!” diyen açılım taraftarlarının hiç telâffuz etmedikleri ve bu yüzden de değirmen taşı misali veballerinin ağırlığını oluşturan yoldur.

Üçüncü yol, etnik terör örgütünün fiilen ortadan kaldırılmasıdır. Bunun mümkün olmadığını savunanlar olacaktır ama gerekli uzmanlık ve strateji ile bu hiç de imkânsız değildir. Kaldı ki Sri Lanka bunun örneğini gayet başarılı şekilde vermiştir.
Bu üç yoldan hangisinin daha etik ve kabul edilebilir olduğu hususunda hiçbir fikir beyan etmeksizin yalnızca etnik terörün “yenilemez” olduğunu Türk toplumuna kabul ettirmeye çalışmak ancak “etki ajanlığı” ile açıklanabilir.

Açılım taraftarları sürekli “sebepleri” açıklayarak etnik terörü aklîleştirmeye meşrulaştırmaya onu “temsilci” makamına yerleştirmeye çalışırken etnik terörü onaylamayan, ülkemizin her yerindeki çok sayıdaki Kürt Kökenli Türk vatandaşın tartışabilme kabiliyetine zarar vermekten dolayı hiçbir vicdanî rahatsızlık duymuyor gibi görünmekteler. Bu yaptıklarıyla, Kürt adını terör ahlaksızlığıyla lekelediklerini nedense kimse söylememekte…

Açılımcıların açılımın belirsizliğinden siyasi ve hukuki sonuçlarından duyulan endişeleri faşizm ve ırkçılık diye karalaması, şiddete çanak tutmakla aynı şey. “hangi şiddet” sorunun cevabı esas, “ahlâkî” olarak verilmelidir. Türk emniyet güçlerinin, bir mütecaviz örgüte karşı uyguladığı şiddeti gayrimeşru kabul etmek düşmanı kabul etmektir.

Bir ülkeye yönelik silâhlı tehdit söz konusuyken tarafsızlık, mütecavizin tarafını tutmak demektir. Ama bu kadarcık bir akıl yürütme için insanın önce sağlam bir ahlâkî omurgaya sahip olması gerekir.







24 Eylül 2009 Perşembe

Bölünme Paranoyasını Kim Yaşatıyor?

Bir toprak parçasının egemen milleti, o toprak parçasının kaderinin nihaî belirleyicisidir. Kimse ona sormadan, o toprak parçasındaki egemenlik hakkını paylaşamaz veya devralamaz, velev ki kaybedilmiş bir savaş olmasın…

Israrla Türk adını telaffuz etmekten kaçınıp Türkiyelilik sun’i kavramını empoze edenler, bu toprakta Türklerden başkalarının da yaşadığından bahsediyorlar. Bu, yarısı doğru olan bir yalanın doğru kısmıdır.

Yalanın diğer yarısı ise bunun, Türk’ün egemenlik hakkının bu tespitle yok sayılmasıdır.
Bir toprakta bir egemen milletin olması ve onun dilinin resmen konuşulması, onun kültürünün başat olması, onun egemenlik hakkının ta kendisidir.

Bu, diğer varlıkların yok sayılmasını gerektirmez. Ama diğer varlıkların egemenlik hakkında farklılıklarından dolayı “eşit” belirleyici olmasını da gerektirmez. Eğer ortada bir farklılık var ise bu farklılık, kendi varlığı ile ilgili haklar takımının korunması için çaba sarf eder, ama bu haklardan dolayı egemenin belirleyiciliği ile eşitlik iddiasında bulunamaz.
Eğer bir toprak üzerindeki azlık grupların varlıkları tehdit altında ise, zor ile cevap vermeye kadar varan fevkalâde haklar silsilesi hasıl olabilir. Bunun dışında azlık grupların varlıklarına yönelik tehditler dışında çoğunluğa şiddet ile talepte bulunması gayrimeşrudur.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de hiç kimse etnik grupların varlıklarına yönelik bir tehditten bahsedemez.

Türk devleti etnik köken farkından dolayı hiç kimsenin devlet hizmetlerinden yararlanmasını kısıtlamamakta, devlet idaresinde görev yapmasını kısıtlamamaktadır.
Etnik grupların, vatanımızın her yerinde istedikleri gibi yerleşip iş kurduklarının, iş bulduklarının, yerleştiklerinin, okuduklarının altını ne kadar çizsek azdır.

Eğer bu özgürlükler devletin resmi politikasıyla kısıtlansaydı dahi, etnik grupların ellerine silah almaya hakları olmazdı. Silâhla mukabele ancak varlığın kendisine yönelik bir şiddet uygulamasıyla meşrulaşabilir.

Bu durumda ülkemizdeki etnik terör örgütü ve onun destekçileri gayrimeşrudur.
Bölünmeden kasıt sadece toprakların ayrı siyasi sınırlarla bölünmesi değildir. Fiilen Türk devletinden özerk ve kendi başına karar alabilen bir bölgenin oluşması dahi, ülkenin bir grup vatandaşının diğerlerinin uyduğu kurallardan ayrı kurallar ihdas edebildiği ve çoğunluk belirleyiciliğinden koptuğu anlamına gelir.

Dolayısıyla, federasyondan vs bahsedenlerin “bölücü” sayılması bir paranoya değildir.
“Federasyon”, ülkenin(çoğunluğun) vergi gelirlerinden federal hükümet aracılığıyla yararlanıp çoğunluğa tabi olmaksızın hükmetmek demektir.
Oysa egemen milletin, egemenliği zaten üzerinde bayrağının dalgalandığı her yerde kendi kanunlarını ayrımsız uygulayabilmesi demektir.

Türkiyelilik taraftarları, sürekli “Türk’ü” bir tür mütecaviz, işgalci, ayrılıkçı kavram olarak göstermekte buna mukabil, Kürt adının doğallığından ve özerkliğinden dem vurmaktalar.
Türk, bu ülkeye adını vermiş egemen milletin adıdır. Bu toprakların egemeni Türk’lerdir. Bu toprakların her yerinde Türkiye Büyük millet Meclisi’nin yasama erki geçerlidir. Bu erk bölünemez ve vazgeçilmezdir.

Türk devletinin tarihten gelen felsefesi gereği Müslüman etnik gruplar, büyük kültürün şemsiyesi altında ve ona benzerliğiyle tanınmışlardır. Bu cumhuriyetle öğrendiğimiz bir şey de değildir. Nazi özentisi tek parti bürokratları dışında da dini dinimizden olan etnik grupların “el” kabul edilmemesi en derin kazınmış kültürel kodlarımızdandır.

Bu durumda ülkenin egemeninin Türk’ler olduğunu söylemek ırkçılık mıdır?
Bunun ırkçılık olarak kabul edilebilmesi için Kürt’lerin ırksal farklılığını zımnen kabul etmek gerekmektedir. Tartışmaları ırksal farklılığa çekenler sürekli etnik siyasetçiler ve destekledikleri etnik terör örgütüdür. Olaya onların açısından bakarsanız evet yapılan ırkçılıktır ama bunun sebebi, etnik siyasetin ırkçı söyleminin alternatifinin veya eleştirisinin de kendiliğinden zıt bir ırkçılık olması gerektiği yanlış kabulüdür.

Siyasi Kürtçülük doğası gereği ırkçıdır, çünkü üzerine inşa edildiği “farklılık asabiyetinin” elle tutulur bir gerçeğe dayanması, büyük kültür karşısında kompleks duyan ve onu yok saymaksızın var olamayacağını sanan sözde siyasetçiler için elzemdir. Aksi takdirde sadece yöresel bir küçük kültür dili olan bir iletişim vasıtasına dayanılarak farklılığın mutlaklaştırılması mümkün olamaz.

Oysa Türk milliyetçiliğinin siyasî yönü dahi ırk bağlılığını esas almaz. Alçakça bir saptırmayla, Nazi özentisi tek parti bürokratlarının kötülüklerinin Türk milliyetçiliğine yamanma gayretlerine rağmen bu hakikatin üstü örtülememiştir.

Siyasî Kürtçülük’ün karşısındaki nüfusu üç yüz milyona yakın, gerek ırken gerekse kültürel olarak büyük bir çeşitliliği barındıran, büyük kültürün yaratıcısı Türk milletinin, teşekkül ettiği soyut kurallardan kaynaklanan doğal milliyetçiliği kısır etnik ırkçı mülahazalarla tanımlanamaz.
Dolayısıyla siyasi Kürtçülüğün eleştirisine ırkçılık denemez.
Vatansızlığı hümanizm sanan bir kısım zevat etnik ırkçı siyasete verilen tepkileri “bölücü” olarak nitelerken hem Türk milletinin egemenliğini tanımamakta hem de bölünme inisiyatifini etnik ırkçılarn eline vermektedir. Etnik ırkçı siyasetin de onun desteklediği terör örgütünün de böyle bir inisiyatifi olamaz! Hatta etnik terörle bağlantılı herhangi bir siyasi veya sivil örgütlenmenin de ülkenin geleceği konusunda söz söyleme hakkı olamaz. Onlar, Türk milletinin hukuk birliğine karşı çıkarak zaten Türk ile aynı vatanda yaşamaktan kaynaklanan haklarını kaybetmişlerdir.
Dolayısıyla mesela Osman Pamukoğlu gibi siyasetçilerin sözlerine “İşte ülkeyi böyle söylemler böler!” demek, etnik ırkçı siyasetin eleştirilmesini bölünme tehdidiyle susturmaya teşebbüstür ve açıkça etnik terör destekçiliğidir. Bu, Türk Milletini, “Etnik ırkçı siyasetin şiddetle veya şiddetsiz her istediğini kabul etmezsen, topraklarını silahla bölerler!” diye tehdit etmek demektir.

Irkî ve lisanî farklılık korunması gereken bir değerdir şüphesiz ama bunun korunması için egemen milletin egemenlik hakkının bölünmesi veya yıpratılması gerekmez. Buna teşebbüs edenler vatandaşlık haklarını kaybeder. Düşmanların da Türk hukukundan faydalanmak hakları yoktur.

Türk Milleti’nin kendi ülkesinin bölünmesi tehdidi karşısında suskun kalmasını istemek, mütecavizlerle işbirliği etmektir, ihanettir.





16 Eylül 2009 Çarşamba

Etnik Siyaset Terör ve Liberal Okul


Modern devletlerin büyük ölçüde kurucu millî çoğunluklara dayandıkları bir gerçektir.
Peki bu neyi gösterir? Modern devletin “milleti” icat ettiğini mi? Yoksa imparatorluk tecrübesine sahip milletlerin, kurucu çekirdeklerinin, imparatorlukların dağılmasından sonra, nüfus yoğunluklarına göre diğer unsurlardan ayrılarak resmî sınırlarını çizdiklerini mi?
Sanırım bu izahlardan ikincisi akla daha yakındır, çünkü millî adların ve kimliklerin Fransız İhtilali’nden çok daha önce bilindiği inkâr edilemez bir hakikattir.


İkinci izahın aklîliğine kuvvetli bir delil de etnik kimliklerin varlığıdır.
“Etnik” genelde yerleşik Avrupa “medeniyet” anlayışının dışında kalan, yani “evrensel” diye kabul edilen “medeniyet”ten ayrı kalmış, bir nevi “ikinci sınıf” kültürel yapıyı anlatmak için kullanılan bir terim. Bunun yanı sıra sık sık büyük kültür demografisinden “ırkî” farkla ayrılmayı da ifade etmek üzere kullanılıyor.


Sıkıntı da zaten “etnik” kelimesinin iki dilli kullanımından kaynaklanmakta…
Meselâ Türk kültürü, yerleşik Avrupa kültürel kodlarından belirgin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu durumda ona “etnik” demek sosyolojik açıdan anlamlımıdır? Avrupa merkezli bir bakışla buna cevap vermek kolaydır. Oysa tarihi kökleri çok derinler giden ve büyük bir çeşitlilik barındıran Türk, Çin,Hint kültürleri Avrupa merkezî kültürel kodlarıyla ontolojik açıdan son derece farklı ve bu yüzden onunla mukayesesi imkânsız kültürlerdir.


Bu durumda “etnik” kelimesinin geriye kalan anlamı “ırkî” farklılıktır. Bu kullanım, bir farklılığı ispatlamakta en kolay delil olarak genetiği benimsemek tavrının ifadesidir ki bilim felsefesindeki “mekanistik materyalizm” aşamasına tekabül eder.


Bilimsel metodoloji açısından bakıldığında, katı coğrafî sınırlarla kısıtlanmamış toplumlar dışında, sosyolojik kimliklerin genetiğe nasıl dayandırılabileceği çok ciddi bir problemdir. Zira bu gün çok az örnek dışında hiçbir insan topluluğu için “ad verici” bir genetik standarttan bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki sosyolojiye genetiği bu şekilde karıştırmak, 20.yyın en kanlı ideolojilerinin giriştiği toplum mühendisliği projelerinin yenilenmiş bir ırkçı uyarlamasıdır.
Bu açıdan “etnik” kelimesinin ırka atfen kullanılması hem metodolojik olarak hem de etik açıdan yanlıştır.


Yazımızın başında millî devletlerin ortaya çıkışında etnik kimlikleri delil olarak göstermemizin sebebi burada karşımıza çıkmaktadır.
Bu noktada sosyoloji mantığına ve toplumsal gerçeklere daha uygun, açıklama gücü daha yüksek bir “etnisite” tanımı ihtiyacı hâsıl olmaktadır.


Çünkü etnisiteyi Avrupa merkezli, tanımlamaya kalkmak bizi Avrupa dışı bütün kültürleri ikinci kalite gibi görmek kibrine götürdüğü gibi onu doğrudan “ırkla” (genetikle) ilişkilendirmek de savunduğumuz hümanist değerlerin ırkçılıkla lekelenmesine sebep olacaktır.
O halde ne yapmalıyız?


Modern devletlerin, kurucu millî çekirdekler çevresinde oluşmasıyla beraber her bir millî devletin içinde bu kurucu çoğunluktan bir şekilde veya derecede farklılaşan daha küçük demografik unsurlar kendilerini belli etmeye başlamışlardır.
Bu unsurlar, tarihte çeşitli millî egemenlikler altında, sınır belirsizliklerinden dolayı nispeten daha seyyar yaşayabilmiş unsurlardır.


Sınırların büyük kültürlerin yoğunluk derecelerine göre belirlenmesiyle bu unsurların hareketliliği ortadan kalkmış ve büyük kültürle daha hareketsiz daha katı şartlar altında muhatap olmak durumunda kalmışlardır.


Öyleyse bu durum bize neyi göstermektedir? Bu durum bize “etnisiteden” bahsedebilmemiz için bir devlet içinde bariz bir kurucu çoğunluğun ve ondan derece farkıyla ayrılabilen daha küçük demografik yapıların var olması gerektiğini göstermektedir.


Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz. Bir devlet içinde nüfusları birbirine yakın, kültürel belirleyicilik gücü açısından hemen hemen aynı toplumsal yapıların bulunması halinde o devlet içinde “etnik unsurlardan” bahsedilemez.


Bu bize modern devletin neden “millî devlet şeklinde” ortaya çıktığı konusunda da bir ipucu vermektedir. Zira devletin emniyet ve adalet sağlayıcı rolünün en düşük maliyetle karşılanabilmesinin yolu işlemlerin standardizasyonunu sağlayacak bir teklik meydana getirebilmektir. Bunun, bir hukuk devletinde temel hakların kısıtlanması için bir bahane olamayacağını sadece çoğunluğun meşru egemenlik göstergesi ve bir toplumsal katalizör olamsı açısından kabul ettiğimizi hemen belirtmeliyiz. Bunun sağlanabilmesinin en kısa yolu da büyük kültüre sahip ve diğer büyük kültürlerden ve millî unsurlardan rahatlıkla ayırt edilebilen toplumsal oluşumların kendi sınırları içinde kendi iletişim ve egemenlik vasıtalarını oluşturmaları…


Etniklik sorunu yaşamayan hemen hemen eş nüfuslu devletlerde zaman içinde iki tercih kendini belli emiştir. Ya İsviçre gibi çok dilli federatif oluşumlar veya Balkan ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri gibi her nüfus grubunun bağımsızlığını ilan etmesi söz konusu olmuştur.
Bu durumda “etnik problemden” bahsedebilmemiz için ortada iddi bir demografik eşitsizliğin ve kültürel çekim etkisi farkının olması gerektiğini söyleyebiliriz.


Peki etnik kimlik neden “küçük” sayılmalıdır, bu onu aşağılamak mıdır? Elbette hayır.
Buradaki “büyüklük” kendine benzetme yönünde kültürün cevaplayabilme gücünün bir ölçüsüdür. Bir kültür , ne kadar çeşitlilik taşıyorsa hayatın sorunlarına karşı cevap verebilmek gücü o kadar artar. Bu, herhangi bir tamir için elinizde kaç çeşit aletiniz olduğuna benzer.
Etnik topluluklar, kurucu millî unsurlara göre nispeten çok daha kapalı, az nüfuslu, tarihte fazla hareketlilik göstermek imkânı bulamamış ve bu yüzden de gerek ırken gerekse kültürel açıdan çok daha homojen topluluklardır.


Etnik topluluğun küçük kültüründen bahsetmemizin bir diğer sebebi, tarihsel açıdan daha kapalı bir yapı sergilemelerinden dolayı, davranış kodlarının daha somut şekillenmesi, beraberliğin, soyut ilkelerden ziyade bu somut kurallara dayanmasındandır. Bu noktaya özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir çünkü kapalı toplumsal yapılarının somut ve genellikle çok az değişen kurallarına mukabil, büyük kültürün çeşitliliğinden doğan sorunlara yönelik kodlanan soyut ve tadil edilebilir kuralların varlığı etnik grupların en başta gelen uyum sorunudur.


Etnik gruplar varlıklarını, çoğunluğun, kendilerine göre “ifsat edici” soyut kurallarından ziyade, geleneklerinin kemikleşmiş emirlerine bağlamayı daha emniyetli bulurlar. Nitekim medeni hukukun neredeyse yüz yıldır uygulandığı memleketimizde hâlâ etnik unsurların “aile meclisi kararı” ile idam hükmü verebilmeleri bunun bir delilidir.


İşte bu noktada mevcut etnik siyasetin bir toplam röntgenini karşımızda buluyoruz.
Nitekim mevcut etnik siyaset, etnikliği ırka ve dile dayandıran, etnik grupların “kural tutuculuğundan” beslenen ve bunu sürdürmeyi hedef kitlesi için daha iyi bulan, etnisiteyi toplum içinde temsil etmekten ziyade onu toplumdan ayırarak korumayı amaçlayan, toplumun geneline değil, kendi kapalı toplumsal yapısına dönük çalışan bir görünüm arz etmektedir.
Bu yanlış mıdır? Şüphesiz değildir. Elbette bir etnik grubun temsilcisi olarak ortaya çıkan parti seçmenlerine, temel haklara kesin bir saygıyı göstermek kaydıyla istediği gibi hitap edebilir.
Etnik siyasetin temel çelişkisi, içinde yeşerdiği ve temsil imkânı bulduğu heterojen toplumsal yapıyı aynı zamanda varlığına karşı rakip görmesidir. Bu çelişkisini bir de “şiddet” ile ifade etmeye kalktığında ise sadece kendi meşruiyetini tartışmaya açmaz, temsil iddiasından dolayı müşterilerinin arz ve talep endekslerini de çarpıtır.


İşte bu noktada liberal okul bir kere daha temel haklar kuramı/ tespiti ve hukuk devleti ideali ile etnik siyasetçilere ışık tutabilecek durumda görünmektedir.
Nasıl böyle bir ihtiyaçtan bahsedebiliriz? Liberal olmayan bir etnik siyaset yürütülemez mi?

Elbette yürütülebilir ama böyle bir siyasetin yaratacağı sonuçların hukuk, ahlak ve fayda açısından arzu edilir olup olmayacağı ciddi şekilde düşünülmeli.
Kabaca bir akıl yürütmeyle liberal bir etnik siyasetin nasıl olabileceği üzerinde kafa yorarsak karşımıza şunlar çıkar.


Liberal bir etnik siyaset “şiddet” tercihini kesin şekilde reddeden ve tadil edilebilme kapasitesini barındıran hiçbir devlete karşı şiddeti benimsemeyen bir hareket olmalıdır.
Liberal haklar düşüncesi herkesin bir diğerinin temel hakları asgari müşterekinde “eşit” sayılması dışında bir hak kategorisi ihdas etmez. Dolayısıyla liberal ilkelerden yararlanabilecek bir etnik siyaset için “haklar” “imtiyazlar” anlamına gelmez. Liberal değerlerle biçimlenmiş bir etnik siyaset, ülkenin geri kalanını yok sayarak kendi seçmenine bu anlamda “imtiyaz” kazandırma aracı olamaz. O sadece kendi seçmeninin temel haklarının, çoğunluk iradesinin keyfiliğinden sürekli korunmasını sağlamaya çalışır.


Zira temsil çok ciddi bir sorumluluktur ve temsilcilerin hele ciddi meşruiyet iddiaları var ise siyaset usulü konusundaki tercihleri doğrudan doğruya seçmenlerini bağlar. Bu açıdan sözlerinin haklılığını savunmak için sürekli silahlı tehditten yararlanan bir siyaset arzcısı, bunun bir talebin seslendirilmesi olduğunu söylüyor ise müşterilerinin bu tercihten sorumsuz olmamaları söz konusu olamaz.


İşte bu temsil iddiası özellikle etnik siyasetin, toplumsal barışa hizmet etmekte liberal okuldan yararlanması ihtiyacının sebebidir de.
Ülkemizin ifade hürriyeti sicilinin parlak olmadığı hepimizin malûmudur.


O halde aklımıza şöyle bir soru gelebilir, gelmelidir:
Bir memlekette ifade hürriyeti sorunun halli için en iyi yol, her grubun kendi otarşisini meydana getirmesi midir yoksa bu hürriyetin ayrımsız tanınması için devletin tadil edilmesi midir?

Etnik siyasetin içinin nasıl doldurulduğuna göre bu soruya verilecek cevaplar değişecektir.
Etnik bir siyasetin mutlak şekilde farklılaştırıcı ve izole edici olması gerektiğini düşünen herhangi bir siyasetçi ancak bunun ahlaki olduğuna dayalı geleneksel kabul büyük ihtimalle otarşiyi savunacak ama bunun topluma maliyetinin ne olacağı, buna karar vermek yetkisinin kimde olduğu, şiddet kullanımının “vatandaşlığın” sorumluğunda yerinin olup olmadığı konularını ise görmezden gelecektir.

Bu anlayış aynı zamanda herhangi bir meşruiyet testine gerek duymaksızın şiddet yoluyla hak talep edebilmek tavrını “siyaset” diye sunabilecektir. Siyaset alanını şiddete açmanın, toplumsal cevabı konusunda kafa yormaya gerek duymayacak, kendi şiddet ve tehdit söyleminin seçmenlerinin durumunu nasıl etkilediğini asla düşünmeyecektir.
Oysa liberal bir etnik siyasette hakların farklılıktan değil, bizatihi insan olmaktan kaynaklandığı ve hakkın imtiyaz demek olmadığı bilinecektir.


Liberal değerlerle donatılmış bir etnik siyaset, kendi müşterisini izole ederek ona emniyet illüzyonu sağlamak yerine, ifade hürriyetinin sürekli gözetilmesinde duyarlılık göstererek, kapalı toplumun kültürel hareketliliğini arttıracak, onun daha soyut ilkelerle belirlenen kurallarla yaşamasını sağlayacaktır. Liberal bir etnik siyaset için devlet farklılıklardan dolayı yıkılması gereken bir yapı olmayıp haklar temelinde sürekli tadil edilmesi gereken bir asgari müşterek olacaktır.


Liberal bir etnik siyasetin liberalizmden alacağı şiddetsizlik kabulü ve temel haklar duyarlılığı onu yalnızca seçmeninin kabile gerilimlerinin basit bir koruyucusu, taşıyıcı olmaktan öteye götürecek aynı zamanda ona toplumun geri kalanında da ideolojik bir saygınlık kazandıracaktır. Umalım ki şimdiye kadar etnik siyasete yön veren kolektivist şiddet söylemi yerini liberal değerlerle sağlanan temastan sonra hukuka dayalı ve barışçı bir söyleme terk etsin. Aksi takdirde. Çoğunluğa terör şantajıyla boyun eğdirmek söyleminde ısrarla yürüttüğü “haklar” istismarı ile sözüm ona savunduğu ifade hürriyetine kalıcı zararlar verecektir.



Modern devletlerin büyük ölçüde kurucu millî çoğunluklara dayandıkları bir gerçektir.
Peki bu neyi gösterir? Modern devletin “milleti” icat ettiğini mi? Yoksa imparatorluk tecrübesine sahip milletlerin, kurucu çekirdeklerinin, imparatorlukların dağılmasından sonra, nüfus yoğunluklarına göre diğer unsurlardan ayrılarak resmî sınırlarını çizdiklerini mi?
Sanırım bu izahlardan ikincisi akla daha yakındır, çünkü millî adların ve kimliklerin Fransız İhtilali’nden çok daha önce bilindiği inkâr edilemez bir hakikattir.
İkinci izahın aklîliğine kuvvetli bir delil de etnik kimliklerin varlığıdır.


“Etnik” genelde yerleşik Avrupa “medeniyet” anlayışının dışında kalan, yani “evrensel” diye kabul edilen “medeniyet”ten ayrı kalmış, bir nevi “ikinci sınıf” kültürel yapıyı anlatmak için kullanılan bir terim. Bunun yanı sıra sık sık büyük kültür demografisinden “ırkî” farkla ayrılmayı da ifade etmek üzere kullanılıyor.


Sıkıntı da zaten “etnik” kelimesinin iki dilli kullanımından kaynaklanmakta…
Meselâ Türk kültürü, yerleşik Avrupa kültürel kodlarından belirgin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu durumda ona “etnik” demek sosyolojik açıdan anlamlımıdır? Avrupa merkezli bir bakışla buna cevap vermek kolaydır. Oysa tarihi kökleri çok derinler giden ve büyük bir çeşitlilik barındıran Türk, Çin,Hint kültürleri Avrupa merkezî kültürel kodlarıyla ontolojik açıdan son derece farklı ve bu yüzden onunla mukayesesi imkânsız kültürlerdir.


Bu durumda “etnik” kelimesinin geriye kalan anlamı “ırkî” farklılıktır. Bu kullanım, bir farklılığı ispatlamakta en kolay delil olarak genetiği benimsemek tavrının ifadesidir ki bilim felsefesindeki “mekanistik materyalizm” aşamasına tekabül eder.


Bilimsel metodoloji açısından bakıldığında, katı coğrafî sınırlarla kısıtlanmamış toplumlar dışında, sosyolojik kimliklerin genetiğe nasıl dayandırılabileceği çok ciddi bir problemdir. Zira bu gün çok az örnek dışında hiçbir insan topluluğu için “ad verici” bir genetik standarttan bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki sosyolojiye genetiği bu şekilde karıştırmak, 20.yyın en kanlı ideolojilerinin giriştiği toplum mühendisliği projelerinin yenilenmiş bir ırkçı uyarlamasıdır.
Bu açıdan “etnik” kelimesinin ırka atfen kullanılması hem metodolojik olarak hem de etik açıdan yanlıştır.


Yazımızın başında millî devletlerin ortaya çıkışında etnik kimlikleri delil olarak göstermemizin sebebi burada karşımıza çıkmaktadır.


Bu noktada sosyoloji mantığına ve toplumsal gerçeklere daha uygun, açıklama gücü daha yüksek bir “etnisite” tanımı ihtiyacı hâsıl olmaktadır.


Çünkü etnisiteyi Avrupa merkezli, tanımlamaya kalkmak bizi Avrupa dışı bütün kültürleri ikinci kalite gibi görmek kibrine götürdüğü gibi onu doğrudan “ırkla” (genetikle) ilişkilendirmek de savunduğumuz hümanist değerlerin ırkçılıkla lekelenmesine sebep olacaktır.
O halde ne yapmalıyız?


Modern devletlerin, kurucu millî çekirdekler çevresinde oluşmasıyla beraber her bir millî devletin içinde bu kurucu çoğunluktan bir şekilde veya derecede farklılaşan daha küçük demografik unsurlar kendilerini belli etmeye başlamışlardır.
Bu unsurlar, tarihte çeşitli millî egemenlikler altında, sınır belirsizliklerinden dolayı nispeten daha seyyar yaşayabilmiş unsurlardır.


Sınırların büyük kültürlerin yoğunluk derecelerine göre belirlenmesiyle bu unsurların hareketliliği ortadan kalkmış ve büyük kültürle daha hareketsiz daha katı şartlar altında muhatap olmak durumunda kalmışlardır.


Öyleyse bu durum bize neyi göstermektedir? Bu durum bize “etnisiteden” bahsedebilmemiz için bir devlet içinde bariz bir kurucu çoğunluğun ve ondan derece farkıyla ayrılabilen daha küçük demografik yapıların var olması gerektiğini göstermektedir.
Bu durumu şöyle de açıklayabiliriz. Bir devlet içinde nüfusları birbirine yakın, kültürel belirleyicilik gücü açısından hemen hemen aynı toplumsal yapıların bulunması halinde o devlet içinde “etnik unsurlardan” bahsedilemez.


Bu bize modern devletin neden “millî devlet şeklinde” ortaya çıktığı konusunda da bir ipucu vermektedir. Zira devletin emniyet ve adalet sağlayıcı rolünün en düşük maliyetle karşılanabilmesinin yolu işlemlerin standardizasyonunu sağlayacak bir teklik meydana getirebilmektir. Bunun, bir hukuk devletinde temel hakların kısıtlanması için bir bahane olamayacağını sadece çoğunluğun meşru egemenlik göstergesi ve bir toplumsal katalizör olamsı açısından kabul ettiğimizi hemen belirtmeliyiz. Bunun sağlanabilmesinin en kısa yolu da büyük kültüre sahip ve diğer büyük kültürlerden ve millî unsurlardan rahatlıkla ayırt edilebilen toplumsal oluşumların kendi sınırları içinde kendi iletişim ve egemenlik vasıtalarını oluşturmaları…


Etniklik sorunu yaşamayan hemen hemen eş nüfuslu devletlerde zaman içinde iki tercih kendini belli emiştir. Ya İsviçre gibi çok dilli federatif oluşumlar veya Balkan ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri gibi her nüfus grubunun bağımsızlığını ilan etmesi söz konusu olmuştur.
Bu durumda “etnik problemden” bahsedebilmemiz için ortada iddi bir demografik eşitsizliğin ve kültürel çekim etkisi farkının olması gerektiğini söyleyebiliriz.


Peki etnik kimlik neden “küçük” sayılmalıdır, bu onu aşağılamak mıdır? Elbette hayır.
Buradaki “büyüklük” kendine benzetme yönünde kültürün cevaplayabilme gücünün bir ölçüsüdür. Bir kültür , ne kadar çeşitlilik taşıyorsa hayatın sorunlarına karşı cevap verebilmek gücü o kadar artar. Bu, herhangi bir tamir için elinizde kaç çeşit aletiniz olduğuna benzer.
Etnik topluluklar, kurucu millî unsurlara göre nispeten çok daha kapalı, az nüfuslu, tarihte fazla hareketlilik göstermek imkânı bulamamış ve bu yüzden de gerek ırken gerekse kültürel açıdan çok daha homojen topluluklardır.


Etnik topluluğun küçük kültüründen bahsetmemizin bir diğer sebebi, tarihsel açıdan daha kapalı bir yapı sergilemelerinden dolayı, davranış kodlarının daha somut şekillenmesi, beraberliğin, soyut ilkelerden ziyade bu somut kurallara dayanmasındandır. Bu noktaya özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir çünkü kapalı toplumsal yapılarının somut ve genellikle çok az değişen kurallarına mukabil, büyük kültürün çeşitliliğinden doğan sorunlara yönelik kodlanan soyut ve tadil edilebilir kuralların varlığı etnik grupların en başta gelen uyum sorunudur.
Etnik gruplar varlıklarını, çoğunluğun, kendilerine göre “ifsat edici” soyut kurallarından ziyade, geleneklerinin kemikleşmiş emirlerine bağlamayı daha emniyetli bulurlar. Nitekim medeni hukukun neredeyse yüz yıldır uygulandığı memleketimizde hâlâ etnik unsurların “aile meclisi kararı” ile idam hükmü verebilmeleri bunun bir delilidir.


İşte bu noktada mevcut etnik siyasetin bir toplam röntgenini karşımızda buluyoruz.
Nitekim mevcut etnik siyaset, etnikliği ırka ve dile dayandıran, etnik grupların “kural tutuculuğundan” beslenen ve bunu sürdürmeyi hedef kitlesi için daha iyi bulan, etnisiteyi toplum içinde temsil etmekten ziyade onu toplumdan ayırarak korumayı amaçlayan, toplumun geneline değil, kendi kapalı toplumsal yapısına dönük çalışan bir görünüm arz etmektedir.
Bu yanlış mıdır? Şüphesiz değildir. Elbette bir etnik grubun temsilcisi olarak ortaya çıkan parti seçmenlerine, temel haklara kesin bir saygıyı göstermek kaydıyla istediği gibi hitap edebilir.
Etnik siyasetin temel çelişkisi, içinde yeşerdiği ve temsil imkânı bulduğu heterojen toplumsal yapıyı aynı zamanda varlığına karşı rakip görmesidir. Bu çelişkisini bir de “şiddet” ile ifade etmeye kalktığında ise sadece kendi meşruiyetini tartışmaya açmaz, temsil iddiasından dolayı müşterilerinin arz ve talep endekslerini de çarpıtır.


İşte bu noktada liberal okul bir kere daha temel haklar kuramı/ tespiti ve hukuk devleti ideali ile etnik siyasetçilere ışık tutabilecek durumda görünmektedir.
Nasıl böyle bir ihtiyaçtan bahsedebiliriz? Liberal olmayan bir etnik siyaset yürütülemez mi? Elbette yürütülebilir ama böyle bir siyasetin yaratacağı sonuçların hukuk, ahlak ve fayda açısından arzu edilir olup olmayacağı ciddi şekilde düşünülmeli.
Kabaca bir akıl yürütmeyle liberal bir etnik siyasetin nasıl olabileceği üzerinde kafa yorarsak karşımıza şunlar çıkar.


Liberal bir etnik siyaset “şiddet” tercihini kesin şekilde reddeden ve tadil edilebilme kapasitesini barındıran hiçbir devlete karşı şiddeti benimsemeyen bir hareket olmalıdır.
Liberal haklar düşüncesi herkesin bir diğerinin temel hakları asgari müşterekinde “eşit” sayılması dışında bir hak kategorisi ihdas etmez. Dolayısıyla liberal ilkelerden yararlanabilecek bir etnik siyaset için “haklar” “imtiyazlar” anlamına gelmez. Liberal değerlerle biçimlenmiş bir etnik siyaset, ülkenin geri kalanını yok sayarak kendi seçmenine bu anlamda “imtiyaz” kazandırma aracı olamaz. O sadece kendi seçmeninin temel haklarının, çoğunluk iradesinin keyfiliğinden sürekli korunmasını sağlamaya çalışır.


Zira temsil çok ciddi bir sorumluluktur ve temsilcilerin hele ciddi meşruiyet iddiaları var ise siyaset usulü konusundaki tercihleri doğrudan doğruya seçmenlerini bağlar. Bu açıdan sözlerinin haklılığını savunmak için sürekli silahlı tehditten yararlanan bir siyaset arzcısı, bunun bir talebin seslendirilmesi olduğunu söylüyor ise müşterilerinin bu tercihten sorumsuz olmamaları söz konusu olamaz.


İşte bu temsil iddiası özellikle etnik siyasetin, toplumsal barışa hizmet etmekte liberal okuldan yararlanması ihtiyacının sebebidir de.
Ülkemizin ifade hürriyeti sicilinin parlak olmadığı hepimizin malûmudur.
O halde aklımıza şöyle bir soru gelebilir, gelmelidir:


Bir memlekette ifade hürriyeti sorunun halli için en iyi yol, her grubun kendi otarşisini meydana getirmesi midir yoksa bu hürriyetin ayrımsız tanınması için devletin tadil edilmesi midir?
Etnik siyasetin içinin nasıl doldurulduğuna göre bu soruya verilecek cevaplar değişecektir.
Etnik bir siyasetin mutlak şekilde farklılaştırıcı ve izole edici olması gerektiğini düşünen herhangi bir siyasetçi ancak bunun ahlaki olduğuna dayalı geleneksel kabul büyük ihtimalle otarşiyi savunacak ama bunun topluma maliyetinin ne olacağı, buna karar vermek yetkisinin kimde olduğu, şiddet kullanımının “vatandaşlığın” sorumluğunda yerinin olup olmadığı konularını ise görmezden gelecektir. Bu anlayış aynı zamanda herhangi bir meşruiyet testine gerek duymaksızın şiddet yoluyla hak talep edebilmek tavrını “siyaset” diye sunabilecektir. Siyaset alanını şiddete açmanın, toplumsal cevabı konusunda kafa yormaya gerek duymayacak, kendi şiddet ve tehdit söyleminin seçmenlerinin durumunu nasıl etkilediğini asla düşünmeyecektir.
Oysa liberal bir etnik siyasette hakların farklılıktan değil, bizatihi insan olmaktan kaynaklandığı ve hakkın imtiyaz demek olmadığı bilinecektir.


Liberal değerlerle donatılmış bir etnik siyaset, kendi müşterisini izole ederek ona emniyet illüzyonu sağlamak yerine, ifade hürriyetinin sürekli gözetilmesinde duyarlılık göstererek, kapalı toplumun kültürel hareketliliğini arttıracak, onun daha soyut ilkelerle belirlenen kurallarla yaşamasını sağlayacaktır. Liberal bir etnik siyaset için devlet farklılıklardan dolayı yıkılması gereken bir yapı olmayıp haklar temelinde sürekli tadil edilmesi gereken bir asgari müşterek olacaktır.


Liberal bir etnik siyasetin liberalizmden alacağı şiddetsizlik kabulü ve temel haklar duyarlılığı onu yalnızca seçmeninin kabile gerilimlerinin basit bir koruyucusu, taşıyıcı olmaktan öteye götürecek aynı zamanda ona toplumun geri kalanında da ideolojik bir saygınlık kazandıracaktır. Umalım ki şimdiye kadar etnik siyasete yön veren kolektivist şiddet söylemi yerini liberal değerlerle sağlanan temastan sonra hukuka dayalı ve barışçı bir söyleme terk etsin. Aksi takdirde. Çoğunluğa terör şantajıyla boyun eğdirmek söyleminde ısrarla yürüttüğü “haklar” istismarı ile sözüm ona savunduğu ifade hürriyetine kalıcı zararlar verecektir.

15 Eylül 2009 Salı

Etnik Irkçı Siyasetin Kürt Sorununda Yeri Olabilir mi?


Kürt meselesinin çözümünde suçlanan genellikle iki kavram görüyoruz: Lâiklik ve milliyetçilik.
Bilhassa liberal yazarların akla yakın şekilde ortaya koydukları izahlara göre resmî lâiklik anlayışımız, toplumsal birleştiricimiz olan dinin, doğal gelişmesine engel olmuş ve bütünlüğün azalmasına yol açmıştır.

Türkiye’de sancılı bir laiklik algısının egemen olduğu büyük ölçüde doğru... Bu anlayış, toplumun “kendi uygulama şeklini” belirlemesine engel oluyor ve “cemaatleşmeyi” keskinleştiriyor.
Ama bu, Türkiye’nin etnik probleminde bana göre başat bir yer tutmuyor.
Gelelim diğer suçlamaya…

Buna göre devletin “kurucu” felsefesi “etnik” bir milliyetçiliğe döndürülerek Kürt toplumu yok sayılmıştır.

Bu söylem bir doğruluğun ancak bir kısmına tekabül etmektedir. Nedense bunu sürekli telaffuz edenler, şikâyet ettikleri tek parti diktasının Türk milliyetçilerine ettikleri ezayı görmezden gelmektedirler. Burada da “Bize yapılanı sayarız, gayrısı ele olsun..” diye ifade edebileceğimiz bir samimiyetsizlik göstermektedirler.

Bunun yansıra suçlanan Türk milliyetçiliğinin fikri kaynakları hiç incelenmeden, sürekli şekilde nazi özentisi tek parti politikalarının ısıtılıp öne sürülmesi de “bilimsel” etikle pek bağdaşmamaktadır.

Meseleye tarihi bir açıdan bakarak kökeni tespit ettiğini söyleyen bilhassa liberal yazarlarımız, meselenin nedense sadece cumhuriyetin inkârcı politikalarının eseri olduğunu söylemekten hoşlanıyorlar. Oysa İstiklâl Harbi ve öncesinde bilhassa büyük devletlerin Ortadoğu petrol politikalarıyla Kürt aşiretlerinin kaç defa isyan ettiklerini, bölgede Türk devletinin emniyetini kaç kere tehdit ettiklerini, bağlısı oldukları hukuk sağlayıcıyı kaç defa başka devletlerle anlaşarak yok saydıklarını nedense telâffuz etmiyorlar.

Kürt meselesi, tamamen masum ve mazlum bir topluma yönelik hiç yoktan ortaya çıkarılmış bir ırkçı ayrım politikasının eseri değildir. Bu sorunda etnik ırkçılığın ve ayrılıkçılığın “sorun olmak” sorumluluğundan kaçması mümkün değildir.

Bu meselenin tarihi kökeninde etnik ırkçı Kürt hareketlerinin eylemlerinin Türk toplumu ve devleti üzerindeki etkileri inkâr edilerek gerçekten Kürt toplumunun hayrına bir iş yapılabilir mi?

Görünen odur ki Türk devletinin bölgesel olarak zayıfladığı sanılan her devirde bölgede etnik ırkçı isyanlar baş göstermiştir. Mesele bu isyan “geleneğinin” devrin gereklerine göre meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır.

Bu meselenin tartışılmasında ana nokta, Türk çoğunluğun iradesinin, izlenimlerinin ve ortak hatırasının etkisinin görmezden gelinmesidir. Bunun yansıra sürekli sosyolojiye aykırı şekilde türk adının devletin bir icadı olduğu safsatasının vurgulanması da etnik kimliğe karşı millî kimliğin reddi gibi bir ikiyüzlülüğü göstermektedir ki tartışmayı tıkayan esas sebeplerden birisi de budur. Millet realitesinin inkârının ırkçı bir temeli olduğu nedense özenle gizlenmektedir.
Çünkü etnik kimlik siyasetinin temeli ırkî farklılık iddiasına dayanmaktadır. Sınırlı bir bölgede sınırlı bir nüfusa ve sıkı akrabalık ilişkilerine dayanan etnik topluluğun teşekkül şartları ve anlayışı ile tarihî bir hukuk birliği altında oluşmuş heterojen ve büyük kültürlü bir toplumu anlamak mümkün değildir. Zaten etnik ırkçı ve onların destekçisi bazı liberal okumuşlar da bunu anlamak yerine peşinen reddederek tartışma alanında pozisyon üstünlüğünü elde etmeye çalışmaktadırlar.

Oysa etnik bir kimlik ne kadar gerçekse millî kimlik bir o kadar gerçektir. Bu, Türk adının cumhuriyetle yaratıldığı safsatasıyla örtülemeyecek bir hakikattir. Dünyada nüfusu iki yüz elli milyon civarındaki koskoca bir millî oluşumun varlığını, adını, cumhuriyetin ilanına bağlamak ne tarih felsefesiyle ne sosyoloji ile ama ne kötüsü ne de entelektüel namusla bağdaşabilir.
Ülkemizdeki etnikçi siyasetin temel sorunu, kendi kabileci mantığından sıyrılamamak, muhatabını kendisi gibi sanmaktır. Oysa Türkiye’de bir Türk “etnisitesi” yoktur. Bunun iki sebebi vardır, birincisi Türk adı gerek ırkî gerekse kültürel olarak büyük bir çeşitliliğe karşılık gelir, ikincisi de Türk varlığının, derin bir egemen devlet tecrübesiyle var olduğu, büyük bir coğrafî dağılımın bir parçası olmasıdır.

Dolayısıyla Türk adı altında pek çok etnik grup rahatça birleşmiştir ama Kürt adının öyle bir kapsayıcılığı yoktur. Bunun sebebi de daha önce belirttiğimiz gibi Kürt etnisitesinin çok sınırlı bir coğrafyada yaşadığı kapalı toplum tecrübesidir.

Bunu dile getirmemizin sebebi şudur: Türk denen heterojen toplumun “egemenlik” hakkının derin tarihi kökenleri ve meşru gerekçeleri vardır. Irkî homojenlik bu gerekçelerden biri değildir! Oysa etnikçi siyasetin yegâne meşruluk gerekçesi, hedef kitlesinin ayırt edilebilir bir genetik farklılığı olduğu iddiasıdır! Bu durumda varlığı, derin tarihi kökene ve çok daha soyut kavramlara dayanan bir kimlik ve bu kimliğin devletini ırkçı gerekçelerle reddetmek saçmalıktan öteye gitmediği gibi aynı zamanda da ahlâkdışıdır.

Türkiye’de derin bir ifade hürriyeti probleminin olduğu inkâr edilmez. Bu problemin pek çok muhatabından biri de şüphesiz etnik topluluklardır. Ama ifade hürriyetinin tek mağduru etnik topluluklar değildir.

Bu ifade hürriyeti sorunu sürekli etnik siyasetin ırkçı perspektifinden “devletin meşruluğuna” indirgenmeye çalışılmakta böylece meşruiyetini kaybeden devletten ayrılmak talepleri haklılaştırılmaya çalışılmaktadır.

Meselenin ihmal edilen diğer yanı, hukuk devletine ulaşmak idelinde etnikçi söylemin yeridir. Mesele bir hukuk devleti teşkil etmekse, yapılacak şey, hürriyetlerin bütün vatandaşlar için tanınmasını sağlamaktır. Dolayısıyla ayrımcılığa uğrayan vatandaşların varlığı, bir hukuk devleti arayışındaki her vatandaş için bir ayıp olmalıdır.
Buraya kadarki akıl yürütmemizde şunu görmekteyiz ki “hukuk devleti” vatandaşların çoğunluğunun olduğu kadar azınlığının da kimliklerine kör ve sağır olmalı, yani ne çoğunluğun ne de azınlığın “tedarik edicisi” olmalıdır. Bu kimliklerin ifade edilmesine ise kısıtlama getirmemelidir.

Oysa etnikçi siyaset “Biz farklıyız!” derken bu farklılığın, çoğunluğun egemenliğini tanımamak gerekçesi olduğundan bahsetmektedir ki meselenin özü de budur. Dolayısıyla neden toplum, ifade hürriyeti konusunda geniş bir mutabakattan bahsederken Kürt sorununun nasıl hâlâ var olabildiğinin cevabı budur.

Çünkü etnik ırkçılar gerçekte toplumsal mutabakatla ve bu mutabakatın niteliğiyle ilgilenmemektedir. Onlar yalnızca “Kürt adının temsili” söylemiyle çoğunluk iradesinden kopabilmenin derdindedirler. Aynı hukuk kurallarının herkese ayrımsız şekilde uygulandığı , hakların tam bir teminat alındığı ideal bir hukuk devletinde etnik siyasetin, etnik ayrımcılığa geçit vermemek dışında ne gibi bir pozitif temsili veya politikası olabilir? Zaten etnikçi söylemlerin temelinde hukuk devleti idealine yönelik bir siyasi ve hukuki birlik değil, “temsilin” , çoğunluktan ırki ve lisani gerekçelerle net şekilde ayrılabildiği federatif yapıdan tam bağımsızlığa kadar çeşitlendiği bir ırkçı otarşi emeli yatmaktadır. Zaten terör destekçisi etnik ırkçı siyasetçiler bunu açıkça ifade etmektedirler.

Unutulan şey, toplumun genelinde rahatsızlık yaratan ifade hürriyeti kısıtlamalarına rağmen toplumsal hayatımızın varisi olduğu kültürel kodların, bu kısıtlamaları kompanse etmesidir. Etnik ırkçılar son olarak bu dengeleme davranışını bozarak kendi toplumsal ayrılıkçı görüşlerini hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Toplumdaki çatlamanın maliyeti üzerinde en ufak fikirleri yoktur. Hesapları, maliyeti ,nefret ettikleri Türk çoğunluğa yıkarak hem maddi refahtan kopmamak hem de çoğunluk iradesinden ayrı şekilde yaşayabilmektir. Oysa bu ikisi ayrılamaz.
Bugün Türk toplumunun, etnik teröre rağmen etnik ırkçılığın tavrına aynı şekilde cevap vermemesinin en büyük sebebi kendi egemenlik alanı hakkındaki ve bu alanı yaratan kültürel kodlarına duyduğu derin güvendir.

Türk milleti kendi egemenlik alanında meşru hak taleplerinin karşılanması konusunda zaten duyarlı olduğunu her kamuoyu araştırmasında göstermektedir. Buna rağmen bir Kürt sorunun varlığında ısrar etmek bu sorundan nemalanarak Türk adının inkârını sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Türk milletinin kendi topraklarındaki egemenlik hakkı ne sosyolojiye ve tarihe aykırı bir takım marksist ulus kuramlarıyla ne de etnik ırkçılığın zulüm söylemleriyle ortadan kaldırılabilir.

Bir hukuk devletinde, yani fertlerin her birinin ayrı ayrı gerek devlete gerekse kabadayılara karşı hakkının teminat altına alındığı bir devlette etnik problem sadece ifade hürriyetinin sürekli denetlenmesinden ibaret kalacaktır. Türkiye’nin gitmesi gereken yön, her ifade hürriyeti talebine bir siyasî bağımsızlık vermek değil, bu taleplerin şiddet içermedikleri müddetçe kısıtlanmamalarıdır.
Peki Türkiye’deki etnik siyaset acaba bu yönce bir hukuk devleti için mi uğraşmaktadır? Yoksa “hak talebi” adı altında çoğunluk iradesinin inkârına yönelmekte, bu şekilde kendince bağımsızlık istemekte ve bunun için şiddeti de meşrulaştırmakta mıdır?
Buraya kadar etnik ırkçı söylemin mantığının çarpıklığını ve ahlâk dışılığını dile getirirken aynı zamanda şunu da söylemek istedik.

Ülkemizde etnik siyaset, bahsettiği “haklar” söylemiyle bağdaşmayan ırkçı ve saldırgan bir örgütlenmedir. Çünkü ifade hürriyeti taleplerinin muhatabı olan devleti tanımamakta ve kendi meşruiyet sahasını, kurucu egemen çoğunluğa şiddete ve tehdide dayanarak yapmaya çalışmaktadır.

Mevcut etnikçi siyaset ile Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü mümkün değildir. Çünkü meselenin kapsamı ve bağlamı konusunda belirleyici olmaya çalışan etnikçi siyasetin teorik temeli ve benimsediği şiddet metodu zaten hukuk devleti idealine aykırı ve ahlâk dışıdır.



14 Eylül 2009 Pazartesi

Y a Etnik Terör?


“Demokratik açılımda” mangalda kül bırakmayanların, vicdanlarını nasıl sığdırdıklarını anlayamadığım bir mesele var; o da etnik terör.

Ortada açıkça ırkçı ve ayrılıkçı bir örgüt var. Her ne kadar “Biz ayrılmak istemiyoruz!” dese de aslında” Canımız istediğinde ayrılabilme istiyoruz!” diyorlar.

Yani? “Bu topraklarda sizin iradenizi yok sayıyoruz. Bu topraklarda bizim irademizin belirleyiciliğini kayıtsız şartsız tanımazsanız, askerlerinizi ve sivillerinizi öldürmeye devam edeceğiz!” deniyor.

Peki bu şiddet ve tehdit tavrı “açılımcı” okumuşlarımızı neden hiç rahatsız etmiyor?
Türkiye daha demokratik bir ülke olmalı mı? Şüphesiz evet! Herkesin, her bir vatandaşımızın “şiddeti açıkça davet etmeden” kendini ifade edebilmek hürriyeti artık yerleşmeli mi? Şüphesiz evet!

Peki Türkiye’de sözüm ona demokratik hak talep edenlerin bir ırkçı terör örgütünü bizim muhatabımız daha doğrusu “patronumuz” olarak dayatması neden “açılım” meraklılarının vicdanını hiç rahatsız etmiyor?

“ Kürt sorunu terör sorunu değildir!” diyen açılımcılarımızın iyi niyeti etnik siyasetçilerce sürekli istismar ediliyor ve bu iki sorununun aynı şeyler oldukları sürekli empoze ediliyor.

Eğer Kürt kökenli Türk vatandaşlarının bir ifade hürriyeti sorunu var ise bu şüphesiz hepimiz için bir vicdanî yaradır.

Ama Kürt kökenli Türk vatandaşlarının ifade hürriyeti sorununun çözümü için etnik terör bir metot ve teröristler de muhatap olarak dayatılıyorsa o zaman kimse “çözümün” önündeki engelin ne olduğunu tartışmamalı. Bu engel etnik terördür. Yani? Herhangi bir fikri, şiddet, korku ve tehdit ile kabul ettirmeye çalışmaktır.

Kürt kökenli vatandaşlarımızla etnik terörü aynileştirdiğiniz anda ki etnik ırkçı siyasetçilerin yapmaya çalıştığı budur, o vakit kimse “açılım” denen şeyin samimiyetinden şüphe duyulmasına kızmamalı.

Açılımda CHP ve MHP’nin yok sayılmasını demokrasinin gereği sayanların “PKK’nın yok sayılmasının gereğinde” neden ısrar etmediklerini anlamak imkânsız. Kaldı ki bu iki parti Türkiye Cumhuriyetinin iki meşru ve resmî siyaset aktörü ya PKK?

Görünen o ki etnikçi siyasetçiler Türk devletinin hukuk ve emniyet sağlayıcı otoritesini açıkça reddetmekte, etnik terör örgütünü kendi “askerleri” olarak görmektedirler. Bu durumda hâlâ Türkiye’de siyaset yapabilmelerine rağmen bize “demokrasi” dersi vermelerinin de radikal açılımcıları hiç rahatsız etmemesi mide bulandırıcı. TBMM’nin bir üyesinin Türk ordusu dışında bir örgütlenmeyi meşru kabul etmesi normal olarak “vatana ihanettir”.

Bu süreçte yapılan en büyük kötülük kavramların içinin boşaltılması ve eylemlerin muhakeme edilmesinin engellenmesidir. Bundan dolayı DTPli siyasetçilerin her beyanlarında açıkça görülen “ihanet” cevapsız kalabilmektedir. Etnik ırkçılar, zaten bizim devletimizi ve millî irademizi tanımadıkları için yaptıklarını ihanet olarak görmemektedirler de diğer “açılım” meraklıları bu sorunda kendilerini hangi tarafa ait hissetmektedirler; bunun seçimini bir an önce yapmalıdırlar. Eğer zaten Türkiye Cumhuriyeti’ne herhangi bir bağlılık hissetmedikleri için kendilerini “hain” olarak görmeyenlerin meşruiyetinden bahsedebiliyorlarsa o zaman “kendini bağlı hissetmeyen” herkesin eline silah alıp ayrılık talep etmesin meşru kabul edip etmediklerini de söylemeliler.
Sorunun çözümü bellidir:

Etnik terör örgütü son üyesine kadar bertaraf edilmelidir.
Etnik terörü açıkça destekleyenler derhal vatandaşlıktan çıkartılmalıdır.

Etnik terörü desteklemenin insanî ve ahlâkî anlamı üzerinde kafa yormak istemeyenler için bunlar şedit çözümler gibi görünebilir. Ama “çözümün” kapsamı sorunu “tanımlayanlarca” yani etnik ırkçılarca belirlenirse, aynı kişiler yaptıklarının ceremesini çekmeyi de kabul etmelidir.




11 Eylül 2009 Cuma

“Demokratik Açılımın” İçini Doldurmak:

Etnikçi Siyasetin Liberal Bir Eleştirisi

Bir memleketin ahalisine karşı devletin adaletsiz davranması şüphesiz memleketteki huzuru bozan ve devlete güveni zayıflatan bir olaydır.

Bu adaletsizliğin derecesine göre vatandaşlar farklı tepkiler verir. En nihayetinde, vatandaşların hayat haklarına tecavüze yeltenen bir devlet, “devlet” olmak vasfını kaybetmiş, bir zorbalar güruhu haline gelmiş demektir.

Burada önemli olan “hak ihlalinin “ derecesidir. İnsanın canını korumak için, saldırganı öldürmesi meşru kabul edildiği halde, nefis müdafaanın sınırlarını aşan güç kullanımında cezadan bahsetmek mümkündür.

Bir memleketin problemleri “tartışılırken” iki noktaya mutlaka riayet etmek gerekir.

Bunlardan birincisi “tartışmanın” zor kullanımı tehdidi altında yapılmaması.

İkincisi tartışmanın felsefi zemininin sağlanması.

Ülkemizde maalesef devletimizin “fert” algısı, “tehdit”, “başı bozukluk”, “karmaşa” gibi kavramların çağrışımlarıyla yüklüdür… Geleneğimiz “vasi” devleti kutsayan ve kullanan bir sosyal yapıdan neşet ettiği için ki aslında bu, karşılıklı bir etkileşimdir, “kendini ifade eden fert” bizim için yabancıdır ve yabancı olduğu için de tehlikelidir.

Bu yüzden son on beş yıldır, batı literatürünün temelini oluşturan “sivillik” muhafazakârımızdan sosyalistimize kadar hemen hepimize “bölünmeyi”, “çatışmayı” çağrıştırmaktadır.

Bütün bu menfi duruma rağmen ülkemiz, sokaklarında maaşlı yarı gönüllü milislerin gezip rejim bekçiliği yaptığı otoriter ülkelere kesinlikle benzemiyor.
Bizim göçebe ve “faydacı” kültürel kodlarımızla, ferdi mümkün mertebe yok saymaya eğilimli devletin tutumunun üstünden atlamayı becerebiliyoruz.

Ama bu esneklik veya “faydacılık” kolaycılığı aynı zamanda tartışmalarımızın felsefî bir zemine oturmasını engelliyor. Oysa kullandığımız devlet mekanizması modernizm döneminin bir ürünü, yani bakımının, onarımının , tadilatının kendi parçalarına ve mekanizmasına göre yapılması gerekiyor. Bu benzetme, çoğu okura fazlaca fizyokrat gelecektir şüphesiz fakat, “sebep- sonuç” kanunu, bizi tercihlerimizle bağlı kılmaktadır. Tetiği çekmeyi tercih ettiğinizde merminin bir yere zarar vermesinden sorumlu olacaksınızdır.

Ülkemizde etnik ırkçı “siyasetin” çıkmazı işte bu felsefi kaçınılmazlıktır.

Etnik ırkçı siyaset ( ki siyasetlerini temelindeki “farklı ırka mensup olmak” kendilerinin sürekli tekrarladığı bir ifadedir…) felsefi bir belirsizlikten yararlanabileceği kanaatiyle hareket etmektedir.

İşin kötüsü bu felsefi belirsizliği liberallerimiz dahi görmezden gelmektedir.
Felsefi bir belirlilik niçin gereklidir?

Çünkü meselâ “haktan” bahsettiğiniz anda “hak” kavramının anlamını ve çağrışımlarını da yanınıza çağırmışsınız demektir.

Dolayısıyla eğer kelimelerin anlamlarının bağlayıcılığı gibi bir şeye inanıyor isek, lisanî bir sorumluluk almışız demektir. Bu sorumluluk aynı zamanda söze dökmek fiilinin sonuçlarından kaynaklanan bir sorumluluktur. Bu yüzden kullandığımız kelimelere çok dikkat etmeliyiz. Aksi takdirde, şiddeti öven ve davet eden ifadelerden dolayı hiçi kimsenin ceza almaması gerekirdi. Oysa bu gün bırakalım şiddeti, bir topluluğa yönelik açık nefret ifade eden cümlelerin, kelimelerin dahi sorumluluğu ile karşı karşıyayız.

İşte bu noktada etnik ırkçı siyasetin söylemlerinin hangi felsefî tercihe dayandığının, bu tercihin, toplumu barış içinde ayakta tutacak, şimdiye kadar keşfedebildiğimiz en iyi yöntem olan liberal demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığını gözden geçirmeli ve onu muhakeme etmeliyiz.

Etnik ırkçı siyaset, sürekli “Kürt halkının demokratik haklarından” bahsetmektedir.

Bu kısacık ifadenin açılımı, açılımın niteliği konusunda bize şaşırtıcı bilgiler verecektir.
En başından başlarsak ifadedeki “Kürt halkı” kavramının anlamı veya dayanağını gözden geçirmeliyiz. Bu kavram veya olgunun dayanağı nedir? Bu dayanak, bit kolektif kabul müdür, bir ırkî farklılık mıdır, yoksa her ikisi birden midir?

Elbette kendine bir ad verilmiş, belli bir tarihsel serüven yaşamış bir bir insan topluluğu olarak herkes Kürt toplumunu bilmektedir.

“Kürt” adındaki bağlamsal değişikliğe kimse dikkat etmediği gibi toplumsal geçişliliği engellemek için bu değişiklik sürekli göz ardı edilerek toplumun ayrışması hedeflenmektedir.

Elbette bütün “sermayesi” farklılık asabiyeti olan bir siyaset pazarlamacısı için “değişim” korkulu bir şeydir. Çünkü onun sermayesi, “farklılığın” değişmeden kalmasıdır.

Temeli diyalektik materyalist Marksizm olan etnik ırkçı hareket için “ezilmişlik”, “sömürülmüş” kalıplarına artık sığmayan bir toplum gerçeği, kendisine yöneltilmiş herhangi bir muhalefetten çok daha tehlikelidir.

Liberal demokrasinin, ferdin toplumdaki çeşitli gruplar arasındaki ( sınıf kavramı artık açıkça anlamsızdır. Ancak ve yalnız, kanunlarla kendilerini toplumdan ayırmış ve bu yüzden belli bir bilinç ve menfaat birliği oluşturmuş kısıtlı bürokrasi için kullanılabilir...) serbest geçişliliğine imkân sağlayan yapısı ile etnik siyasetin “Kürt” tanımı felsefi açıdan uzlaşmazdır. Çünkü liberal bir demokraside bir insanın “farklılığının” onun “menfaat artışında” herhangi bir önemi ve yeri yoktur.

Çünkü etnik ırkçı siyaset pazarlamacısına göre toplumun geri kalanından “gözle görülür” şekilde ayırt edilemeyen bir topluluğun siyasetinden “kâr etmek” mümkün değildir. Burada etnik siyaset pazarlamacısının tek dayanağı somut akrabalık/kan ilişkisidir. İşe alınırken veya herhangi bir iş bağlantısında veya otobüse binerken ırkımızın farklığından bahsetmek, sadece çağdaş liberal demokrasi açısından tutarsızlık değil, insani ilişkiler açısından bile büyük bir ayıptır.

Buna ilaveten etnik ırkçı siyaset, kendi pazarlama hareketine “soyut” bir yön katarak meşruiyet kazanmaya çalışmakta ve ortaya “dili” getirmektedir. Buna göre farklı bir dili konuşan bir toplumun “ayrılığının” mütalâa edilmesi kaçınılmazdır.

Sorun şu ki farklılık “ayrılmayı “gerektirmemektedir. Herhangi bir farklılığın kendini diğerlerinden izole etmek hakkından bahsetmek, “toplum “denen heterojen yapının zaten varoluş sebebini kabul etmemektir.

Toplum, soyut kurallar etrafında bütünleşmiş, bu kurallara mutabakat dışında aynîlik taşımayabilecek fertlerden oluşur. Oysa etnik ırkçı siyaset kendini kaçınılmaz şekilde “farklılık kollektivitesi” ile tanımlamaktadır. “ Farklılığın “kurallardan bağışık olmayı gerektirdiğini söylemeye çalışmaktadır. Bunu da “kuralların” içinden çıktığı toplumu reddederek yapmaktadır. Bu sadece o toplumu yok saymak değildir, o toplumun “belirleyiciliğini reddetmek”tir.

Oysa bu belirleyicilik sosyolojinin tabiatındandır. Her kültür kendine göre bir çekim merkezidir. Bazı kültürler, tarihin çok daha eski dönemlerine dayanan, kendi etrafında çok daha büyük bir iştirak sağlamışken , diğer bazı kültürler, mahallî ve sınırlı kalmışlardır. Bu, kendiliğinden ve sürekli yürüyen bir süreçtir, durdurulması da imkânsızdır.
Etnik ırkçı siyaset bu değişimden çok korkmakta ve bu doğal değişimi sürekli “asimilasyon”, “baskı”, “inkâr” diye nitelendirerek durdurmaya çalışmaktadır.

En başta belirttiğimiz gibi devletimizin “farklılık “algısının yarattığı çok ciddi sorunlar veya açtığı derin yaralar mevcuttur.

Ama vaka etnik ırkçıların reklam etiğinden çok daha derinden akmaktadır. Bu derinlik, sosyolojik değişimin karşı konulmaz akışındadır.

Etnik ırkçıların bütün inkârlarına rağmen memleketimizde gelişen ulaşım imkânları,kör topal ilerleyen demokrasimiz, sağlığı tartışılmakla beraber büyüyen ekonomimiz ve en önemlisi, batı tarzı ir ayrımcı/ırkçı kod içermeyen büyük Türk kültürü sayesinde Kürt kökenli yurttaşlarımız, yabacı güçlerce sürekli istismar edilen hallerinden hızla sıyrılmış ve “Türkler” için dahi zaman zaman sıkıntılı kullanılabilen “ifade hürriyeti” dışında değişme iradesini kullanabilmeye başlamışlardır.

Mevcut hal acaba liberal bir demokrasinin gereklerine mi daha yakındır, yoksa etnik ırkçı siyasetin “sınıfsal durumlara” dayalı, rölativist etikli, iki dilli ve “salt faydacı” Marksist felsefesine mi?..

Şu düşünülebilir: “ Hayır! Etnik ırkçı siyaset Marksist olmak zorunda değildir!”
Elbette böyle bir mecburiyet yoktur.. Ama o zaman etnik siyasetin şimdiki söyleminden vazgeçmesi gerekir. Bu köklü bir felsefÎ değişimdir ki bu durumda mevcut etnik ırkçılığın hiçbir anlamı ve önemi kalmaz. Bu durumda etnikçi siyaset, “ırkçı” renginden vazgeçip, pazarlama sektörünü değiştirmelidir ki bu da müşteri kaybı anlamına gelir.

Ciddi ve fikrî namuslu bir demokrasi tercihi, hedef kitlesinin, kendi sosyolojik tercihlerine saygı duymayı, değişimden korkmamayı, kültürel etkileşimin her kültürü kazançlı kıldığını söyleyebilmeyi gerektirir. Bu açıdan bakıldığında ülkemizdeki etnik ırkçı siyasetin felsefî rotası liberal demokrasinin “toplumsal düzen” çizgisinden apayrıdır. Ne yazık ki bu fark liberallerimiz tarafından bile göz ardı edilmektedir.
Görüldüğü gibi “Kürt halkından” bahsedildiğinde mevcut sosyolojik hal ile etnik ırkçılığın toplumsal tasavvuru birbirinden ayrı düşmektedir.

Gelelim “demokratik haklar” söylemine…

Bu söylemin en baştaki sakatlığı, daha kötüsü içerdiği kastîlikten kaynaklanan ahlaksızlığı, “hak” kavramını sulandırmasıdır.

Hak kavramına çeşitli yaklaşımlar mevcut şüphesiz. Bu yaklaşımları sanırım iki ana başlıkta toplamak mümkün. Bazıları onu fert temelinde ve menfaat açısından tanımlarken bazıları da otoritece va’z veya lütfedilen iyilikler olarak anlamak eğiliminde…

Bu iki yaklaşımın temel farkı şu:

Hakkı, ferde dayalı ve menfaat temlinde ele alan anlayış, hakkın doğumdan kaynaklanan, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat olduğunu savunuyor. Bu açıdan, bırakalım farklı bir insan olmayı, hayvan ve bitkilerin dahi sadece “varoluş” alanında, canlılık göstermelerinin dahi onlar için belli menfaatler olduğu soncunu çıkarabiliyoruz. Bir köpeği durduk yere öldürmek veya gerekmedikçe bir ağacı kesmek medeni memleketlerde en azından ayıplana işler…

Diğer anlayış ise hakkı , “toplumsal düzenin” sağlayıcı otoritenin, toplumsal hayatın sürmesine engel olmayacak şekilde, insanların takip etmesine izin verdiği iyilikler olarak kabul etmeye eğilimli.

Birinci anlayış, “bütün insanların” asgari müştereki olacak üç hak tespit ediyor: Hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti)

Birinci anlayışın asgari müştereki belirleme çabası aynı zamanda “hak” kavramının anlamını belirlememiz için bir “anlam sınırı” ve meşruiyet sahası yaratır. Bu şekilde bu en temel menfaatlerimizin, herhangi birinin veya topluluğun keyfi kararından korunduğunu ve aşkın olduğunu anlıyoruz.

Bu aynı zamanda, hangi menfaatlerin “hak” sayılabileceğine dair bize bir mikyas kazandırır.

Menfaatlerin bu mikyasa göre hak kabul edilip edilmemesi çok önemlidir, aksi takdirde “herkes için” geçerli bir “âdil davranıştan” bahsedemeyiz.

Temel haklar yaklaşımı bize, hakkın tespitinde, sarsılmaz bir nirengi sağlarken, hakka otoriter bakış, “sağlanan menfaatlerin” belirsizliği ile maluldür. Bu, menfaatlerin doğal değil de sağlanan iyilikler olduğu anlayışıdır. Dolayısıyla hangi menfaatin hak olduğu ile ilgili keyfi bir karar dışında elimizde bir mikyas yoktur. Bu gün hak sayılan bir menfaat yarın sayılmayabilir.

Etnik ırkçı siyasetin sakatlığı buradadır. Onun “demokratik haklar” dediği şeyin bağlamını ve anlamını belirlemek imkânsızdır. Çünkü burada “demokrasinin gerektirdiği ifade hürriyetinden” mi yoksa belli bir nüfus grubu olarak ayrı bir “demokrasi” veya egemenlik alanı geliştirmekten mi bahsedildiği meçhuldür. Bu belirsizlik etnik ırkçı siyasetin beslenme alanıdır. Burada da etnik ırkçılık, Marksist kökeninin iki dilliliği ile müşterek bir iyiliği istismar etmektedir.
“Hak” kavramının anlamını sündürmeye başlayıp da her menfaati dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez hale getirmeye kalktığınızda herkesi herkesin kölesi haline getirirsiniz ki bu mümkün olamayacağına göre, dereceli bir kölelik sistemi ile hürriyeti yok edersiniz.

Bu yaklaşım, menfaatlerin haklaştırılmasıyla meydana gelecek “dışsallıkların”, “komşuluk etkilerinin” inkâr edilmesini gerektirir.

İfade hürriyeti, şiddeti doğrudan çağırmadıkça veya haksız bir itham ve hakaret içermedikçe kimseye zarar vermeyen ve kimsenin karşılamakla mükellef olmadığı bir menfaat iken meselâ etnik ırkçıların “demokratik hak” dedikleri şey bundan tamamen farklıdır.

Çünkü, bir kere etnik ırkçı siyaset hak talebini ırkî ve lisani farklılığa dayandırarak, herkes için geçerli olan temel haklardan ayrı haklara sahip olduğunu, olması gerektiğini söylemektedir. Bu söylemi ile “hakkın” insan olmaya değil de “farklı” olmaya dayandığını iddia etmektedir. Bunun yanı sıra talep ettiği “demokratik” hakkın egemenlik kullanma sonucunu kimin karşılaması, yüklenmesi gerektiğini düşünmemektedir. Etnik ırkçılığın kullandığı “ayrı egemenlik sahası” ( ki liberallerimiz tek iyi yönetim biçimi imiş gibi sürekli lanse etse de) belki tam bağımsız olmasa da federatif bir yapı iken bile bunun yaratacağı komşuluk etkisinden dolayı sorumlu tutulmak istememektedir. Öte yandan kendisi için istediği demokratik hakların, demosun çoğunluğuna hiç danışılmadan kendisine verilmesini istemektedir.

Burada “demokratik haklar” söyleminin kastî muğlâklığını bir kere daha hatırlatılarak bu terimin hem ifade hürriyetini hem siyasi ayrılığı anlatmak için kullanıldığını, dolayısıyla, tamamen itiraz edilemeyecek bir temel hakkın istismarı anlamına geldiğini söylemeliyiz.

Şüphesiz temel haklar herkes için geçerli ve otoriteler üstü, menfaatlerdir. Oysa siyasî egemenlik böyle değildir. Demokrasiyi bizim için en iyi yapan, temel haklar kavramının gözetilmesiyle gelişmiş olan bir “çoğunluk egemenliği” olarak rızamızı mobilize etmesindendir. Bir insanın ifade hürriyetini kullanmasıyla, çoğunluğun siyasi egemenliğini inkâr ederek, kendi silâhlı gücünü oluşturmaya kalkması aynı şeyler değildir. Ayrı bir silhlı güç kurmak dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir menfaat değildir.

Devletimizin “ifade hürriyeti” konusundaki otoriter eğilimine yazının daha en başında getirdiğim eleştiriyi bir kere daha hatırlatarak hiçbir vatandaşımızın ifade hürriyeti ile ilgili keyfi sınırlamaların benimsenemeyeceğini bir kere daha belirtmeliyim.

Elbette hiç kimsenin temel hakları çoğunluk rızasına bağlı değildir. Ama öte yandan hiçbir temel hak da çoğunluğun meşru egemenliğini yıkmak için kullanılamaz.

Bunun yanı sıra etnik ırkçıların etnik nüfusun farklılığına dayandırdıkları “demokratik hak” kavramı tam da bu kabul yüzünden “demokrasinin keyfiliğine” açık hale gelmektedir. Bu söylem, belli bir nüfusa sahip her grubun temel haklar dışında “yasama hakkından” bahsetmektedir ki bu durumda çoğunluk nüfusu aynı söyleme dayanarak kendi belirleyiciliğinin daha üstün olduğunu iddia ederek, nüfusa ve farklılığa dayalı hiç bir hakkı tanımadığını söyleyebilir.

Görüldüğü gibi etnik ırkçılığın tabiatı icabı pazarlama stratejisinin “usulü” ile liberal demokrasinin piyasa davranışı ölçüleri birbirinden ayrı düşmektedir.

Ve bu tartışmalar esnasında uyulması gereken şiddetsizlik şartına baktığımızda etnik ırkçıların, “devletin meşru güç kullanma” tekelini tanımaması ve kendi silahlı örgütlerini tanımaları ile aslında “tartışmanın” daha en baştan batıl hale geldiğini görüyoruz.

Elbette bir devlet kendi zor kullanma gücünü, vatandaşlarının temel haklarını çiğnemek için kullanmamalıdır. Buna mukabil, zaman zaman meydana gelen ihlallerin hesabının sorulabilir olduğu, hâlâ çeki düzen verilebilir bir haldeki bir devletin toptan inkârı, kendi vatandaşları için mümkün değildir.

Böyle bir devletin yani “tâdil edilebilir” bir devletin güç kullanma tekelinin reddi, o devletin varoluşunu reddetmektir ki bu da reddeden kişiyi, devletin korumakla mükellef olduğu vatandaşlarının düşmanı haline getirir.

Bu durumda elinde silâhıyla bizim temel haklarımızı reddeden bir insan veya grupla nasıl “tartışılabilir?”

İşte etnik siyasetin ikinci çarpık belirsizliği budur. “Siyaset” alanına silâhı sokarak sözü değil, gücü egemen kılmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki gene hukuk felsefesi açısından inanılma bir brikimin temsilcisi olan liberallerimiz etnik ırkçı siyasetin “şiddetsizlik” şartına uygunluğunu sorgulamamakta ve bu sayede etnik ırkçı siyaset zımnen bir meşruiyet sahası kazandığı propagandasını yapabilmektedir.

Temel haklarda tam bir teminat sağlanması halinde bile etnik terörün bir “ayrı” teminat olarak kalacağı yönündeki korkun etnik ırkçı beyanlar maalesef devletin emniyet sağlayıcı tekelinden bahseden liberallerimiz için bile bir uyarı teşkil etmemektedir.

Sonuç olarak ülkemizdeki etnikçi siyaset, ırkçı, kolektivist söylemiyle, liberal demokrasi ile bağdaşmayan bir yapı sergilemektedir. Liberal demokrasinin diğer bütün tercihlerden farksız bir şey olduğunu sananlarımız için bu belki önemsizdir. Fakat temel haklar konusunda liberal demokrasinin gösterdiği hassasiyetin eşsizliğini idrak edenlerimiz için etnikçi siyasetin ırkçı ve kollektivist söyleminin toplusal barışımız için ne korkunç bir tehdit olduğu, ortadadır.








8 Eylül 2009 Salı

Ne Sihirdir Ne İstatistik…


İhsan Dağı Gerçekle İlgileniyor mu?

İstatistik ciddi bir iş.
Bir şeyleri saydınız mı , onun hakkında artık reddedilemeyecek bazı hakikatlere vakıf olmuş sayarsınız kendinizi. İhsan Dağı yeni yazısında ülkede Türk’lerin Kürt’lerle beraber yaşamak isteğinin daha az olduğunu bir kamuoyu araştırmasına dayanarak kendince gösteriyor. Yazıyı bölüm bölüm inceleyelim:

Kürt meselesini, bu meseleyi yaratanlar 'ayrılıkçılık' olarak niteledi. Kürt kimliğini öne çıkaranlar ya 'şaki' idi veya 'bölücü'. Devlet meseleyi böyle 'paketledi' ve halka böyle anlattı.
Resmî söylem zaman içinde, terörün de etkisiyle toplumu derinden etkiledi.
Sonuçta öyle bir tablo çıktı ki, tam bir garabet. Seta-Pollmark araştırmasına göre Türk kökenlilerin % 71'i Kürtlerin ayrı bir devlet istediğini düşünüyor. Bilgesam'ın bulgularına göre ise bağımsızlık isteyen Kürtlerin oranı % 10.


Kürt meselesi bu paragrafa göre aslında Türklerin bir uydurması, paranoyası veya adına her ne derseniz. 1800lerden bu yana 39 Kürt isyanından bahsediliyor. Hadi diyelim son çatışmalarda kültürel haklar vs hedefti ki hedefin bağımsızlık olduğunu PKK daha en başında söylüyordu. Yani Kürt’lerin ayrı bir devlet isteğiyle Türk devletine silah çekmeleri bir yanılgı değil. Dolayısıyla kendini Kürt’lerin temsilcisi olarak sunan ve buna da kendi etnik grubundan hiçbir istatistiksel itiraz yükselmeyen bir terör örgütünün hedefleri konusunda İhsan Bey Türk halkının acaba ne düşünmesini beklerdi? Sorulacak asıl soru şu: Neden bağımsızlık talebi olmayan %90lık çoğunluktan PKK’ı açıkça kınayan hiçbir ses duymuyoruz? Dolayısıyla “bağımsızlık isteyen %10” bulgusu hiç de anlamlı görünmüyor. Bu çelişkiden dolayıdır ki Türk halkının kahir ekseriyeti samimiyetsizliği fark edebiliyor.

İşte Türkiye'nin sorunu bu: Kürtlerin ne istediğine dair 'olgu' ile 'algı' böylesine farklılaşmış. Nedeni ne olursa olsun Türkler arasında bir 'bölünme korkusu', Kürtlere yönelik bir 'güven' erozyonu var. Sorunun düğümlendiği yer burası; düğümün çözüleceği yer de... Türkleri kim ikna edecek Kürtlerin ayrılmak istemediklerine? Peki, Türkler Kürtlerle birlikte yaşamak istiyorlar mı?

Nedeni ne olursa olsun…” böyle bir ifade kullanılabilir mi? Bu ülkenin askerini öğretmenini kundaktaki bebeğini katleden ve bağımsızlık isteyen sonra ağız değiştiren ama en nihayetinde isteklerini Türk toplumuna silahla ve tehditle kabul ettirmeye çalışan ırkçı bir terör örgütü var ortada ve İhsan Bey “Nedeni ne olursa olsun…” diyebiliyor. Daha başka ne gibi bir neden arzularlardı bilmem ama Türk devletine silah çekmiş bir örgütü hem hiç kınamayıp hem de bağımsızlık istemediğini söyleyen bir topluluğun güven erozyonu yaratmasını, yadırgamak saçma olmaz mı? İhsan Bey’in PKK sempatizanı veya militanı bir komşusu olsa acaba bu kadar rahatça güven erozyonundan bahsedebilir miydi? Büyük şehirlerde ulaşımı kesen, devlet araçlarına zarar veren, can ve mal güvenliğine tecavüz eden etnik ırkçı örgüt militanları cirit atarken İhsan Bey aynı toptancılıktan dolayı acaba neden etnik siyasetçileri suçlamıyor?

Öneğin, Türklerin % 57'si Kürtler hakkında 'iyi kanaat' sahibiyken Kürtlerin % 86'sı Türklere yönelik 'iyi kanaat' taşıyor. Türkler arasında Kürtlere ilişkin 'kötü kanaat' taşıyanların oranı % 25. Türklere yönelik 'kötü kanaat' sahibi Kürtlerin oranı ise %7.

Bunda şaşacak ne var anlayamadım. Ülkedeki Kürt nüfusun zaten yarıdan fazlası batıda yaşıyor, iş kuruyor, mal mülk ediniyor. Hiç kimse de onlara bu konuda ayrımcılık falan uygulamıyor ve zaten uygulamamalı da… Neden batıda yaşayan Kürt kökenli bir yurttaşımız bir Türk’ten rahatsız olmalı ki? Buna mukabil memlekette sayıları on binleri bulan şehit verilmiş ve bu şehitler, kendilerini Türk adından silahla, kanla ayırmak isteyen insanların yüzünden verilmiş… Bu sayıları olduğu gibi ortaya koyup da “Türkler bölünmeyi daha çok istiyor!” demek bu hakikatleri hiç görmemek demektir. Bu sayıları böylece ortaya koymak demek şehitlerle, şehit aileleriyle dalga geçmek demektir.


Benzer bir sonuç, karışık evliliklere yönelik tutumda da çıkıyor. Bir Kürt'ün evlilik bağıyla yakın akraba olmasından rahatsız olup olmayacakları sorusuna Türklerin % 70'i 'hayır, olmayız' diyor. Rahatsız olacağını belirten Türklerin oranı % 24. Türk'le evlilikten rahatsız olmayacağını söyleyen Kürtlerin oranı ise % 87. Rahatsızlık belirten Kürtler % 11. Bu rakamlar genelde iyi. Son 25 yıllık sıcak çatışmaya rağmen hâlâ birlikte yaşamaya, evliliklerle akraba olmaya ciddi bir direnç yok. İki halk sosyal ilişkiler zemininde ayrışmış değil.
Ancak yine de dikkatinizi Türk kökenlilerin nasıl farklılaştıklarına çekmek istiyorum. Türklerin dörtte biri Kürtlerle evlilik yoluyla akraba olunmaktan rahatsızlığını beyan ediyor ki az değil.


Araştırmada gene doğu ve batıdaki yerleşimlere bakılıp bakılmadığından bahsedilmemiş. Terörün Türk toplumuna ne ifade etiğini göz önüne almazsanız bu rakamlar sadece ırkçı veriler olarak kalır. Acaba ırkçı terörün söylemlerine benzer bir söylem Kürt toplumunda geçerli olduğu kadar, nitekim etnik ırkçı terör destekçisi bir partinin aldığı oy oranı belli, Türk toplumunda geçerli olsaydı sonuç ne olurdu? Bundan dolayı Türk toplumunda, maneviyatı hiç tanımayan açıkça ırkçı ve ,ayrılıkçı bir terör örgütünün , kendi etnik grubundaki samimiyetsiz suskunlukla güçlenen temsil imajının göz önüne alınmadığını sanırsanız bu tip rakamlarla rahatlıkla Türk toplumunu suçlamanız mümkündür.


Ayrıca, Türklerin % 75'i, Kürtlerin ise % 92'si diğer etnik grupla 'yakın arkadaş' olabileceklerini belirtiyor. Yakın arkadaş olamayacağını söyleyen Türkler % 19, Kürtler ise % 6. Yani arkadaşlığa sıcak bakmayanların Türkler arasındaki sayısı Kürtlere göre üç kat fazla.
Bu tablo Kürtlerin birlikte yaşama isteğinin Türklerden daha yüksek olduğunu gösteriyor. Devletin neredeyse son yüz yıldır yürüttüğü 'Kürt siyaseti'nin yarattığı bütün olumsuz sonuçlara, binlerce faili meçhule, yasaklanan Kürtçeye, boşaltılan binlerce köye, yaşanan büyük iç göçe ve bunun getirdiği yoksulluğa ve yoksunluğa rağmen Kürtlerin birlikte yaşama iradeleri çok 'değerli'.



Daha evvel de sebebini belirttik biraz daha açalım. “Türk’le yakın arkadaş olmakla Kürt’le yakın arkadaş olmak” arasındaki sosyolojik farkı göz önüne almadan bu rakamlar ancak etnik ırkçılığın kindarlığına bir mesnet teşkil etmekte anlamlı olabilir. Her şeyden evvel şehirleşmeyle dahi önüne geçilemeyen bir kapalı toplumda bu tip bir arkadaşlık “dışarıyla temas”, geleneklerden bir kopuş, özgürleşme, çeşitlenme anlamına gelir. Türk toplumu büyük kültürün toplumudur ve etnisiteyi aşan bir heterojenitenin vasatıdır. İlişkileri daha gevşek, gelenekleri daha esnek, davranış çeşitliliği daha fazladır. Türk toplumunda, açık bir huzursuzluk yaratmayan herkes için yer vardır.

Etnik toplumda ise geleneğe ve akrabalığa sıkı bağlılık esastır. Şehirleşmeyle beraber evliliklerin artması, ve Kürt toplumunda, nispeten daha açık topluma duyulan özlemin, büyük kültüre özenmenin sonucudur, bu açıdan büyük kültür mensubu için küçük kültürle temasta özendiriciler çok daha azdır. Hele bir de araya açık bir isyan ve kan girmişse, büyük kültürün toplumsal hayatında ciddi bir huzursuzluk başlar. Kendini ancak gelenek ve akrabalıkla ifade edebilen bir topluluğun bir de söze kendi temsilcilerinin şiddetine karşı suskunluğu ciddi bir rahatsızlık kaynağı haline gelir. Bu arkadaşlık verilerinde de “sorumluluk” zımnen ve kasten Türk adına yüklenmektedir.



Sonuç: Türkiye'de yaklaşık % 20-25'lik bir Türk kitlenin Kürtlerle birlikte yaşama iradesinde bir gevşeme gözlemleniyor. Türkler arasında 'ayrılıkçı' fikirler daha yaygın. CHP ve MHP'nin Kürt meselesine yaklaşımları bu kitleyi daha da büyütebilir. Siyaseti bu kesimlerin 'kötü kanaatleri', 'rahatsızlıkları', 'sosyal mesafesi' ekseninde yaparsak Türkiye'yi böleriz.
Devletin neredeyse yüz yıldır yürüttüğü yanlış Kürt siyaseti Kürtlerin Türklerle birlikte yaşama iradesini ortadan kaldırmadı, ama Türk halkının sosyal ilişkilere yansıyan olumsuz tutumları ve dışlayıcı tavırları Kürtleri bu ülküden koparabilir. A. Turan Alkan'ın dünkü uyarısını dikkate alalım: 'Bir ülkeyi, milliyetçilerinden başka kimse bölemez'


Hayır. İhsan Bey bu araştırmayı bu şekilde yorumlayarak açıkça Türk toplumunu itham ediyor. Bahsettiği gibi bir ayrılma isteğinin toplumsal sonuçlarını hayal bile etmeksizin, Türk halkına böyle bühtan etmesi ahlâkla bağdaşmıyor.

Türk toplumunda “beraber yaşama iradesinde” bir zayıflama olsa veya açıkça ayrılmak gibi bir fikir yerleşmiş olsa bu gün şehirlerde çok ciddi çatışmalar olurdu. Neden İhsan Bey çatışmaların otobüs yakmaların hep belli mahallelerde olduğundan hiç bahsetmiyor? İhsan Bey ve benzerlerinin yapmak istediği sanırım şu: Türk toplumunun kültür kodlarında olmayan ırkçı bir ayrımcılığı, birtakım yanlı ve yanlış verilerle sürekli yoktan var etmeye çalışmak ve en sonunda yarattıkları şiddet ortamında hümanist haklılıklarını kendilerine ispat etmek.


Meselâ sürekli Türk bayrağına saldırılan, barikatlar kurulan, mafyalaşılan, etnik mahallelerin dehşetini sorgulamak ve anlamak yerine, komşusuna helva götüren ama olaylardan tedirgin olan Ayşe Teyze’den ayrılıkçı militan yaratma gayreti başka nasıl bir patoloji ile açıklanabilir?
Devletin yüzyıldır yürüttüğü Kürt siyasetinde yanlışlıklar vardır kabul de yüz küsur yıldır, kullanıldıklarını itiraf eden, Şeyh Sait’ten Apo’ya kadar eli kanlı etnik ırkçıların bu işte hiç mi kabahati yoktur?





5 Eylül 2009 Cumartesi

Hangisini Yok Etmeli? Milleti mi? Devleti mi? Yoksa İkisini de mi?

Mustafa Erdoğan’a Bir Eleştiri
Mustafa Erdoğan, son yazısında ulus devletin medeniyet karşıtı bir şey olduğundan bahsediyor. Yazıdan bölümlere, eleştirerek bir bakalım:

“…Türkiye’de şöyle tuhaf bir durum var: Resmi makamların olağan söylem ve tutumlarında hemen hemen daima etnik (Türkçü) bir hassasiyet yansır ama aynı makamlar kritik zamanlarda veya sorulduğunda Türkiye’nin eşit yurttaşlığa dayanan sivil bir cumhuriyet olduğunu söylerler. Bu etnik duyarlılık dış politikada bile etkilidir. Nitekim, Azerbaycan’la “bir millet iki devlet” olmamızın Ermenistan’la iyi ilişkiler kurmamızın önündeki en büyük engeli oluşturmasında bunu gördük.

Türkiye eşit yurttaşlığa dayanan bir cumhuriyet değilse eşitsizlik ispat edilmelidir. Temel hakların kullanımında, ifade hürriyeti ile ilgili toplumun genelini rahatsız eden bazı uygulamalar var mıdır, yok mudur? Türkiye’de etnik grubundan dolayı seyahat hürriyeti kısıtlanan kimse var mıdır? Mülk edinmesi engellenen kimse var mıdır? İş bulması /kurması engellenen kimse var mıdır? Siyaset yapamamış kimse var mıdır? “Kürt nüfusun yarıdan fazlası batıda yaşıyor! Denebiliyorsa eşitsizlikten bahsetmek ahlâkla da bağdaşmaz.

Öbür yandan Ermenilerle veya diğer milletlerle ilgili sorunumuz,varlığımıza yönelik tehditlerden dolayı vardır. Her ne kadar Mustafa Bey bilmese de Azerbaycan ve Anadolu Türk toplumları aynı milletin parçalarıdır,dolayısıyla ailemize yönelik tecavüzlere beraber sahip çıkmamız anormal değildir. Mustafa bey’e göre aslında sorun, bizim topraklarımızda gözü olmayan, hak iddia etmeyen, Türk toprakları üzerinde yakın zamana kadar soykırım yapmamış barışsever bir topluma, sırf milliyetçilikten dolayı düşman olmamızdır. Kanla yazılmış bir ilişkiler tarihinden bu kadar bihaber olmak mümkün müdür?Öbür yandan Azerbaycan ile bir millet olduğumuzu söylememiz Mustafa Bey’i neden rahatsız etmektedir? Eğer kendisi hiçbir millete mensup değilse, kendini bir millete mensup hissedenlerle neden ilgilenmektedir?

Devam edelim:
Türkiye’nin resmi söyleminde bana en ters gelen şey, ulus-devletin Türkiye bakımından olgusal durumu ifade eden bir kavram olmanın ötesinde, insanoğlunun gelişme çizgisinin en “ileri” aşamasını temsil eden, kendi başına “iyi” bir şeymiş gibi görülmesidir. Dahası, Türkiye’de sağ ve sol kanadıyla devletçi-milliyetçiler “ulus-devlet”i kutsal, “mübarek” bir şeymiş gibi görüyorlar. Gerçekte ise, ulus-devlet denen siyasi örgütlenme biçimi modern çağın en fazla iki yüzyıllık tarihi bulunan, tesadüfi bir ürünüdür. Feodal toplumsal-siyasal formasyonlardan, imparatorluklardan ve şehir cumhuriyetlerinden farklı olması da, ulus-devleti otomatik olarak onlardan daha iyi yapmaz.

İnsanoğlunun gelişme çizgisi nedir? Bir liberal olarak bunu tanımlamalıydı Mustafa Bey. Ama sanırım akademik unvanının onu, bizim gibi ölümlülere izah etme ve önerme eziyetinden koruduğunu düşünüyor olmalı. Milletleşme onun kast ettiğini düşündüğüm manada ilerleme çizgisinin bir sonucudur.. Çünkü , aksi kendi “cemaatine” defalarca söylenmiş olmasına rağmen anlamamakta ısrar etiği üzere, millet “homojen” bir topluluk değildir! Millet ortak hukuk arayışının birleştirdiği kavimler cem’idir.
Mustafa Bey ve cemaatinin( Bunu sosyolojik anlamda söylüyorum, “şeriatçı” vs anlamında değil..) hiçbir tanımlama ve aksiyom ortaya koymaya gerek görmeksizin, ortaya konan tanımları peşinen reddetmeleri işin hakikatini, tabiatını değiştirmiyor. Nozick’in “Devletin kendiliğinden, rakip emniyet örgütleri arasındaki doğal seleksiyon ile tekelleşmesi” nazariyesi, aynen Sadri Maksudi’ye atfen kullandığımız “ Bir hukuk çatısı altında teşekkül etmiş kavimler cem’i” tanımıyla örtüşmektedir!

Bu durumda milletleşme zaten hukuk sağlayıcı ihtiyacının, farklılıkları bir çatı altında birleştirmesi demektir. Bu olay esnasında bu farklılıklar kendiliğinden o sırada egemen olan büyük kültüre doğru bir benzeşme göstermiştir.

Ulus devletin tesadüfiliği ifadesi bu açıdan bilimsel değildir. Milletleşme bir modern devlet uydurması değildir! Eğer insanlar bireysel haklarının en az maliyetle korunması yönünde deneme yanılma yoluyla buldukları “devletleşme” metodunu benimsemişlerse, bu metodun doğal sonucu, bu toplumların bir arada yaşama durumunun yarattığı ortak kimlik ve benzeşme olacaktır. Bu neden böyledir de bu toplumlar bir arada ama izole şekilde yaşamamıştır? Çünkü gerek siyasî otoritenin yürütülüşü gerekse egemen kültürün büyüklüğü, “büyük kültür yörüngesine” çekilmeyle sonuçlanmıştır. Bundan kaçmak mümkün müdür? Elbette mümkündür ama bunun maliyeti, beraber yaşamanın faydalarını kesinlikle aşar.

Her şeyden evvel “ulus devlet” terimi problemli ve açıklayıcılığı zayıf bir terimdir, teleolojiktir. Bu terim, ulus diye ırken ve kültürel olarak homojen kitleler kabulüne dayanan bir terimdir. Bu açıdan işin tabiatını açıklamakta başarısızdır. Çünkü ne milletler, ulus devlet tamlamasındaki uluslara benzerler ne de devletleri bu şekilde teşekkül eder. Millet ulus devlet tamlamasındaki homojen kitle olmadığı gibi bir milletin bünyesinde oluştuğu devletin de bu homojenliği gerektirmesi söz konusu değildir.


Mustafa Bey’in açıkça Marksist paradigmalara(Hobsbaum) dayanan ve teleolojik “ulus” yaklaşımı bir bilimsel izah olarak değil ancak akademik provokasyon olarak işe yarayabilir. Bu açıdan “ulus devlet” bir karşı slogandan başka bir şey değildir ve sloganlarla bilim yapmaya kalkmak da abesle iştigaldir.

Doğrusu “Millî devlettir.” Millî devlet ile imparatorluğu ayıran nedir? Sadece hacimleridir. Çünkü çok milletli, kavimli imparatorluklar dahi mutlaka bir kurucu millî unsura dayanır. Rus imparatorluğu bünyesindeki çok sayıdaki kavme rağmen bir Rus devletiydi. Osmanlı, bir Türk devletiydi…

Millî devletin “modern” anlamdaki karşılığı “demokrasidir!”. Yani? Egemenliğin milletçe kullanıldığı hukuk devleti rejimi! Modern kullanım milleti doğurmamıştır, egemenliğin zaten var olan millete devrini öngörmüştür.( “Ön görmek” kehanette bulunmak değil,şart koşmaktır, bu arada…) Bu açıdan millî devletlerin modern halleri imparatorluklardan vs daha “gelişmiş” addedilir.

Kanaatimce, ulus-devletin “insanlık durumu”nun gerekleriyle en iyi bağdaşan özellikleri kendisinde toplayan bir model olduğuna inanmamız için haklı nedenler yoktur. Bu yargıyı, sadece Türkiye gibi etnik-kültürel ulus anlayışına dayanan ulus-devletleri değil, siyasi birliği yurttaşlık temelinde tanımlamak iddiasında olan ulus-devletleri de göz önünde tutarak veriyorum. Aslına bakılırsa, “etnik-kültürel ulus” ile “sivik-siyasal ulus” arasında nitelik değil sadece derece farkı vardır. Çünkü, her ikisinde de, ulusal benliği “biz” ve “öteki” temelinde tanımlayan ve “biz”i yüceltirken “öteki”nin aşağılayan, en azından dışlayan bir öz vardır.”

Paragrafın özü, millî devletin “ötekileştirmeye dayandığı ve bu yüzden inanlık durumlarına çözüm getiremeyeceğidir. Önceki paragraflarda milletleşmenin,yani hukuk birliği iradesinin nasıl “kendiliğinden”( Hayek’i çevirmiş bir insanın, milletleşmeyi bir “icat” olarak kabul etmesi beni hep dehşete düşürmüştür…)b ir benzeşmeye yol açtığını yukarıda izah etmiştik. Bu benzeşme kaçınılmazdır. Bazı engelleyici faktörler yavaşlatsa da benzeşme, beraber yaşamanın asgari şartıdır.
Bu yavaşlatıcı faktörlerin en başta gelenleri dinler ve dillerdir. Bu faktörlere rağmen “Türk Ermen’ilerinden, Alman veya Rus Yahudi’lerinden bahsedebiliyorsak bu, benzeşmenin doğallığını bize gösterir. Bu benzeşmeden dolayı, millî devletler ( ki ABD bu sürecin hızlandırılmış bir örneğidir) içlerinde birbirlerinden tamamen izole olmuş ve düşman ötekiler barındırmaz! Yakın tarihin bütün etnik provokasyonları zaten işin bu tabiatını tahrip etmek için girişilmiş “ötekileştirme” gayretlerinden ibarettir. Dolayısıyla zaten bir hukuk birliği kurmak iradesi göstermiş kavimler, bu benzeşmeden sonra siyaseten ayrılsalar bile, benzeşme, kültürel belirleyici olarak muhakkak hayatlarına tesir edecektir. Yani millî devletin kendi bünyesinde Mustafa Bey’in zannettiği gibi işin tabiatından kaynaklanan bir “ötekileştirme” problemi yoktur!

"Biz”i etnik-kültürel temelde tanımlamakla, söz gelişi insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerleri “Amerikan değerleri” olarak tanımlamak veya “Büyük Devrimin idealleri”yle (Fransa) tanımlamak arasında sonuçta fazla bir fark yoktur. Amerika’nın son yıllarda iyice belirginleşen saldırganlığının arkasında da, kendi milliyetçiliğini bu değerleri yaygınlaştırma iddiasıyla kamufle edebilmesi yatmaktadır. Amerika’nın ulus anlayışının içe dönük yönünün bizdeki gibi marazi bir etnik vurgu içerdiğini söylemek haksızlık olur; ama bu, Amerika’yı oluşturan muhtelif toplulukları bir arada tutması öngörülen “sivik” değer ve ideallerin esas olarak “New England püritanizmi”nden esinlenen WASP değerleri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”


Paragrafın özü “Biz diye bir şey yoktur!”dur. Ferdin varoluşuna saygısından dolayı, Mustafa Bey şüphesiz takdir edilesi bir hassasiyet göstermektedir. Fakat gene görmezden geldiği sosyolojik realiteyle kurucu rasyonalizmi birbirine karıştırmak hatasına düşmektedir. Bütün liberal birikimine rağmen “kolektif haklara” kapı açmaya çalıştığı makalesinden sonra “Bizin” tamamen kurmaca olduğunu iddia etmesi zalim bir çelişki ama ne yapmalı? Birbiriyle hiçbir arada yaşamak istememiş, dolayısıyla hiçbir zaman hukuk birliği için gönüllü olmamış toplumlar zaten doğal olarak benzeşmen uzak kalmış ve ayrılmış toplumlardır.
“Biz”, devlet denen, insanların kurmadığı ,uzaydan gelmiş bir zorlayıcı olan devletin icat ettiği bir şey değildir. Mustafa Bey’in, mesela annesi, babası, kardeşleri, emmi oğulları, emi oğullarının çocukları, eşi tarafından hısımları ve hatta hısımlıkların hısımlıkları arasında hissedilen aidiyet hissinin ifadesidir. Etnik problemde sıkça ortak aileler değerine vurgu yapılmasının sebebi de budur. “Biz” doğal benzeşmenin yarattığı, ortak değerleri paylaşmanın, faturada basılan şirket niteleyicisidir. Dolayısıyla her devletin kurucu milleti, benzerlerini “biz” diye tanımlayan fertlerden oluşur.O “biz” Berlin’de patates bira cehenneminde yüzümüzü güldüren dönerci, Newyork’ta suratındaki gülüşle bizi gariplikten kurtaran fayton sürücüsü veya taksi şoförünün kartvizitidir. “Biz” özü itibariyle düşmanlığı gerektirir mi?
Eğer “ben” özüm itibariyle diğerinden farklı bir bireyken “ötekini” yok etmeksizin onula beraber yaşayabiliyorsam, bunun hayatta kalmanın en ucuz yolu olduğunu anlayabiliyorsam, milletler neden kendiliğinden düşman olmalı? Milletleri kanlı mücadelelere sürükleyen iktidar savaşlarından, ferdi hırslardan bahsedebiliriz. Ama bu “bizin” veya onun kurduğu devletin tabiatının kötü olduğu anlamına gelmez. “Bizin” yanlış yönlendirilebildiği veya tarihsel olarak kültürel kodların güç ilişkileri ile “bizleri” mücadeleye ittiği anlamına gelebilir.
“Devletçiliğin” ( ki bu da aslen modern devirler terimidir) hukuk birliğini ifsat ediciliğinden bahsedebiliriz belki ama bu, “devletin”, bir takım kavimlerin hukuk birliği iradesi ve ihtiyacı ile oluşturulduğu gerçeğini değiştiremez. Hulasa kötü olan “biz” değil, şekli ne olursa olsun herhangi bir iktidar veya otorite tarafından bu kabulün ifsat edilmesidir. Hukuk devleti ideali de zaten “bizin” barışçı ve âdil varoluşunu sağlamak için gözetilir.

“Ulusu ister etnik-kültürel, isterse sivik-yurttaşlık temelinde tanımlasın, ulus-devletin “insanlık durumu”yla en bağdaşmaz olan yönü, sıkı sıkıya kenetlenmiş, birlikçi bir toplum tasavvuruna sahip olmasıdır. Kendi “ulus”larını başka “ulus”lardan -kavramsal ve fiziki olarak- tecrit etmesi, onları merkeziyetçi ve vesayetçi bir kontrole tabi kılması ve uniform değerler aşılama yoluyla onları türdeşleştirmesi sayesinde de bu tasavvuru aşağı yukarı gerçekleştirmiş bulunuyorlar. Onların ulus adını verdikleri bu tasavvur “cemiyet” olmaktan çıkmış, neredeyse “genişletilmiş bir cemaat”e dönüşmüştür. Kısaca, modern uluslar aslında modern cemaatlerdir. Bununla övünmemiz değil, aksine dövünmemiz gerekir.”


Yukarıdaki bütün paragraflar devletin en temel insan ihtiyacına bir cevap olarak meydana getirildiğini dolayısıyla benzeşmenin sebep veya zorlama değil bir netice olduğunu anlatmaya ayrıldı. Dolaysıyla, devlet denen şeyin önce “bir şekilde” meydana getirilmesi, uzaydan düşmesi veya sokaktan bulunması ve sonra “ Hadi şimdi hepiniz yeknesak bir kütle olun!” diye devletin insanlara emretmesi diye bir süreç yoktur.
Millî devletlerin birbirlerinden ayrılmasını izolasyon olarak nitelemekse çok naif ve çocuksu görünüyor. Bu tıpkı “Neden bütün aileler ayrı evlerde yaşıyor!” demek gibi bir şey… Aileler kan bağıyla oluşturuldukları halde kardeşlerin gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak ayrı fertler olmaları dahi türdeşliğin ancak enternasyonalist bir paranoya olabileceğinin en güzel örneğidir. Zaten büyük bir hukuk birliği altında kaynaşmış kavimlerin türdeşliğinden bir ihtimal olarak bile bahsetmek bilimsel şüpheciliğe ve belirsizlik şartına aykırıdır.
Devletler insan tabiatının yetersizlikleri ve gereklerinden bağımsız ve üstün olamayacakları için toplumu "kuramazlar"! Buna teşebbüs eden devletler zaten ne gariptir ki entarnasyonalizmi gerçekleştirmeye çalışan devletler olmuşlardır. Milleti insanlık durumuna karşı sayıp onun üstünde bir birlik kurmaya çalışan devletler, benzeşmenin sınırlılığıyla karşılaşmışlardır. Millî devletler kendiliğinden doğan benzeşmelerin mümkün olan en üst sınırlarında yer alır. Mustafa Erdoğan cemiyet derken neyi kast ediyor anlamıyorum ama her ferdinin ayrı bir dil konuştuğu, benzeşmenin hiç olmadığı, “biz “kelimesinin telaffuz edilmediği bir insan beraberliğini kast ediyorsa kurucu rasyonalist ve ütopist Marksistlerle arasında ne gibi bir epistemolojik ve metodolojik fark olduğunu bize ayrıca izah etmeli…

Hasıl-ı kelâm: İnsnan , “eyleminin” keşfettiği en düşük maliyetli bir arada yaşama şeklinin ( ki devletçilik onu, vergilendirme hırsıyla ifsat etmeden önce) sosyolojik sonuçlarını görmezden gelmek belki enternasyonalist ütopyalarımız için sıcak bir battaniye olabilir ama işin tabiatını anlamamıza yardım etmez. İş bu kadarla kalsa gene iyidir. En nihayetinde pasif bir başarısızlık olarak bir köşeye atılabilir. Ama insan tabiatının gereklerinin, eyleminin kendiliğinden doğmuş sonuçlarını reddederek siyaset v’az etmenin sonucu kesinlikle hesap edilemeyen ve istenmeyen diktatörlükler olacaktır. Millî devletler barışçı yönetilebilir ama milleti inkâr eden devletler ancak parçalanma, kaos ve şiddet doğurur.