Romalılar, çarmıha gerdikleri esirin bacaklarını kırarlarmış.
Çarmıhta asılı adamın halini düşününce bu, katmerli vahşet gibi görünse de işin aslı öyle değil. Çünkü bacakları kırılan adamın nefes alması zorlaşır ve ölümü kolaylaşırmış.
Ağzımızın tadını kaçıran bu misalde büyük bir ibret var:
O da insan bedeninin, birbiriyle ilgisiz gibi görünen sistemlerin bir uyumu ile çalıştığı.
Tabii bilimlerle sosyal bilimler arasında bu tip bir benzetmenin hatalarına sayısız defalar değinilmiş olsa da piyasanın tabiatını anlamamız açısından güzel bir misal…
Sosyalizmin tam komuta ekonomisi, bir bütün halinde çalışan uyumlu aktörlerin, emirler altında da çalışabileceği yanılgısı üzerine kurulmuştur.
Sosyalizm birer sonuç olan ürünler ve refahın her halükârda elde edilebileceğini sanmıştır. “Bilinçleri” değiştirilen insanların gene aynı şekilde üretmeye devam edeceklerini hayal etmiştir.
Oysa insan var oluşunun ancak hürriyetle mümkün olduğu beton duvarına toslamıştır. Bu, toplumsal düzenlerle ilgilenen her ideoloji için aşılamazdır, mutlaktır. Bu mutlaklığı inkâr ederek ilerleyemezsiniz, en iyi ihtimalle yerinizde sayar, en kötü ihtimalle o duvara çarpar ve parçalanırsınız. Sovyetler Birliği’nin başına gelen tam olarak buydu.
Genellikle ekonomik faaliyetle ilgili olarak akla gelen ilk kavram mülkiyettir.
Ekonomiyi salt mülkiyet açısından ele aldığımızda gözümüzden kaçan mülkiyetlerin karşılıklı tasarrufunu sağlayan lokomotifin ne olduğudur.
Zira elimizde olan ama asla mübadele edemediğimiz herhangi bir varlığın kendi kullanımı dışında hiçbir faydası yoktur. Onu iktisadî açıdan anlamlı kılan, onun “mal” olmasını sağlayan onu kendileri için bir fayda olarak algılayan diğer insanlara sunulabilmesidir.
Şunları düşünelim: Elimizde bulundurduğumuz malı mübadele etmemiz yasaklansa ne yapardık? Bu, tam bir hürriyet kısıtlamasıdır.
Elimizdeki malın, hükümetin belirlediği mallarla mübadelesi emredilse ne yapardık? Bu da tam bir hürriyet kısıtlamasıdır. Sonuçta bize ne istediğimiz sorulmamaktadır.
Elimizdeki malı mübadele etmek istediğimiz malların değerlemesi hükümet tarafından sürekli değiştirilse, ne yapardık? Mübadele için uygun gördüğümüz oranı kendimiz belirleyememek de tam bir hürriyet kısıtlamasıdır. Çünkü neticede elimizdeki malı işlevsiz kılmakta, onun üzerindeki tasarrufumuzu anlamsızlaştırmaktadır.
Ekmeğimizden PS3’üze kadar bize taleplerimizi sunan piyasayı var eden çekici güç mülkiyetin hür mübadelesidir.
Ekmek veya otomobil, hükümetler emrettiği için değil, karşılıklı fayda beklentilerinin özgürce karşılanacağı beklentisinden dolayı arz edilirler.
Fertlerin ellerindeki malları mübadele etmelerini yasaklamak, teşbihin sınırlılığı kaydıyla insanın bütün kemiklerini kırmak gibidir.
Fertlerin ellerindeki malların mübadelesini emirle düzenlemek veya fiyat kontrolleri ile dolaylı olarak etkilemek de insanı kısmen sakat bırakmak gibidir.
(Teşbihteki sınır şudur: İnsan bedeni otomatik çalışır, oysa piyasa aktörlerinin iradesi vardır. Buradaki benzerlik “uyumun kendiliğindeliğidir”.)
Sosyalizmin çok kısa zamanda kavranan öldürücülüğü, ondan vazgeçemeyenleri “Bir üçüncü yolu” düşünmeye itmiştir.
Buna göre, insanın birbirinin kurdu olduğu vahşi kapitalizm ( piyasa) ortamından bizi kurtaracak bir “insancıl” bir düzen mümkün olmalıydı.
Herkesi ancak nefes alabilecek seviyede eşitleyerek herkes için ölümü yok ettiklerini düşünüyorlardı. Buna göre herkese “insanca” bir hayat vaadiyle bedelsiz, sağlık, eğitim, konut, güvenlik vs sağlamayı bize tartışılmaz kutsal bir değer olarak kabul ettirmek istediler.
“Herkese ve bedelsiz” mal sunulmasının ekonomik anlamı asla düşünülmemiştir.
Her şeyden önce hizmetlerin de birer mal oldukları düşünüldüğünde hizmetler dahil bütün malların “bir yerden” gelmesi gerekmektedir.
“Herkese bedelsiz” düşüncesinin temelinde malların her halükârda elde edileceği hayali vardır.
Fiyat kontrolleri veya vergilendirme gibi yollarla devlet müdahalesinin amacı da zaten “bir şekilde” ortaya çıkarılan mallardan herkesin yararlanmasını sağlamaktır.
Sosyalizmin vahşetini inkâr edemeyenlerin savunduğu üçüncü yol budur.
Üçüncü yolcular için en basit mülâhaza faydacılıktır. “Gerekenin neyse onun yapılmasıdır!”
Bu düşünce, öncelikle toplumu meydana getiren insanların eylemlerinin iradî olması gerekliliğini inkâra; sonra da insan için sebepsiz sonuçların var olabileceğine veya aynı sonuca yol açan birden fazla sebep olabileceği yargılarına dayanır.
Bu düşünce, öncelikle toplumu meydana getiren insanların eylemlerinin iradî olması gerekliliğini inkâra; sonra da insan için sebepsiz sonuçların var olabileceğine veya aynı sonuca yol açan birden fazla sebep olabileceği yargılarına dayanır.
Toplumsal hayat iradî eylemlerimizin bir etkileşiminden oluşur, dolayısıyla neyin gerekli olduğuna dair kararlar her birimizce ayrı ayrı alınır. Dolayısıyla toplum için toplu bir gerekirlik kararı alınamaz. Toplum için böyle bir gereklilik ancak emniyetin ve adaletin teminidir. Adalet, davranışlarımızın temel haklara riayet esasına göre muhakemesinden ibarettir. Yoksa varlıkları, yokluk çektiğini söyleyen herkese, yağmalayarak dağıtmak demek değildir.
“Gerekenin yapılması”, bir sonuç karşısındaki memnuniyetsizliğin giderilmesi demektir.
Mesele şudur ki insan eylemlerinin vardığı her sonuç, eylemi yönlendiren amaç ve değerin bir gereğidir. Karşılıksız para basarak piyasaya sürerseniz, pahalılık ve geçim sıkıntısıyla karşılaşacağınızı bilmelisiniz. Hem karşılıksız para basıp hem de paranızın değerini korumasını, alım gücünüzü muhafaza edebilmeyi bekleyemezsiniz.
“Kredi genişlemesini” teşvik edip tasarrufu sağlayamayacağınızı bilmelisiniz.
Tam plânlı bir ekonomik tasavvurun,ekonomik ilişkileri baştan sona yeniden kuramayacağı hakikatini kavramak buna göre nispeten daha kolaydır.
Oysa “gereği neysecilik” bir yandan piyansın varlığını kabul edip biryandan müdahalenin var olabileceği yarı-yalanı ile bilincimizi uyuşturur.
Meselâ kredi faizlerinin yükselmesi müşterileri rahatsız ettiğinde yapılacak iş bu faizleri her müşterinin gönlüne göre düşürüvermek ve memnuniyetsizliği gidermek değildir! “Gereği neysecilik” bize bunu emreder oysa. Kredi faizlerinin yükselmesinin bir başka şeyin tabii gerekirliği olduğu bilinmezse, miktarı az sayıdaki bir malı ortaya saçmış oluruz. Oysa faizlerin bize verdiği mesaj, paramızı tasarruf etmemiz gerektiğidir. Burada banka ve müşterinin karşılıklı mübadele oranları teatisini sözüm ona müşteri lehine bozmaya kalkarsanız yaptığınız şey, parayı satan adamın elinden malını zorla almak ve onu müşteriye yağmalatmaktır. Bunu yaparken bankaya vereceğiniz güvencenin, değersiz kâğıt parçalarından oluşacağını gizlemeniz sonucun bir felâket olmasını engelleyemez.
Siz ne kadar “gereğini” yerine getirdiğinize inanırsanız inanın malların değeri konusundaki kanunu çiğnemenin sonucundan kurtulamazsınız.
Her mal, bir yokluğun giderilmesi için arz edilir. Buna mukabil, daima bir kaynağın tedricen yok olmasına yol açar. Her üretici, insanların muhtemel ihtiyaçlarını göz önüne alır ama asla bu “ihtiyaçların” ne olduğu tam olarak bilemez. O ancak piyasada daha önce gerçekleşmiş başarılı mübadelelere göre tahminde bulunarak talep meydana getirmeye çalışır. Yok ettiği kaynağın gelecekte bulunama riskine göre artan değerine göre arzını kısar.
Her mal, bir yokluğun giderilmesi için arz edilir. Buna mukabil, daima bir kaynağın tedricen yok olmasına yol açar. Her üretici, insanların muhtemel ihtiyaçlarını göz önüne alır ama asla bu “ihtiyaçların” ne olduğu tam olarak bilemez. O ancak piyasada daha önce gerçekleşmiş başarılı mübadelelere göre tahminde bulunarak talep meydana getirmeye çalışır. Yok ettiği kaynağın gelecekte bulunama riskine göre artan değerine göre arzını kısar.
Dolayısıyla “gerekenler” zaten bize piyasada fiyatlar yoluyla yeterince açık iletilmektedir. Piyasaya uyun gördüğünüz kişilerin menfaatine her müdahalenizde diğerlerinin mutlaka hareket kabiliyetini kısıtlıyorsunuz demektir. Herhangi bir kaynağın ithalatını yasakladığınızda, o kaynağın yerli üreticisini koruduğunuzu düşünürsünüz ama o kaynağı kullanan üreticilerin maliyetini kendiliğinden yükseltirsiniz ve hayatı tüketiciler için pahalılandırır, tüketiciyi fakirleştirirsiniz.
İşte bu durum, kırılan bacakların artık solunuma yardım edememeleri gibidir.
İki kişi arasında zaten sulh yoluyla yürüyen bir ilişkide üçüncünün müdahalesi açıkça anlamsızdır. Bu, zaten anlaşan iki kişiyi bir başka dille anlaşmaya mecbur etmeye benzer. Veya karaciğere başka bir metabolik yolak emretmeye benzer.
Piyasaya müdahale, yol gösterici fiyatları bozarak, piyasa aktörlerinin körleşmesine yol açar. Bu kaçınılmazdır. Hem fiyat mekanizmasını bozup hem kaynakların akılcı kullanımını sağlamak, hem tasarrufu teşvik etmek hem üretimi arttırmak mümkün değildir. Dolayısıyla hükümetlerin yapması gereken tek şey, piyasanın kendi gereklerince çalışması için emniyeti ve adaleti sağlayacağına ve bundan gayrı hiçbir işe kalkışmayacağına dair hukukî bir teminat vermektir.
İster tam bir komuta ekonomisi isterse müdahalecilik ile kendini aklamaya çalışan yarı sosyalist bir ekonomi , asla üretim için gerekli müşevvikleri yaratamaz ve ekonomik müşirleri sağlayamaz. Bundan dolayı da “her şeyi yerli yerine koyacak” bir üçüncü yol yoktur.
Hal böyle olunca tabiatları sadece bir derece farkıyla ayrılan sosyalizm ve sosyal demokrasiye benzer müdahaleci ekonomik anlayışların sağlayamayacağı şeyleri barındıran tek bir faaliyet ortamı olduğunu görürüz: Piyasa!
Hal böyle olunca tabiatları sadece bir derece farkıyla ayrılan sosyalizm ve sosyal demokrasiye benzer müdahaleci ekonomik anlayışların sağlayamayacağı şeyleri barındıran tek bir faaliyet ortamı olduğunu görürüz: Piyasa!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder