29 Ağustos 2009 Cumartesi

Uzlaşma İmkânı Üzerine

Uzlaşma söylemi gerçekten moda tabir olarak çok kullanılmaya başlandı. Buna rağmen “uzlaşmanın” felsefesi ve bu felsefeye göre tarafların durumları dikkate alınmaksızın genellikle kavram etnik ayrılıkçılığın meşrulaştırılması için istismar ediliyor.
Uzlaşma, eski tabirle mutabakat, bir konu üzerinde “uygunluk” anlayışlarının tamamen olmasa da asgari şartlarda aynılığının beyanı anlamına geliyor.

Bu da mutabakat masasına oturan fertlerin değerlerinin bir noktada buluşabilmesini gerektiriyor.

Yani değerleri ve bu değerleri ile yürüttükleri yargıları apayrı olan fertlerin veya grupların mutabakata varması mümkün değil!

Ayn Rand bu konuyu gayet güzel özetliyor. “… Aynı tarafta olanların mutabakatı, tarafları zenginleştirir, farklı tarafların mutabakatında taraflardan biri yok olur..” diyor. Buradaki yok oluş, fiziken ortadan kalkmak veya artık kendine ait değerlerinin telaffuz edilememesi, savunulamaması anlamına gelir.

“Taraf” kelimesi de rölativist ve teleolojik Marksist eylemcilikle iyice bayağılaştırılıp sulandırıldığı için artık inanlık dışı bir uzlaşmazlığın veya çatışma arzusunun çağrıştırıcısı haline getirildi.

Ama kaçınamayacağımız bir şekilde değer yargılarımız ve seçimlerimizle “taraflar” meydana getiriyoruz. Bu da kendiliğinden, uzlaşmazlık noktalarımızın meydana geldiğini gösteriyor. Biri doğuya,diğeri kuzeye gitmek isteyen iki kişi, meselâ belki peynir sevmek konusundaki ortak zevkleriyle bir uzlaşmaya varabilirler ama onları ayıran, yolculuklarının istikametine dair seçimleridir. Bu yolculuklarında ulaşmayı arzuladıkları hedeflerin farklılığı da kategorik olarak bir “uzlaşmazlıktır.”

Bu durumda gidilecek hedef konusunda mutabakata varmaları demek, apayrı yönlerden ve hedeflerden biri konusunda ortak fikre varmaları demektir. Eğer taraflar kuvvet kullanmamak kaydıyla ve salt mantıkla ikna yolunu seçerler ise bu mutabakatın sonucunda gidilen hedef iki yerine bire inecek ve taraflardan birinin hedefi benimsenecektir.
Dolayısıyla mutabakat veya uzlaşı için dikkat edilmesi gereken iki şey tarafların yani farklı yol haritaları seçmiş fert veya grupların benimsedikleri ortak değerlerin olup olmamasının yanında, mutabakatın sağlanma şekli konusunda anlaşıp anlaşamadıklarıdır.

Türkiye özelinde düşünecek olursak etnik ayrılıkçıların savundukları değerler ile kurucu çoğunluğumuzun değerleri arasında bir müştereklik olup olmadığına öncelikle bakmalıyız. (Burada bir parantez açarak etnik ayrılıkçıların sürekli hatırlattığı bürokratik eziyet, bu memlekette, bürokrasinin dediğini sorgulayan herkese uygulanmıştır. Bu açıdan, bu muamele ayrımcılık için bir temel teşkil edemez.)
Türkiye’de her ne kadar tek bayrak ve dil konusunda mutabık kaldıklarını iddia etseler de “federasyon” veya tam bağımsızlık söylemleriyle gündem belirlemeye çalışan ve bu yüzden de “ayrılıkçı” olarak nitelenen insanların temel değeri “etnisitedir”… Bu değeri ülkenin kurucu çoğunluğuna da kabul ettirerek haklılık veya meşruiyet kazanmaya çalışmaktadırlar.

Sürekli “Türk etnisitesinden” bahsederek, sosyolojinin bütün doğal farklılıklarını inkâr ederek, büyük , heterojen bir kültürel ve ırkî demografik yapıyı, kendi hallerine indirgemeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla mukayesenin yasasını ihlal etmekte ve bunu bilerek yapmaktadırlar. Nitekim, içinde “Türk” kelimesi geçmeyen bir anayasa konusundaki ısrarları bu çarpıtmanın sonucudur. Kahir ekseriyeti kendini Türk kabul eden bir memlekette Türk realitesini yok sayarak kendi realitelerini dayatmaya çalışmaları her şeyden önce “değerler” konusunda ayrılığın bir delili.

Etnik ayrılıkçılığın meşrulaştırma gerekçeleri olan dil ve ırk ayrılığı, Türk toplumu için bir aynı şekilde birer değer kabul edilmemektedir. Çünkü “Türk” dendiğinde, şimdilerde en yoz ve bayağı şekilde ırkçılıkla ortaya konan ve ayrılıkçılarca benimsenen genetik çeşitlilik zaten bu olgunun içinde kalmaktadır. Etnik ayrılıkçıların ayırıcı birer değer olarak gördükleri ve etnik kelimesiyle ifade ettikleri bu bayağı ırk olgusu bizim için ayırıcı bir değer değildir.
Asırlardır aramızda meydana gelen soy karışması, birleşmesi, kenetlenmesi de bir diğer ayrılıkçı değer olan “dil” ile ilgili her türlü mülahazayı geçersiz kılmaktadır.

Etnik ayrılıkçıların gün geçtikçe daha hırçın hale gelmesinin sebebi “değer” olarak öne sürdükleri şeylerin, bizim için ayırıcı vasfının bulunmamasıdır.
Bürokrasinin herkese çeşitli şekillerde bazen şiddet ile uyguladığı “ayrımcılıkların” bu ayrılıkçı değerlerle doğrudan ilgisi yoktur.

Eğer var ise mutabakata temel tekil edecek “değerler” neler olmalıdır? Bir yanda koskoca bir millî yapı ve bu yapının yanında gayet önemsiz kalan ırkî ve linguistik farklılıklar diğer yanda bürokrasi tarafından herkese bir şekilde uygulanmış “ayrımcılık”.

Burada dil ve ırkı ısrarla benimsemek mutabakat oluşturmaya yetmez. Şeylerin “neliklerinin” farklılığı onların mutlak şekilde ayrı durmaları için yeterli sebep değildir. Kaldı ki burada insan toplumlarından bahsediyorsak bunun sonuçlarını gözetmeksizin konuşmak çok büyük vebal getirir.

Tarafların mutabakat için ortak değeri bürokrasinin vatandaşlara karşı ayırımsızlığı ve hesap verebilirliği olmalıdır. Bunun için de bir tarafın diğerinden ayrılması veya kendi içine kapanması gerekmez. Bunun için tadil edilmesi gereken bir müşterek yapı olduğuna dair önce bir ön mutabakat sağlanmalıdır.
Peki “uzlaşmadan” bahseden etnik ayrılıkçılar bunun için neyi öne sürüyor? Devletin kurucu çoğunluğunun hiç telaffuz edilmediği bir ortamı… Peki modern ve arzu edilir bir demokraside, bu şart kabul edilebilir mi? “ Her vatandaşın temel hakkına tam bir riayet şartıyla, çoğunluğun belirleyici olduğu” bir rejimde çoğunluğun yok sayılması üstelik de bunun “millet “ realitesinde hiç yeri olmayan ırkî ( doğrudan doğruya genetik) farklılıkların varlığına dayandırılmaya çalışılması, bu farklılıkları aşan kültürel benzeşmelerin ve kendiliğinden oluşmuş sosyolojik kimliklenmenin inkâr edilmesi, üzerinde mutabık kalınabilecek değerler midir?

Değerler konusundaki ayrılıktan daha kötüsü, mutabakatın şekli üzerinde… Etnik ayrılıkçılar bir yandan “demokratik” sıfatını ağızlarından düşürmüyorlar ama öbür yandan etnik terörü, stepne olarak kullanmaya devam ediyorlar. Devlet güçlerinin vakt-i zamanında yapmış olabileceği kanunsuzlukların araştırılması ve cezalandırılması her Türk vatandaşının ortak vicdanî endişesidir hiç şüphesiz. Burada aslolan “bizim devletimizi” hukuk içine çekmek, hukukla tahdit etmek, hukukla tadil etmektir.

Bu tip şiddet uygulamaları devlet adına yapıldıklarında gene şüphesiz daha şiddetle cezalandırılmayı hak ederler. Mesele şudur ki bu kanunsuzlukları cezalandıracak olanın da “devlet” denen zor kullanma tekeli olmasıdır. Bu tekel hususunda mutabık kalınmadığında haksızlıkların giderilmesi konusundaki metot ayrılığı ciddi toplumsal çatlaklara yol açabilir.
Eğer her haksızlığa uğrayan eline silâhı alıp kendi hakkını aramaya kalkarsa ortada ne barınmamıza, ne ticaret yapmamıza, ne tahsil terbiye görmemize imkân verecek bir emniyet hali kalır. Bu halin sağlayıcısı devlettir.
Hak kavramını da kolektif bir olguymuş gibi ortaya koyarak insanların “cemaatlerinden” ayrı birer varlık olmasının mümkün olmadığı Marksist kabulünü olmazsa olmaz bir mutabakat maddesi gibi dayatmaktadırlar.
Etnik ayrılıkçılar “haklar” adıyla bu durumu da istismar etmekte, hukukun benimsediği hak arama metotlarını açıkça reddederek devlet dışındaki bir şiddet uygulayıcısına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum “hak” değeri üzerinde bir başka uzlaşmazlık noktası yarattığı gibi hak arama metodu hakkındaki uzlaşmazlığı kapanmayacak şekle getirmektedir.
Etnik ayrılıkçılar “uzlaşmayı”, kendilerinin sorgulanamaz keyfî arzularının kayıtsız şartsız kabul edilmesi olarak sunmakta ve bunu da borazanlığını yaptıkları teröristlere dayanarak yapmaktalar.

Herhangi bir tartışmayı bu şekilde sürekli güç tehdidine dayanarak sürdürmeye çalışmanın adı “uzlaşma” olamaz. Bu tip bir uzlaşmada, taraflardan diğerinin de aynı “şiddet” seçeneğini kabul etmesi halinde “tartışmaya” esas teşkil eden ilke ve haklar ortadan kalkar ve gerçekten taraflardan biri ortadan kaldırılarak “uzlaşmaya” varılır.

Etnik ayrılıkçıların terimleri bu kadar hoyratça istismar etmelerinin somut sonuçları konusunda ciddi şekilde kafa yormaları gerekiyor. Çünkü en nihayetinde bu “tartışmaların” somut sonuçları konusunda somut davranışlar sergilenecek ve o zaman “çizilen” yol haritasıyla varılacak yer, etnik ayrılıkçıların hiç istemediği hedefler olacaktır.



27 Ağustos 2009 Perşembe

Elimizdeki Devlet Bu

Elimizdeki devlet bu…
Durmadan tekrarlanan “Ya asimilasyon ve baskı politikaları?!” denerek ortaya konan kin var ya…
12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi insanın kanını donduran bir yermiş, kabul… Peki aynı dönemde Mamak nasıl bir yer?
Orada tutuklulara “Türk” oldukları için iltimas mı edilmiş?
Elimizdeki “devlet” bu!

Ya bu devleti düzelteceğiz veya düzelteceğiz. Her haksızlığa uğrayanın eline silâh aldığı bir hali, geçmişin toprağına kin ekerek var etmek “hakka hizmet etmek” değildir!
Etnik ayrılıkçılık “kin gütmek” hakkını kendinde buldukça, bölmeye çalıştığı toplumun “kinini” de kendine yönelttiğinin farkında değil mi?
Etnikçilerin kinleri “hak” sayılıyor ama şehidinden dolayı Apo’ya kızanların öfkesi “faşizm” öyle mi? Bu hangi vicdana sığıyor?

Zaten mesele, etnik ayrılıkçıların bize karşı, vicdanımızı bir silâh olarak kullanmaları… Bizim vicdanımızdan vazgeçemeyeceğimizi biliyorlar ve terörle her istediklerini kabule zorluyorlar. “Ayrılmak istemiyoruz!” diyorlar devleti kabul etmiyorlar. Devleti kabul ettiklerini söylüyorlar, “Liderimiz Sayın Abdullah Öcalan’dır!” diyorlar. Bu dilemma, ahlâksızlığın , vicdansızlığın sınır tanımaz iştahının bir delili…

Vicdandan vazgeçmek demek etnik terörün metotlarını benimsemek demektir. Sokaklara çocukları acımadan sürenlerin en büyük “avantajı” zaten oyunu kuralsız oynayabilmeleri… Onlar, zaten ahlâkın sorumluluğunu kabul etmedikleri için ahlâkı sırtında taşıyanları sömürebiliyorlar. “Diyarbakır cezaevi ne oluyor o zaman?” diyeceklere cevabımız : “Lânet olsun bu memleketin evlâdına eza etmiş herkese!” olur.

Vicdandan ayrılmadığımız için etnik ırkçıların ve bebek katilinin söylemlerini kullanmıyoruz “Bilmem kaç milyon bir ayaklanırsa..” gibisinden tehditler savurmuyoruz.

Bu devlet hepimizin, onu tadil etmek de hepimizin sorumluluğu.
Elimizdeki devlet bu!

25 Ağustos 2009 Salı

Çözümlerden Çözüm Beğen: Ev Yıkarak Ev Sahibi Olunur mu?

Hayat Ansiklopedisi’nde “Antakya” maddesinde yanılmıyorsam, bir illüstrasyon vardı. Resimde Büyük İskender, elindeki kılıçla, çözülemeyen bir düğümü çözüyordu.

Bu “çözüm” genellikle “ne pahasına olursa olsuncu” fikirlerin meşrulaştırma gerekçesi olmuştur.

Elinde “tanrısal” bir güç olduğunu sananlar genellikle bu tür “çözümleri” pek sever.
(Her müşkülde devlet babadan medet umulmasından dolayı, devletçiliğin semirip vergilendirme ile bizi fakirleştirmesinin sebebi de budur, ama bu başka bir yazının konusudur.)

Geçen günlerde başbakanımızın, “Ne pahasına olursa olsun bu meseleyi çözeceğiz!” mealindeki çıkışı bana bu hikâyeyi hatırlattı.

Bedelin ne olduğu ve onu kimin ödediği düşünülmezse böyle lâflar etmek kolaydır. Bedelini başkasına ödettiğiniz şeyler için istediğinizi söyleyebilirsiniz.

“Açılımcıların” etnik ayrılıkçı tarafı ve “çözümcü” tarafı için de aynı şeyler geçerli.
Her seçimin kaçınılmaz bir sonucu getireceği, kaçınılmaz bir bedeli olacağı kanunundan kaçmaya çalışmak her iki kamın da asgari müştereği…

Açılımcıların “çözümcü” tarafı kendilerine karşı yükselen tepkilerle frene basa basa gidiyor ama gitmeye de devam ediyor.

Etnik ayrılıkçıların ise uzlaşma anlayışı, kendilerinin dediğine kayıtsız şartsız teslim olunmasından başka bir şey değil. Ya onların dediklerini yapacağız veya kan gövdeyi götürecek. Bu tehdidi “siyaset” diye pazarlayanların herhangi bir hukukî sorumluluk taşımamaları, borazanlığını yaptıkları katilleri daha da cesaretlendiriyor. Yakalandığında Türk devletine hizmet edebileceğini söyleyen, dizlerinin bağı çözülmüş bebek katilinin bu gün “ 40 milyon Kürt ayaklanırsa ne devlet kalır ne ordu” diyebilmesi dahi bizi uyandırmıyorsa sebebi, sebep- sonuç kanununu unutmamızdır.

Etnik terörün ortaya çıkış sebepleri ortaya konarak, bunun kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söyleyenleri zaten dinliyoruz.

Mesele şu ki “çözüm” diye sunulan şeylerin istenen sonucu doğurup doğurmayacağı hususu hiç düşünülmüyor.

Etnik ayrılıkçılara, istedikleri “hakların” verilmesi halinde terör örgütünün kendini feshedip etmeyeceği soruluyor, bunun söz konusu olamayacağı açıkça söyleniyor.
Bu durumda kendisinden “çözüm” beklenen tarafla, temsilci taraf ayrı kabul ediliyor demektir.

“Çözüm sizin borcunuz ama ne yapacağımıza biz karar veririz!” demek açıkça bizden ayrı olduğunu kabul etmek demektir.
“Çözüm” aynı taraftakiler için söz konusu bir sonuçtur. Sadece nitelik açısından değil, siyaseten de ayrı taraflar, uluslar arası ilişkilerde kendiliğinden potansiyel düşmanlardır. Bundan dolayı müttefiklerin bile ayrı siyasi sınırları ve orduları vardır.

Bundan dolayı “çözümün” çerçevesi hususunda anlaşılamazsa ulaşılacak sonuçlar da “çözümden” ziyade savaşa kaymaya başlar. Bazıları bu savaşın zaten yıllardır sürdüğünü söyleyebilir ama eğer “çözüm” için öne sürülen etnik ayrılıkçı dayatmaların, “Türk’ten” ve Türk devletinden ayrı mecrada sürdürülmesi inadı devam ederse bebek katilinin salyalı ağzından savurduğu tehditlerin cevabının büyüklüğünü hiç kimse tahmin edemez.

“Kendi evimizdeki” problemleri, evimizin içinde tartışmakla, tetikçi tutup da ev halkını tehdit ederek “çözüme” ulaşmak aynı yere varmaz. Sonuçlardan ayrı olarak bu tutumlardan ikincisi zaten temelden ahlâk dışıdır.

Eğer kendinizi ev halkından saymıyorsanız, tetikçinizin sayesinde evi idare edebileceğinizi söylüyorsanız o zaman ev halkından sayılmazsınız. Ev halkından sayılmadığınız zaman da mutfağı, banyoyu, misafir odasını ancak ev sahibinin izniyle kullanabilecek misafir haline gelirsiniz ve artık salonda ayağınızı uzatıp gönlünüzce televizyon seyredemezsiniz. Eğer hem ev halkının huzurunu kaçırıp hem onları reddedip hem de tetikçi marifetiyle televizyon keyfi sürmek isterseniz de kulağınızdan tutulup dışarı atılırsınız. Ev ile ilgili “hak” iddialarınız ancak o evin içindeki haksızlıkları evin meşruiyeti çerçevesinde yargıladığınız zaman geçerlidir.

Kendi evinizi yapmak istiyorsanız bir arsa bulur ve oraya yaparsınız. Kendi ev halkınızı inkâr ederek evin geri kalanını yok sayarak evi yıkıp da ev sahibi olmaya kalktınız mı canınız yandığında kimseye kızmamalısınız.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir Toplumsal DüzenManifestosu Denemesi II


Tartışmaları kilitleyen en önemli argüman toplumlar için genel geçer doğru algılarının bulunamayacağı argümanıdır.
Bu görecelik argümanına göre, bir toplum için “doğru” olan diğerleri için olmayabilir.
Bu argümana göre meselâ kültürel kodlarının temelinde “yağma” yatan bir toplumun, endüstri toplumu olarak mutlu yaşayamayacağı neredeyse kesindir. Veya mutlaka endüstri toplumunun gereklerini kendine göre eğip bükecektir.
Elbette her toplumun endüstri toplumu olmasının gerekip gerekmediği sorulabilir. Endüstri toplumları gerçekten “en doğrusunu” bulmuş toplumlar mıdır?
Pigmeler veya bizim için ciddi bir sorun teşkil eden “mülkiyeti” hiç tanımadan mutlu yaşayan toplumlar yok mudur ve onların “medeniyeti” yok mudur?
Bu soruları aslında birinci bölümde cevaplamaya başlamıştık.
“Batılı” standartları doğal kabul eden toplumlar için doğal olan sorunlar gerçekten başka toplumlar için “doğal” değildir.
Toplumların nispeten çok daha ayrı veya izole yaşadıkları dönemler için bu soruyu cevaplamak kolaydı. Kültürel etkileşimin ve değişimin az olduğu dönemlerde Toplumların nispeten çok daha ayrı veya izole yaşadıkları dönemler için bu soruyu cevaplamak kolaydı. Kültürel etkileşimin ve değişimin az olduğu dönemlerde toplumların değer yargılarının kendi kendilerine yeterliği bizi tatmin edebilirdi.
Günümüzde de izole yaşayan, kültürel etkileşimden uzak kalmış toplumlar için gelişmiş toplumların standartlarından masun olmak doğal karşılanabilir.
Önümüzde büyük sorun çözülmeyi beklemektedir.
Kültürel etkileşimden kaçamayan toplumlar için değer yargılarının değişmemesi mümkün olabilecek midir?
Bu, dünyanın kahir ekseriyeti için geçerli bir sorundur artık.
Çünkü ne kadar uzak kalmak istersek isteyelim “farklı” kültürel kodlarla maddî ve manevî alış verişe çoktan girmişizdir.
Bir “alış veriş” âni bir eylem değildir. Kimse bir alışverişin sonuçlarından kaçmaya muktedir değildir. Bu ister gönüllü bir mübadele ile ister bir savaşla olsun, toplumların birbirleriyle her teması karşılıklı değişmeleri doğurur.
Bu değişmelerin en önemli sonucu toplumların “sorunsallarının” birbirine açılmasıdır.
Bu açılma genellikle doğrudan olmaz. Çatışma zeminini oluşturan kültürel kodların tanınması ile yani “cevapların” tanınması yoluyla olur.
Coğrafyaların toplumlar arasında ciddi bir engel teşkil ettiği dönemlerde nispeten düşük nüfuslu ve kapalı toplumlarda hayatta kalmaya yönelik gene nispeten çok daha somut kuralların varlığı topluluğun “farklılığının” bir işareti olarak önemseniyordu.
Sebebi ne olursa olsun, bazı toplumların keşif ve fetih yoluya dünyaya açılmaları “izolasyon” eşitliğinin bozulmasına yol açmıştır.
Rızaya dayalı mübadelenin insanlıkla beraber varolduğunu bilmemize rağmen, yağmanın da insanın dürtülerinden biri olması , bu yolla da olsa kültürler arası ilişkilerin, “dönüştürücü” bir sonuç doğurduğu gerçeğini değiştirmez.
Nitekim 18.yy’ın ikinci yarısında yağmaya dayalı ilişkilerin gerçek bir refah yaratamayacağı basiretinin “Milletlerin Zenginliği” ile ortaya konmasıyla İngiltere’de ciddi bir dönüşüm gerçekleşmiştir. 20.yy’ın ortasına kadar süren sömürgecilik anlayışına rağmen refahın kaynağının üretim ve mübadele olduğunun kabülü, modern iktisadın doğmasını sağlamıştır.
En başa dönecek olursak, insan eyleminin kökeninde değişmeyen bir değiştirme arzusunun var olduğu gerçeği bizi insanın bir otomat veya hayvan olmadığı sonucuna ulaştıracaktır. Hiç değişmediklerini sandığımız ilkel kabilelerin av araç gereçlerini nasıl geliştirdiklerini düşünecek olursak, insanın amacının, hayatta kalmayı sağlayacak içgüdülerin otomatizminin yokluğunu sürekli bir gelişme ile doldurmak olduğunu da görebiliriz.
Tekerleğin bulunuşu insanlık tarihinde, gelişme arzusunun ilk radikal ifadesidir. Tekerleği hiç bulmamış toplulukların varlığı bu kuralı değiştirmez. İnsanlık tarihinde hiçbir teknoloji geliştirmemiş, hiçbir topluluk yoktur.
Bu durumda, her toplum kendinde var olan “dünyayı değiştirmek” arzusu ve ihtiyacına yönelik farklı cevaplar geliştirmiştir.
Devam edecek…



23 Ağustos 2009 Pazar

Bir Toplumsal Düzen Manifestosu Denemesi I

Toplum ve düzen kelimelerinin taşıdığı kudretli çağrışımlardan kaynaklanan bütün riskleri peşinen kabul ederek düşünmeye başlıyorum.

Belki en sonda söylenmesi gereken bir başka şeyi en başta belirterek tartışıyorum. O da medeniyet ile ilgili bir tarife teşebbüs edildiğinde, toplumsal düzen ile ilgili bütün tartışmaların “batıya” atıfla yapıldığı itirazının herhangi bir tartışmayı veya hükmü geçersiz kılamayacağıdır.

Çünkü “tartışma” zaten başlı başına bir kategorizasyon, ve hüküm vermek işidir.
“Tartışma” bir yanlışın ve bir doğrunun var olduğu kanaatine göre yürütülen akıl rekabetidir.

Bu açıdan “tartışma” belli determinasyonların mukayesesi demektir.

Toplumsal düzen tartışmalarında önümüze dikilen en büyük engel doğuda İbn-i Haldun ve Kaşgarlı Mahmut gibi düşünürlerin konu hakkında düşünmüş olmaları bu konunun doğunun da ilgi alanı olduğuna dair itirazlardır. Böylece tartışmada doğunun hiç de eksik veya batıl olmadığının altı çizilmeye çalışılır.

Bu bir yere kadar doğrudur. Bu, “doğunun” kendi doğru ve yanlış anlayışını billurlaştırmaya çalışan düşünürlerinin gayretleri açısından gurur vericidir.

Öbür yandan maalesef “doğu” bu fikrî cehtin kurumsallaşabildiği bir ortam yaratamamıştır. Felsefenin fıkıh ve tasavvuf karşısında gerilemesi ve bir tür “küfür” uzantısı gibi görülmesi İslâm medeniyetinin fikrî köklerinin zayıflamasına yol açmıştır. Felsefenin, sorgulayıcılığının iktidara kadar uzanma riski batıda dahi çoğu zaman ciddi bir sorun teşkil etmiştir.

“Medeniyet” teriminin genel geçer bir ölçüsünün olamayacağının altının sürekli çizilmesi, “farklı” medeniyetlerin var olduğunun söylenmesi bizi herhangi bir çözüme yaklaştırır mı?

Veya toplumsal problemlerin çözümünde bize yardımcı olur mu?

En nihayetinde “medeniyet” bir çözüm tarzları çerçevesidir ve bu açıdan kültürle yakından ilgilidir.
“Çözümler” sorular veya sorunlarla ilgilidir. Her şeyden önce çözülmesi gereken soruları veya sorunları gerektirirler.

Tartışmalarda medeniyetin, “ en az enerjiyle en fazla çıktıyı” olması halinde Pigmelerin batı insanından daha mutlu olduğunu, bu durumda batılının medeniyet tanımının hiç de genel geçer olamayacağı argümanı sıkça işittiğim bir argümandır.

Sorun şudur ki Pigmelerin toplumsal yapılarının karşılaştıkları sorunlar ile modern batılının sorunları aynı değildir.

Öte yandan “sorunu” doğuran şey değişimdir. Değişemeyen bir toplumda sorunun olmaması doğaldır. Pigmeler veya Aborjinler gibi “tarıma” geçme imkânı olmayan toplumların belli bir aşamadan ileri gidememeleri, iş bölümünün onlarda ortaya çıkamamasına ve sorunların da kendiliğinden ortaya çıkmamasına sebep olmuştur.

Tarıma geçebilmek şansına sahip olan toplumların tarıma geçmeleri tesadüf müdür?
Elbette hayır. Çünkü insan davranış gösterir, eyleme geçer.
Yani “daha iyi bir durum” için sürekli gayret gösterir. Bu, insan varoluşunun tek şeklidir.
“Mevcut durumdan daha iyisi” insana özgü bir tercihtir. İnsan hayatta kalmanın ötesinde ihtiyaçlara sahiptir.

Eylem durumu değiştirmek ihtiyacının bir sonucudur.
Bundan dolayı da mevcut durumu nihai bir mutluluk ânı olarak görüp yerinde sayan hiçbir insan topluluğu yoktur.

Sosyalizm bunu yaratmaya çalışmış ve bütüncül olarak uygulandığı her ülkeyi bir tür tımarhaneye çevirmiştir.

Toplumlarda medeniyet ayrımının iki büyük insan eyleminde toplandığını sanırım söyleyebiliriz.

Yağmaya dayanan medeniyetler ve mübadeleye dayanan medeniyetler.

Burada şunu belirtmeliyiz ki tarihsel olarak bu iki eylemi de içinde barındırmayan hiçbir medeniyet yoktur.

Sorun, zaman içinde hangi davranışın medeniyetin belirleyicisi haline geldiğidir.
Veya şöyle söyleyelim: İhtiyaçları giderme sorunu karşısında hangi kültürlerin daha ziyade yağmayı, hangi kültürlerin mübadeleyi benimsediği sorunu karşımıza çıkacaktır.

Zira bu tercihin maddî sonuçları bilhassa 18. yy sonundan itibaren çok hızlı görülmeye başlamıştır. Bu tercihler toplumsal düzenlerin, sorunlara cevap verme gücünü ve maddî ilerlemenin hızını doğrudan belirlemiştir.
(Devam edecek)
….

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Ne İstiyorsunuz Hemşerim?

Bir açılım histerisidir sürüp gidiyor…

Açılım isteyenler hümanist, istemeyenler veya onu sorgulayanlar doğrudan “faşist”!
Açılımdan murat ne? Hiçkimse bilmiyor. Bununla anlatılmak istenen herhalde etnik bir grubun daha aktif siyaset yapması, hatta adı Türk olan millî egemenden bağımsız şekilde karar alabilmesini sağlamak?

Burada göz ardı edilen, hatta görmezden gelinen, telaffuz edilmediğinde de yok olacağı sanılan iki husus var:

Birincisi dünyanın geri kalanında olduğu gibi devletimizin de belirleyci bir millî iradeye dayandığı ve o iradenin adının “Türk” olduğu.

İkincisi temel hakların kullanımında dönem dönem sıkıntı yaşansa da ayrımsızlığın var olması.

İster silâh kullanın ister kullanmayın, bir ülkeyi kuran büyük kültüre ve nüfusa karşı çıkarak zorla veya demokratik yolla o memleketin “şeklini” değiştiremezsiniz. Bir memleketin şeklini ancak o memleketin egemen toplumu belirler, bu hem bağımsızlığın hem demokrasinin gereğidir. Bu şekil hem siyasi egemenliğin coğrafî sınırlarını hem de idare şeklini ihtiva eder.
Bu, “temel haklara” müdahale etmek yetkisini ihtiva etmez! Yani çoğunluğun, azınlığın Tanrısı olduğunu göstermez.

Temel haklara riayet edilen bir memlekette de “egemenin” belirleyiciliği hiç kimseyi rahatsız etmez, etmemelidir.
Türk adını taşıyan egemenin nasıl adlandırılacağı da Merhum Mustafa Kemal tarafından gayet güzel belirlenmiş.

Peki etnik ırkçılık/ayrımcılığın temel rahatsızlığı nedir? İşte bu Türk adıdır, kimliğidir. Meselenin kökeninde bir kere Türk adının belirleyiciliğine karşı durmak vardır.
Peki bu karşı duruş meşru mudur?
Değildir.

Çünkü nasıl etnik kimliklerin sırf kendilerini bir kimlik olarak görmek hakları varsa, onları gerek kültürel gerekse ırki çeşitlilik açısından çok aşan millî kimliğin ifadesi de meşru bir haktır ve millî devlet, bu hakkın en kristalize halidir.

“Egemenlik” millet varlığının yeryüzüne duyurulması demektir.
Egemenlik bir şartla kısıtlanabilir. O da egemenin temel haklara riayetle kayıt altına alınamaması halidir. Bu durumda “egemen”, zorbadan başka bir şey değildir ve onun devleti de devletlik vasfını kaybetmiş demektir.

Türkiye’de durum böyle midir?

İşte ikinci şart burada karşımıza çıkmakta.
Türkiye’de dileyenin dilediği yere gitmesinin, yerleşmesinin, çalışmasının, mülk edinmesinin engellendiği bir ortam mı vardır? Türkiye’de insanlaırn temel haklarının kullanımının etnik sebepten dolayı engellenmesi söz konusu mudur?

Türkiye’nin temel problem, bürokrasinin sadece etnik gruplara değil, kendi emrine uymayan herkese uyguladığı ifade hürriyeti kısıtlamasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına ve hukuk birliğine uyarak bu tip bir kısıtlamaya karşı mücadele etmek ayrı şeydir, bunu bahane ederek ayrı bir yasama erki istemek bambaşka bir şey…

Etnik ırkçı/ayrılıkçıların, çözüm için öne sürdükleri bütün “taleplerin” temelinde kendilerini birşekilde “Türk’ten” ayırabilmek imkânı yatıyor.

Bir yandan bunun sosyolojik imkânsızlığını görüyorlar ama bunun aynı zamanda hukuken ve siyaseten de ayrışmayı imkânsızlaştırdığını fark ettikleri için durmadan Türkiye Cumhuriyetinin silâhlı düşmanlarının sözcülüğünden vazgeçmek istemiyorlar. Amaçları sosyolojik gerçekliği, “Türk” coğrafyasının tabiatını silâh tehdidiyle değiştirmek.

Artık “Türk” kimliği içinde istediği gibi seyahat edip iş kurabilen, Anadolu’nun batısında servet edinmiş hemşehrileri varken bir yandan ayrı durmayı bir yandan da “vatandaşlığın” nimetlerinden yararlanmayı istemeleri yüzünden vatandaşın nefret odağı haline geliyorlar.
Siyasetlerini Türkiye Cumhuriyetini “hasım” kabul ederek yapmaları Marksist faydacılık ve rölativizmlerinden dolayı kesinlikle vicdanlarını rahatasız etmiyor.

Eğer bu devleti düşman kabul ediyorsanız, onun organları içinde yer almaz, onun “hukuk sağlayıcılığını” tanımaz, onun onayladığı tapuları kullanmazsınız.
Eğer fiilen mal mülk edinebiliyor, iş kurabiliyor, canınızın ve malınızın emniyetinden Türkiye Cumhuriyeti’ni sorumlu tutuyorsanız, bu devleti kuran Türk milletinin egemenliğini tartışamazsınız. Hele onun egemenlik hakkını bölemezsiniz.

Nüfusunun yarısı batıda yaşayıp da Türk egemenliğinin hukuki teminatından sonuna kadar faydalanan bir etnik grubun, memleketin bir kısmı hakkında Türk egemenine danışmadan söz söyleme, irade uygulama hakkı yoktur, olamaz.

Hukukun, bütün vatan sathında bazen aksayarak da olsa uygulandığı bir memlekette, yerel ağız farkını ayrılık sebebi haline getirmeye kalkarsanız, memleketin, her köyüne kadar paramparça olmasının yolunu açarsınız.

Şimdilerde Emre Aköz’ün bir türlü anlayamadığı ve “Türk bölücülüğü” dediği şeyin özü budur. Hem idarî/siyasî bağımsızlığın hem de vatandaşlık konforunun bir arada olamayacağını ve bunun hangi sosyolojik kırılmaya yol açacağını idrak etmek istemeyen başta liberaller olmak üzere Türkiye’nin ez cümle hümaniterleri bu yüzden ne gibi bir vebal taşıdıklarını da bir türlü anlayamıyorlar.

Yarın, adı “Türk” olan bir vatandaşın, düne kadar kendi memleketi bildiği nir vilayetin sınrında, poşulu, sakallı, kalaşnikoflu adamlarca kimlik kontrolüne uğraması, memleketinin bir yerinin artık ancak “özerk yönetimin” iznine taabi olduğunu öğrendiğinde, “etnik” komşusu hakkında ne düşünmesini bekliyorlar?

Şu saatten sonra eğer, istanbul’daki bir Kürt iş adamına “İşini kapat, defol git!” diyemiyorsak ki demememiz de gerekir, bu tamamen etnik ırkçıların düşman olduğu hukuk birliğimiz sayesindedir. Eğer iş hayatımız kendiliğinden ve etnik farklılıkları umursamadan yürüyebiliyor ise “açılımcılar” bilmelidirler ki artık açılım sonucunda meydana getirilecek “federe”, “özerk” veya adı her ne ise bir şekilde hukuken ayrılmış bölge ve o bölgeye mensubiyet gerçekten güven bunalımlarına yol açacaktır. Çünkü “açılımcıların” ısrarla göz ardı edip de çor çocuğun kanına giren adamlarla vicdanen aynı vebalin altına girmelerinin o menfur sebebi kim ne derse desin hep ortada kalacaktır.

Devletimize silâh çeken adamların ve onların destekçilerinin vatandaşlık hakları yoktur, olamaz. Dolayısıyla hem devleti silâhla tehdit edip hem de “siyaset”yapmak en başta “ahlâksızlıktır. Hem vatandaşlığın konforundan yararlanıp batıda servet edinip hem de Diyarbakır’da kimsenin karışamadığı bir devletin hayalini kuranlar bu açıdan iyi düşünmeli…

Zira iş sadece siyaset masasında olup bitmez, eli silâhlı köpeklerin devlete silâh çekmesini siyaset sananlar da yarın vatandaşın öfeksine maruz kalabileceklerini baştan kabul etmeli…

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Transformer/ Yenilenlerin İntikamı


İlk bölüme endişeli gitmiştim, Allah biliyor ya… Oyunlardan veya çizgi romanlardan uyarlanan filmlerde her zaman “aşınma” riski vardır.


İlk filmde, çizgi filminden apayrı bir Terminatörvari sertlik gördüğümde çok şaşırmıştım.
Serinin bu filminde Transformers tarihine daha ayrıntılı bakılması çok iyi olmuş.

Komedi dozu düzgün ayarlanmış.
Film zaten baştan başa bir özel efekt harikası. Buna mukabil, Transformersların aşırı ayrıntılı tasarımları bilhassa yakın dövüş sahnelerinin seyredilmesini güçleştiriyor.


Shia Labeouf ve John Turturro kesinlikle filmin ağırlık merkezleri. Labeouf'un ani değişebilen tepkileri, Turturro'nun İtalyan ateşiyle öyle güzle akortlanmış ki...


Tasarımlarda dikkat çeken özellik Optimus'un özgürlük renklerini taşıması, diğer otobotların da canlı renklerle kendilerini göstermeleri. Decepticonların daha hayvansı ve renksiz görünmeleri.

Müzikler terminatörünki akılda kalıcı temalar içermese de özenle yapılmış. "Green Days'in" de bu başarı da payı var.


Sinemanın sihrine kapılmaktan zevk alıyorsanız bir kereden fazla seyredilmesini tavsiye edebileceğim bir eğlencelik.

4 Ağustos 2009 Salı

Etnik Siyaset Üzerine Bir Eleştiri

Modern devletlerin, hukukla sınırlandırılması bilincinin yerleşmesiyle birlikte, vatandaşların yargı önünde “farksızlığı” çoğunluk dışında kalan grupların bir takım sorunlarının gündeme gelmesini sağlamıştır.

Artık çoğunlukların, farklılıkları, keyfe keder bir egemenlik anlayışı ile yok saymasının mümkün olmadığı anlaşılmıştır.

Bu noktada devlet yönetimine katılmak, meşru bir talep grubu olarak sayılmak yani siyaset yapmak arzusu basit çoğunluk egemenliği düşüncesini ciddi şekilde sarsmıştır.
Bunun ciddi toplumsal etkileri de olmuştur. Çünkü artık çoğunluk içinde ayrı kabul edilmek isteyen grupların varlığıyla, egemen kültürün mensupları,hayat tarzlarının tehdit edildiği hissine kapılmışlardır. Amerikan WASP’ının bazen ırkçılığa varan tedirginliğinin altında yatan sebeplerden biri de herhalde budur.

Sanırım, modern devletlerin doğuşu, daha sonra Wilson prensiplerinin ortaya çıkışı her toplulukta bir bağımsız egemenlik alanı rüyasını ateşlemiştir.

Burada sınıfsal bir bilinçten çok kültürel bir homojenlik kaygısının yattığını düşünüyorum.
Sömürgecilik sonrası dönemin yaygın tepkisi ve arzusu bağımsızlık olmuştur.
Bunu anlamak kolaydır.

Öte yandan etnik siyasete damgasını vuran bu yaygın bağımsızlık arzusu kökleri tarihte derinleşmiş, uzun bir zamandır heterojen toplum olarak yaşan ülkelerde çok sancılı ve üzücü ayrışmalara tol açmıştır.

Zamanla etnik siyasetin ne pahasına olursa olsun ayrışmak talebinden öteye gitmemesi, medeniyet açısından ciddi bir tehdit gibi görünmektedir.

Çünkü bu tür bir parçalanmanın nereye kadar gitmesi gerektiğini kimse bilemez. Etnik grupların içindeki alt kültürlerin bağımsızlık taleplerini nereye koymamız gerektiğini nasıl bilebiliriz? Dünyanın birer köy kadar küçük sayısız bağımsız devlete ayrışması sanırım en radikal hümanistlerin dahi kabul edemeyeceği bir felaket olurdu.
Etnik siyaset nedir?

Etnik siyaset, millî ( büyük)kültür içinde kendince ayrışan, radikal farklılık iddiası güden bu farklılığı ırki kökenle ispatlamaya çalışan, tarihsici bir ispatlama yoluyla meşrulaşmaya gayret eden ve nihaî hedefi kendi siyasi ve hukuki egemenlik alanını oluşturmak isteyen siyasetin adıdır.

Etnik siyasetin psikolojik dayanağı, yabancı korkusuna dayalı ötekileştirme arzusudur. Buna, büyük kültüre duyulan büyük bir nefret ve kıskançlık da eklendiğinde ortaya tarihsici ve bazen ırkçı bir megalomani çıkar. Meselâ bazı tartışmalarda aslında Türk diye bir şeyin olmadığı, Türk diye anılanların içinde bir sürü ırkî karışıklı olduğundan dem vurulur. Aslında bu, tam da millet denen heterojen ve büyük toplumsal yapının ayakta kalma prensiplerine duyulan derin kıskançlığın ve aşağılık kompleksinin itirafıdır. “Türk” adının ontolojisine yönelik bu itirazların zımnen söylediği, kendi etnik yapılarının ırken Türk’ten açıkça ayrı ve daha saf olduğudur. Çünkü etnik bir siyaset için varoluş sebebi tam da saflığından şüphe duyulamayacak bir çekirdek toplumsal yapının bu saflığını siyaseten korumak güdüsüdür.

Bunun sebebini de anlamak kolaydır. Çünkü “etnik diyebileceğimiz yapılar uzun zaman belli bölgelerde genellikle gayet izole yaşamış, gerek ırken gerekse kültürel olarak fazla karışmamış, toplumsal yapıları uzun zaman derin değişmeler geçirmemiş, varoluş şekilleri kendi içlerindeki evliliklerle belirlenmiş yapılardır.

Dolayısıyla etnik gruplardan “açık toplum” davranışları beklemek anlamsızdır.

Etnik siyasetin sığlığı, var olmanın ancak ayrışmayla mümkün olduğu kanaatine sığınmasıdır.
Daha öne de değindiğimiz gibi, ayrışmanın, “saf” bir ırkî ve kültürel otarşi meydana getirmenin etnik gruplara huzur getirebilmesinin, refahı ve hürriyeti sağlamsının hiçbir teminatı yoktur. Bu tip bir saflaşmaya dayanan homojen etnik devletlerin aksine farklılaşmaya, ayrıştıkları büyük kültürden daha tahammülsüz olmak ihtimalleri çok daha fazladır.
Peki yapıcı bir etnik siyaset imkânsız mıdır?

Farklılığı ifade etmenin tek yolu ayrışmak mıdır?
Elbette tek yol bu değildir.

Doğru ve meşru bir etnik siyaset, büyük kültürün egemenliğinin ancak toplumsal ilişkilerde ve kendiliğinden var olması gerektiğini, bu egemenliğin resmî bir ayrımcılığa uzanmamasını talep etmek üzerine kurulur. Bu, etnik grubun varlığının toplumsal ve bürokratik huşunetten masun kılınması için gereklidir.

Bu talebin dayanağı, etnik grubun farklılığı değil, hukukun herkes için aynılığıdır. Haklar farklılıklardan kaynaklanmaz, insanın varoluşundan kaynaklanır. Oysa etnik siyasetin ayrışma hedefi için sürekli temel haklar söylemini, farklılık üzerinden istismar etmesi neredeyse kanıksanmış bir durum…

Etnik bir siyaset, etnik grupların hukuk önündeki eşitliği konusundaki uyarıcı bir hassasiyetten öteye gitmemelidir. İfade hürriyetleri konusunda herhangi bir vatandaştan farkı olmayan, kendi okullarını kurabilen, kendi yayın organlarına sahip etnik grupların varlığının yolu silahlı tehditten geçmez. Etnik siyaset bu noktada ülkenin hukuk birliğinin ayrılmaz bir parçası olarak taleplerini hukuk önünde eşitlikle savunmalıdır. Etnikliği büyük kültüre düşmanlıkla korumaya çalıştığınızda şiddeti de meşrulaştırmaya başlarsınız. Bunu yaptığınız anda siyasetini güttüğünü iddia ettiğiniz etnik grubu toplumsal bir tehdit haline getirmiş olursunuz.

Hukuka tamamen saygısız bir çete haline gelmemiş hiçbir devlette, vatandaşların sözle savunma sınırından öteye geçip devlete silâh çekme hakkı olamaz! Bu sınır, sadece büyük kültürün mensupları için etnik gruplar için de böyledir.
Dolayısıyla etnik grubun ifade hürriyeti ile ilgili siyasi talepleri olan hiçbir parti de ülke çoğunluğuna yöneltilmiş silâhlı tehdidi onaylayamaz. Bunu yaptığı takdirde siyaset sınırını aşmış ve “düşman” haline gelmiş demektir.

Bir ülkenin siyasetçilerinin meşruiyeti hangi hukuki birliği tanıdıklarıyla belirlenir. Eğer etnik siyaseti, çoğunluğa hele de silâhlı bir düşmanlıkla renklendiriyorsanız, artık , içinde yaşadığınız toplumda farklı bir renk değil, kendisinden kurtulunması gereken bir leke haline gelirsiniz.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Etnik Ayrılıkçılık ve Türk Liberallerinin Asgari Müştereki: Millî Devlet Düşmanlığı

Millî devlet, normatif ve âmir olmak zorunda mıdır?

Millî devletin nitelikleri onun tabiatından kaynaklanmaz.
Devlet denen mütekâmil emniyet sağlayıcının oluşumu için zaten farklılıklar taşıyan kavimlerin veya moda tabirle “etnisitelerin” bir araya gelerek, soyut değerler etrafında birleşme iradesini göstermeleri gerekir.

Dolayısıyla kendisi heterojen bir yapı oluşturan milletin, herhangi bir homojenlik vurgusuyla bir hukuk birliği, emniyet sağlayıcılığı temin etmesi,devletin mantığına aykırıdır.

Milletleşme bir benzeşme sürecidir ve bu süreç ancak soyut kurallara, hukuk idealine uymak yönündeki sürekli bir irade ile yürüyebilir, yürütülebilir.

Bu benzeşme sürecinin omurgasını veya anayolunu teşkil eden şüphesiz bir “büyük kültür” olacaktır.

Devletin görevi herkesi yeknesak parçacıklar haline getirmek değildir. Herkesin bu benzeşme sürecinde zarar görmeden ve başkasına zarar vermeden etkileşmesini teminat altına almaktır.
Millî devlet karşıtı liberallerin, ferdin özerkliğine vurgu yapmaları ve kimliklerin özgürce yaşamasını savunmalarının millî devletin bütünlüğüyle ilgisi yoktur.

Devletin varlığı, hukukun teminatı için şarttır. Devletin nasıl şekillendirildiği, devleti kuran toplumun tercihlerinin sonucudur. Eğer tercihler âmir bir devlet yönünde kullanılır ise devletin tabiatı kendiliğinden bu yünde değişir. Eğer toplumda yaygın bir ferdiyet şuuru, bir hukuk ideali ortaya çıkmışsa devletin şekli de kendiliğinden hukuk devletine doğru değişecektir.

Millî devlet karşıtı liberal yan kolun yanlışı veya kastı, devletten bahsederken, onu toplumun üstünde bir âmir-şekillendirici olduğunu peşinen kabul etmek.

Soru dönüp dolaşıp memleketimizdeki etnik terör ve ayrılıkçılıkta düğümleniyor.

Fertlerin kendilerini zordan masun şekilde ifade etmeleri ideali, devleti oluşturan milleti reddetmeyi gerektirir mi? Devlete adını veren ekseriyetin, hiçbir belirleyiciliğinin olmamasını sağlamak gerçekten etnik unsurların haklarını korur mu? Veya etnik unsurların haklarını korumak adına ekseriyetin varlığını reddetmek hukukla bağdaşır mı?
Bir sihirli değnek gibi sarılınan “adem-i merkeziyetin” ölçüsü ne olmalıdır?
Her kimlik grubunun, ekseriyetten bağımsız şekilde kendi hayatına yön vermesi mi arzulanmaktadır?

Sorun sadece ferdin ifade hürriyeti değildir.
Sorun, azlıkların, çoğunluktan bağımsız siyasî birlikler kurup kuramaması sorunudur. Bu şekilde çoğunluğun etkisiz veya yasaklı olduğu siyasî egemenlik alanları tesis edilecek midir, edilmeli midir?

Etnik siyasetin ana hedefi, çoğunluktan siyasi ve hukukî şekilde kesin olarak ayrışabilmektir.
Adem-i merkeziyet eğer siyasî ve hukukî birliğin yokluğu ise parçalanmanın nereye kadar gideceğini kimse bilemez.

Meselâ Kürt kardeşlerimiz kendi kimliklerini ülkenin geri kalanından bağımsız yaşayacakları bir egemenlik alanı talep ettiklerinde, kendi içlerindeki daha küçük etnik grupların her biri aynı talebi dile getirdiklerinde ne yapacaklardır?

Veya “bağımsız” etnik egemenlik alanlarında, farklılıklara tahammül gösterileceğinin, temel hakların korunacağının garantisi nedir? Kuzey Irak sorununun hiçbir liberalce dikkate alınmaması, bu bölgede Kürtçe’nin sadece bir şivesine izin verilmesinin incelenmemesi düşündürücüdür.

Nihayetinde her fikrin siyasî sonuçları olacaktır. Her fikir kendine “egemenlik” alanında bir yer edinmek isteyecektir. Bu fikirlerin hepsinin hukuka uygun olup olmadığına, bir arada yaşamamızı sağlayan hukuku çiğneyip çiğnemediğine bakmaksızın hayata geçirilmesi ve böylece siyaset yapıldığı iddiası ancak bir saçmalık olabilir. Dolayısıyla bölünmek, ayrışmak isteyen herkesin fikrini sırf bir fikirdir ve ifade hürriyetinin nesnesidir diyerek hayata geçirmeye çalışmak mantıklı değildir.

Bilhassa liberallerin, siyasi taleplerin, fikirlerin, hukuka uygunluk kayıt ve şartını gözetmeksizin kabul görmesi için uğraşması idealizmden ziyade, sola atfedilen yıkıcılık dürtüsünün bir tezahürü gibi görünüyor.

Bir hukuk birliğini sürdürmek için bir merkez etrafında kenetlenmiş homojen bir kitle olmaya gerek yoktur ve millî devlet de bu anlama gelmez. Millî özellik taşımayan hiç bir devlet de aslında yoktur. Daha önce de dediğimiz gibi “millî” devleti, hukuk birliği idealinde birleşmiş kavimlerin oluşturduğu, sosyolojik benzeşmelerle renklenen devletten başka bir şey değildir. Bu benzeşmenin bir hâkim renginin olması sosyolojik bir realitedir. Bu benzeşmeyi inkâr ederek, her kimliğin ifade hürriyetini savunmak bir tenakuzdur. Bu, her kimliğin izole şekilde yaşamasını istemektir. Bu izolasyonu siyasî otarşiyle desteklemek adem-i merkeziyet değil ırkçılığın bir başka tezahürüdür.

Liberal okumuşların adem-i merkeziyetin sınırından özellikle bahsetmemeleri dikkat çekicidir. ABD örneğinde bile eyaletlerin bir birlik vatandaşına sınırlarını kapatabilmeleri durumu ayan beyan ortadayken bahsedilen adem-i merkeziyet halinde meselâ Diyarbakır’ı “Türk” kimliğine yasaklamak gibi bir aşırılığın önüne nasıl geçileceği hiç merak edilmemektedir.
Maalesef ülkemizde liberaller etnik ayrılıkçılar tarafından sosyalistlerden daha etkin şekilde kullanılmakta, temel haklar kuramının sulandırılması işi etnik ayrılıkçılar adına liberal okumuşlarca gayet güzel yerine getirilmektedir.

Oysa etnik ayrılıkçılığın nihaî hedefi, millî devletten çok daha homojen ve doğrudan kan bağına dayalı bir etnik otarşik bürokrasidir. Bu düşünceye dayalı bir devlet talebini özgürlük bağlamında meşru kabul edip de temel haklara saygılı bir millî devlet tasavvuruna daha en başta tartışmasız bir düşmanlık ve hınç beslemek Türk liberallerinin en büyük ayıbıdır. Görünen o ki Türk liberalleri için millet bir utanç kaynağıdır. Millî olan her şeye duydukları sınırsız hınç ve nefreti sorgulamadıkça, temel haklar konusundaki duyarlılıklarına rağmen milletin ekseriyeti tarafından neden sevilmediklerini anlamaları da mümkün olmayacaktır.

Tek Yol Piyasa!



Romalılar, çarmıha gerdikleri esirin bacaklarını kırarlarmış.


Çarmıhta asılı adamın halini düşününce bu, katmerli vahşet gibi görünse de işin aslı öyle değil. Çünkü bacakları kırılan adamın nefes alması zorlaşır ve ölümü kolaylaşırmış.

Ağzımızın tadını kaçıran bu misalde büyük bir ibret var:


O da insan bedeninin, birbiriyle ilgisiz gibi görünen sistemlerin bir uyumu ile çalıştığı.
Tabii bilimlerle sosyal bilimler arasında bu tip bir benzetmenin hatalarına sayısız defalar değinilmiş olsa da piyasanın tabiatını anlamamız açısından güzel bir misal…


Sosyalizmin tam komuta ekonomisi, bir bütün halinde çalışan uyumlu aktörlerin, emirler altında da çalışabileceği yanılgısı üzerine kurulmuştur.


Sosyalizm birer sonuç olan ürünler ve refahın her halükârda elde edilebileceğini sanmıştır. “Bilinçleri” değiştirilen insanların gene aynı şekilde üretmeye devam edeceklerini hayal etmiştir.
Oysa insan var oluşunun ancak hürriyetle mümkün olduğu beton duvarına toslamıştır. Bu, toplumsal düzenlerle ilgilenen her ideoloji için aşılamazdır, mutlaktır. Bu mutlaklığı inkâr ederek ilerleyemezsiniz, en iyi ihtimalle yerinizde sayar, en kötü ihtimalle o duvara çarpar ve parçalanırsınız. Sovyetler Birliği’nin başına gelen tam olarak buydu.



Genellikle ekonomik faaliyetle ilgili olarak akla gelen ilk kavram mülkiyettir.


Ekonomiyi salt mülkiyet açısından ele aldığımızda gözümüzden kaçan mülkiyetlerin karşılıklı tasarrufunu sağlayan lokomotifin ne olduğudur.


Zira elimizde olan ama asla mübadele edemediğimiz herhangi bir varlığın kendi kullanımı dışında hiçbir faydası yoktur. Onu iktisadî açıdan anlamlı kılan, onun “mal” olmasını sağlayan onu kendileri için bir fayda olarak algılayan diğer insanlara sunulabilmesidir.


Şunları düşünelim: Elimizde bulundurduğumuz malı mübadele etmemiz yasaklansa ne yapardık? Bu, tam bir hürriyet kısıtlamasıdır.


Elimizdeki malın, hükümetin belirlediği mallarla mübadelesi emredilse ne yapardık? Bu da tam bir hürriyet kısıtlamasıdır. Sonuçta bize ne istediğimiz sorulmamaktadır.


Elimizdeki malı mübadele etmek istediğimiz malların değerlemesi hükümet tarafından sürekli değiştirilse, ne yapardık? Mübadele için uygun gördüğümüz oranı kendimiz belirleyememek de tam bir hürriyet kısıtlamasıdır. Çünkü neticede elimizdeki malı işlevsiz kılmakta, onun üzerindeki tasarrufumuzu anlamsızlaştırmaktadır.

Ekmeğimizden PS3’üze kadar bize taleplerimizi sunan piyasayı var eden çekici güç mülkiyetin hür mübadelesidir.


Ekmek veya otomobil, hükümetler emrettiği için değil, karşılıklı fayda beklentilerinin özgürce karşılanacağı beklentisinden dolayı arz edilirler.
Fertlerin ellerindeki malları mübadele etmelerini yasaklamak, teşbihin sınırlılığı kaydıyla insanın bütün kemiklerini kırmak gibidir.


Fertlerin ellerindeki malların mübadelesini emirle düzenlemek veya fiyat kontrolleri ile dolaylı olarak etkilemek de insanı kısmen sakat bırakmak gibidir.


(Teşbihteki sınır şudur: İnsan bedeni otomatik çalışır, oysa piyasa aktörlerinin iradesi vardır. Buradaki benzerlik “uyumun kendiliğindeliğidir”.)
Sosyalizmin çok kısa zamanda kavranan öldürücülüğü, ondan vazgeçemeyenleri “Bir üçüncü yolu” düşünmeye itmiştir.



Buna göre, insanın birbirinin kurdu olduğu vahşi kapitalizm ( piyasa) ortamından bizi kurtaracak bir “insancıl” bir düzen mümkün olmalıydı.


Herkesi ancak nefes alabilecek seviyede eşitleyerek herkes için ölümü yok ettiklerini düşünüyorlardı. Buna göre herkese “insanca” bir hayat vaadiyle bedelsiz, sağlık, eğitim, konut, güvenlik vs sağlamayı bize tartışılmaz kutsal bir değer olarak kabul ettirmek istediler.
“Herkese ve bedelsiz” mal sunulmasının ekonomik anlamı asla düşünülmemiştir.
Her şeyden önce hizmetlerin de birer mal oldukları düşünüldüğünde hizmetler dahil bütün malların “bir yerden” gelmesi gerekmektedir.


“Herkese bedelsiz” düşüncesinin temelinde malların her halükârda elde edileceği hayali vardır.
Fiyat kontrolleri veya vergilendirme gibi yollarla devlet müdahalesinin amacı da zaten “bir şekilde” ortaya çıkarılan mallardan herkesin yararlanmasını sağlamaktır.
Sosyalizmin vahşetini inkâr edemeyenlerin savunduğu üçüncü yol budur.

Üçüncü yolcular için en basit mülâhaza faydacılıktır. “Gerekenin neyse onun yapılmasıdır!”
Bu düşünce, öncelikle toplumu meydana getiren insanların eylemlerinin iradî olması gerekliliğini inkâra; sonra da insan için sebepsiz sonuçların var olabileceğine veya aynı sonuca yol açan birden fazla sebep olabileceği yargılarına dayanır.

Toplumsal hayat iradî eylemlerimizin bir etkileşiminden oluşur, dolayısıyla neyin gerekli olduğuna dair kararlar her birimizce ayrı ayrı alınır. Dolayısıyla toplum için toplu bir gerekirlik kararı alınamaz. Toplum için böyle bir gereklilik ancak emniyetin ve adaletin teminidir. Adalet, davranışlarımızın temel haklara riayet esasına göre muhakemesinden ibarettir. Yoksa varlıkları, yokluk çektiğini söyleyen herkese, yağmalayarak dağıtmak demek değildir.


“Gerekenin yapılması”, bir sonuç karşısındaki memnuniyetsizliğin giderilmesi demektir.
Mesele şudur ki insan eylemlerinin vardığı her sonuç, eylemi yönlendiren amaç ve değerin bir gereğidir. Karşılıksız para basarak piyasaya sürerseniz, pahalılık ve geçim sıkıntısıyla karşılaşacağınızı bilmelisiniz. Hem karşılıksız para basıp hem de paranızın değerini korumasını, alım gücünüzü muhafaza edebilmeyi bekleyemezsiniz.


“Kredi genişlemesini” teşvik edip tasarrufu sağlayamayacağınızı bilmelisiniz.
Tam plânlı bir ekonomik tasavvurun,ekonomik ilişkileri baştan sona yeniden kuramayacağı hakikatini kavramak buna göre nispeten daha kolaydır.


Oysa “gereği neysecilik” bir yandan piyansın varlığını kabul edip biryandan müdahalenin var olabileceği yarı-yalanı ile bilincimizi uyuşturur.


Meselâ kredi faizlerinin yükselmesi müşterileri rahatsız ettiğinde yapılacak iş bu faizleri her müşterinin gönlüne göre düşürüvermek ve memnuniyetsizliği gidermek değildir! “Gereği neysecilik” bize bunu emreder oysa. Kredi faizlerinin yükselmesinin bir başka şeyin tabii gerekirliği olduğu bilinmezse, miktarı az sayıdaki bir malı ortaya saçmış oluruz. Oysa faizlerin bize verdiği mesaj, paramızı tasarruf etmemiz gerektiğidir. Burada banka ve müşterinin karşılıklı mübadele oranları teatisini sözüm ona müşteri lehine bozmaya kalkarsanız yaptığınız şey, parayı satan adamın elinden malını zorla almak ve onu müşteriye yağmalatmaktır. Bunu yaparken bankaya vereceğiniz güvencenin, değersiz kâğıt parçalarından oluşacağını gizlemeniz sonucun bir felâket olmasını engelleyemez.


Siz ne kadar “gereğini” yerine getirdiğinize inanırsanız inanın malların değeri konusundaki kanunu çiğnemenin sonucundan kurtulamazsınız.
Her mal, bir yokluğun giderilmesi için arz edilir. Buna mukabil, daima bir kaynağın tedricen yok olmasına yol açar. Her üretici, insanların muhtemel ihtiyaçlarını göz önüne alır ama asla bu “ihtiyaçların” ne olduğu tam olarak bilemez. O ancak piyasada daha önce gerçekleşmiş başarılı mübadelelere göre tahminde bulunarak talep meydana getirmeye çalışır. Yok ettiği kaynağın gelecekte bulunama riskine göre artan değerine göre arzını kısar.



Dolayısıyla “gerekenler” zaten bize piyasada fiyatlar yoluyla yeterince açık iletilmektedir. Piyasaya uyun gördüğünüz kişilerin menfaatine her müdahalenizde diğerlerinin mutlaka hareket kabiliyetini kısıtlıyorsunuz demektir. Herhangi bir kaynağın ithalatını yasakladığınızda, o kaynağın yerli üreticisini koruduğunuzu düşünürsünüz ama o kaynağı kullanan üreticilerin maliyetini kendiliğinden yükseltirsiniz ve hayatı tüketiciler için pahalılandırır, tüketiciyi fakirleştirirsiniz.



İşte bu durum, kırılan bacakların artık solunuma yardım edememeleri gibidir.
İki kişi arasında zaten sulh yoluyla yürüyen bir ilişkide üçüncünün müdahalesi açıkça anlamsızdır. Bu, zaten anlaşan iki kişiyi bir başka dille anlaşmaya mecbur etmeye benzer. Veya karaciğere başka bir metabolik yolak emretmeye benzer.


Piyasaya müdahale, yol gösterici fiyatları bozarak, piyasa aktörlerinin körleşmesine yol açar. Bu kaçınılmazdır. Hem fiyat mekanizmasını bozup hem kaynakların akılcı kullanımını sağlamak, hem tasarrufu teşvik etmek hem üretimi arttırmak mümkün değildir. Dolayısıyla hükümetlerin yapması gereken tek şey, piyasanın kendi gereklerince çalışması için emniyeti ve adaleti sağlayacağına ve bundan gayrı hiçbir işe kalkışmayacağına dair hukukî bir teminat vermektir.

İster tam bir komuta ekonomisi isterse müdahalecilik ile kendini aklamaya çalışan yarı sosyalist bir ekonomi , asla üretim için gerekli müşevvikleri yaratamaz ve ekonomik müşirleri sağlayamaz. Bundan dolayı da “her şeyi yerli yerine koyacak” bir üçüncü yol yoktur.
Hal böyle olunca tabiatları sadece bir derece farkıyla ayrılan sosyalizm ve sosyal demokrasiye benzer müdahaleci ekonomik anlayışların sağlayamayacağı şeyleri barındıran tek bir faaliyet ortamı olduğunu görürüz: Piyasa!






2 Ağustos 2009 Pazar

Zar Adam

Psikiyatristlerin roman yazmasını ilginç bulanlar çok herhalde… Bir Irwin Yalom çılgınlığı söz konusu olduğuna göre…

Bu yazarların yazarlıkları hakkında hep önyargılı oldum.

Çünkü hastalarının mahremiyetini teşhir etme dürtüsü ile vaka dosyalarını roman diye bize yutturmaya kalkmaları gerçekten berbat bir zavallılık…

“Biz doktoruz hem beste yapar, hem resim yapar, hem hasta bakar hem roman yazarız! Entelektüellerin Tanrısıyız!” tarzı o bildik doktor egosunun acemiceden de öte bir dışavurumu.

“Dışavurum” kelimesi de aslında sadece resmiyet ve nezaket kaygısıyla kullanıldı. Çünkü yarısına gelmeden bıraktığım ve midemi bulandıran “Zar Adam” bir kusmuktan farksız.

“Mesleğine inancını yitirmiş doktor” merkezi etrafında dönen anlatının tek ilginç yanı da bu.

Hayatın bir “anlamsızlık” olduğunu keşfederek aydınlanan doktorumuz elindeki zarlara göre yaşıyor.

Bunun okuyucuda bir heyecan ve gerilim yaratacağı düşünülmüş herhalde. Bir sonraki adımda o herkesten üstün, her şeyi bilen, bütün mesleklerin üstündeki adamın bile kendisini nasıl akıntıya bıraktığına bakarak dehşete düşeceğimiz sanılmış herhalde?

“İyi ve kötü yoktur, yalnızca dürtüler vardır!” tarzındaki salakça ve Freudyen bir nihilizmle durmadan kendi sıkıntılarını bize de bulaştırmaya çalışıyor yazar. Sanırım ciddi bir tatminsizlik içinde…, Kendi camiasına göre meslek üstü sayılan mesleğine rağmen kaldıramadığı bir aşağılık kompleksine bizi ortak etmeye uğraşıyor.

Bir doktorun size aklınızın, iradenizin, kısacası ahlâkınızın olmadığını söylemesi aslında düpedüz sapıklık ve ihanet… Bu, insan varoluşuna açık bir saygısızlık.

“Çok satan” sınıfında bu tip bayağılıklar epey tutuluyor gibi görünüyor.

İçinde ciddi bir gerilim bulacağımı sanarak almıştım. Beş para etmez, fotokopi olarak bile okumanızı tavsiye etmem.

Bu arada psikiyatrların ne yazdıklarını da öğrenmiş olduk Irwin Yalom’un da neden okunmaması gerektiğini anladık.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Atlas Vazgeçti



İnsan aklının küçümsendiği, mutlaksızlığın korkuların, ve ahlâksızlığın merkezi haline getirildiği bir çağda insanlığın cesur ve yılmaz bir müdafaasıdır “Atlas Vazgeçti”.
İnsanı tavizsiz şekilde ortaya koyar Ayn Rand.
İnsanı akıcı, omurgasız ve bulanık bir primat olarak göstermeye çalışan modern alaycı nihilizme adamakıllı bir başkaldırıdır.



İnsan varoluşunun, amaç, değer ve ahlâkla kopmaz ilişkisini muhteşem bir şekilde ortaya koyar. Ahlâkın, uyulması imkânsız bir teorik lüks olmadığını çarpıcı şekilde gösterir.
Bu açıdan “Atlas Vazgeçti” gayet kapsamlı bir felsefe kitabıdır.
Hayatın ciddi ve değerli bir şey olduğunu hatırlatır bize.



Amaçlılık ve hak etmek onun temel fikridir. Amaçsız zevkten ve hak edilmemiş lüksten nefret eder.
Bu açıdan zevkin belki de en akılcı ve etik müdafaasını yapar.



Atlas Vazgeçti’yi, yayınlandığı 2003’ten beri altı defa okumuşum, yani yılda bir kere.
Çünkü ne zaman okusam bana ümit vermiştir. Aklımın, ne idüğü belirsiz bir kolektif akıl havuzunda çalkalanan bir yosun olmadığını bana öğretmiştir. Kafamdaki ideale göre yaratmanın önemini göstermiştir.



Düşünmekten asla vazgeçmemek gerektiğini öğretmiştir.
Tercih etmek cesaretinin bir lüks değil, her şeyden önce ahlâkî bir gereklilik olduğunu anlatmıştır.



Tercihler, bizi farklı sonuçlara götürüyorsa bu bize iki şeyi anlatır:
Tercih etmemek durumu da bir tercihtir ama sonuçlardan kaçınamayız.
Farklı sonuçlardan bahsetmemiz her şeyin farklılığının bir delilidir.



Meselâ sözde quantumu kullanarak, şeylerin farklılığını çürütmeye çalışan felsefelerin, Marksizmin diyalektik bulanıklığıyla beraber sebep olacakları etik yıkımı en güzel şekilde “Atlas Vazgeçti”yi okuyarak görebilirsiniz.



İnsanın durumlarını, onun kararları dışında bir başka etkene atfettiğinizde ortada ne ahlâk kalır ne de var oluş. Çünkü bu ikisi insan için alında aynı şeylerdir.





Kendi kuralları olan ve ancak Marx tarafından anlaşılabilen bu kurallar ile insanı yöneten bir tarih ile insana hiçbir yer vermeyen Tanrı anlayışlarını yerden yere vurur. Her ikisinin ortak noktasında, somut olarak ortaya çıkan sözde bir kollektivitenin zorbalığını gayet akıcı, doğal bir öykülemeyle ortaya koyar.



“Ben kim oluyorum ki bileyim?” diyen insanın aslında” Ben kim oluyorum ki yaşayayım!” dediğini bize en çıplak ve çarpıcı şekilde anlatır.



“Atlas Vazgeçti” muhafazakâr insanlarımızı sırf batı karşıtı olmakla yakaladığını düşünen ama batı rölativizminin kötü kopyası olan Marksist kökenli basit yerli felsefi romanlardan çok daha derin ve gerçek bir felsefî romandır.



Romanın idealizmi, bizi felsefi sahada ne kadar göz kamaştırıcı ise, tasvirlerde de bir o kadar amatörcedir aslında… Bütün kahramanlar yakışıklı, güzel ve Yunan heykelleri gibidir. Aslına bakılırsa, bilinçli ve karakterli insanların yüzlerine bu durumun yansıdığı bir hakikattir. Ama bunun aynı zamanda fizikî bir durum olması, kötülerin istisnasız birer Quasimodo olması bizi gülümsetir. Gene de bu, romanın akıcılığını ve çarpıcılığını bozmaz. Kötülüğün ete, kemiğe büründürülmesidir bu.



“Atlas Vazgeçti” Marksizmin belirsizlikler sarmalındaki sayısız terimden biri olan “üretici gücün” aslında ne olduğunu net bir şekilde gösterir. O ne tarih tarafından yönlendirilen amele birlikleri ne de toplumdur. O, belli bir amaca yönelmiş hür insan aklından başka bir şey değildir. Ve akılla zorbalık asla bir arada bulunamaz.



İnsan olmanın romantik bir imkânsızlık olduğuna ısrarla inandırılmaya çalışıldığınız günümüzde, size var oluşunuzun önemini anlatacak, size karamsarlığın, ümitsizliğin ve kötülüğün mutlak olmadığını anlatacak enfes bir kitaptır “Atlas Vazgeçti”!

Dalga mı Parçacık mı?(Düzeltme)


Parçacık deneyinde fırlatılan parçalar, dalga halinde yürüyen parçaların sadece bir kısmını temsil eder. Bu yüzden de aynı desen meydana gelmez. Dalganın yarığa çarpmasında, dalganın eğriliği yüzünden, yarığa çarpan fotınlar arasında hız farkı meydana gelir ve bu ikinci bir dalga şeklinin belirmesine yol açat.


Fotonların tabanca ile atılması sırasında ise 1 veya 0 durumu söz konusudur Dolayısıyla yarıktan geçen parçacıklar belli bir aralığa tam karşılık gelen doğrusal yörüngelerde giden parçacıklardır.


Tabnca atımında dalga yörüngesindeki hız farklılaşmasını sağlamak imkânszıdır. Dolayısıyla bu iki deney bize ışığın dalga şeklinde hareket eden fotonlardan oluştuğunu ispatlar.

Dalga mı, Parçacık mı?




Dalga mı, Parçacık mı?

Işığın tabiatı ile ilgili öğrendiğimiz bir çıkmazdır bu.
Buradaki yanlışlık, dalganın bir hareket, parçacığın ise bir nesne oluşudur.
Foton davranışı diye nitelenen davranışı gözlerken yapılan deneyde parçacıklar düzenli fakat “uzaysal” fırlatılmıştır.
Oysa dalga davranışı gözlenirken burada genel düzenli atılan fakat belli bir düzlemde hareket eden parçacıklar gözlenmiştir.
Eğer parçacıklar bir kaynaktan sonsuza fırlatılıyorsa ışıkta olduğu gibi, bu iki deney birbirini yanlışlamaz. Bu iki deneyin bize anlatmak istediği şudur:
Parçacıklar, kaynaktan belli frekanslarda atımlanır. Yani dalga hareketi aslında düzlemsel değil, kürseldir.

Biz yarık deneylerinde bu küresel harekti düzlemsel hale getiririz veya bu küresel hareketten bir kesit alırız. Bütün iki boyutlu dalga gözlemlerimiz veya tasavvurlarımız aslında bu küresel atımların birer kesitinden ibarettir.

Dolayısıyla tesadüfi bir fırlatışla, düzenli ve düzlemsel bir fırlatışın sonuçları farklı olacaktır.
Demek ki gözlenen şey maddenin tabiatı değil, farklı şartlardaki davranışıdır.

Dalga deneyinde ölçüm cihazının yarıkların yanına konması davranışı değiştirmiştir. Davranışı değiştiren gözlemci değil, ölçüm cihazıdır. İki deneyde de gözlemci, davranış değişikliğinin gerçekletişi yerden uzakta ve aynı yerde, ekranın karşısındadır. Değişiklik sadece davranış değişikliğinin olduğu yerdeki ölçüm cihazıdır.

Ölçüm cihazı, fotonların dala düzlemini bozmakta ve onları, tesadüfen atılan toplar haline getirmektedir. Aslında bu da yanlış bir bakış açısıdır. Ölçüm cihazının etkisi, parçacık deneyindeki, kesitleri yarık düzlemine pararle hale gelmiş dalga düzlemleri toplamını yaratmak olmuştur.

Eğer yarıklara ulaşan fotonların hepsi bir ipi aynı anda göğüsleyen sporcular gibi dizilseydi ve hepsi aynı anda yarık düzlemine ulaşıyor olsaydı asla kırınım çizgilerini girmezdik
Oysa fotonların dağılımı dairsel olduğu için yarık düzlemine fotonlar farklı zamanlarda ulaşır. Bu farklılık yarıklarda ikinci bir dalga kaynağının oluşmasına yol açar.

Peki parçacık deneyinde neden aynısı olmasın? Her şeyden önce toplarla yapılan parçacık deneyinde atım düzenli olmakla beraber topların genel yörüngesi yarıklara dik değildir.
Şu sorulabilir: Tek bir elektron nasıl olup da iki yarıktan geçmektedir ? Tek bir elektronu o yarıklara göndermek oda şartlarında imkânsızdır. Eğer söz konusu ışıksa her zaman sayısız otondan bahsediyoruz demektir. Bu durumda yarıklara dik veya dike yakın açıda gelen foton dalgalarının kırınımlarını gözlüyoruz demektir. Dalga, en az üç fotonun düzenli hareketinin bir bileşkesidir. Bunun sebebi de bir frekansı tanımlayabilmemiz için elimizde en az üç hareketin olması gerektiğidir. Dolayısıyla zaten tek bir fotonun veya elektronun yarıklardaki davranışından bahsederek dalga mekaniğinden bahsetmek çelişkidir.

Deneyler arasında bir diğer fark, parçacık deneyinde uzaysal atımlı parçacıklardan yarıklara ulaşanların meydana getirdiği kesitin yarık düzlemine paralel olmasıdır. Eğer gerçekten her iki yarığa aynı aynı ulaşacak şekilde düzenli foton atımları gerçekleştirseydik hareketin düzleminin dalga deneyindeki gibi yarıklara dik olduğunu görürdük. Mesele hareket düzleminin yarıklarla kesişip kesişmemesidir. Yarık boyunca her noktadan içeri giren parçacıkların davranışı ile, hareket düzleminin yarık düzlemi ile kesiştiği tek bir noktadan ancak içeir girebilen parçacıkların davranışları bir olabilir mi? Dikkat edilirse bir yarıktan geçen ışınları kendilerine dik başka yarıktan geçirdiğimizde bu sefer dalga özelliği göstermektedir. Çünkü hareket düzlemi yarık düzlemine dik hale getirilmiştir. Şaşacakir şey yoktur, hareket edenler hep paçacıklardır.

Bizim bütün yaptığımız hareket tarzına müdahale etmektir. Parçacıklar her zaman düzeni atımlanır. Bu atımlanmanın total görünümü bir küredir. Eğer zamanı hareketi dondurabilseydik iç içe geçmiş küreler görürdük. Ama bizim ölçümlerimiz her zaman bu kürenin bir kesitinde olduğu için bu kesit düzlemini dalga olarak adlandırırız. Dolayısıyla elmanın bazen armut bazen sığır olması diye ir şey yoktur. Ölçümü veya gözlemi hareketin değiştiği yerdne yapmak mecburiyeti, hareketi değiştirdiği için biz maddenin değiştiğini sanıyoruz ,o kadar…