Uzlaşma, eski tabirle mutabakat, bir konu üzerinde “uygunluk” anlayışlarının tamamen olmasa da asgari şartlarda aynılığının beyanı anlamına geliyor.
Bu da mutabakat masasına oturan fertlerin değerlerinin bir noktada buluşabilmesini gerektiriyor.
Yani değerleri ve bu değerleri ile yürüttükleri yargıları apayrı olan fertlerin veya grupların mutabakata varması mümkün değil!
Ayn Rand bu konuyu gayet güzel özetliyor. “… Aynı tarafta olanların mutabakatı, tarafları zenginleştirir, farklı tarafların mutabakatında taraflardan biri yok olur..” diyor. Buradaki yok oluş, fiziken ortadan kalkmak veya artık kendine ait değerlerinin telaffuz edilememesi, savunulamaması anlamına gelir.
“Taraf” kelimesi de rölativist ve teleolojik Marksist eylemcilikle iyice bayağılaştırılıp sulandırıldığı için artık inanlık dışı bir uzlaşmazlığın veya çatışma arzusunun çağrıştırıcısı haline getirildi.
Ama kaçınamayacağımız bir şekilde değer yargılarımız ve seçimlerimizle “taraflar” meydana getiriyoruz. Bu da kendiliğinden, uzlaşmazlık noktalarımızın meydana geldiğini gösteriyor. Biri doğuya,diğeri kuzeye gitmek isteyen iki kişi, meselâ belki peynir sevmek konusundaki ortak zevkleriyle bir uzlaşmaya varabilirler ama onları ayıran, yolculuklarının istikametine dair seçimleridir. Bu yolculuklarında ulaşmayı arzuladıkları hedeflerin farklılığı da kategorik olarak bir “uzlaşmazlıktır.”
Bu durumda gidilecek hedef konusunda mutabakata varmaları demek, apayrı yönlerden ve hedeflerden biri konusunda ortak fikre varmaları demektir. Eğer taraflar kuvvet kullanmamak kaydıyla ve salt mantıkla ikna yolunu seçerler ise bu mutabakatın sonucunda gidilen hedef iki yerine bire inecek ve taraflardan birinin hedefi benimsenecektir.
Türkiye özelinde düşünecek olursak etnik ayrılıkçıların savundukları değerler ile kurucu çoğunluğumuzun değerleri arasında bir müştereklik olup olmadığına öncelikle bakmalıyız. (Burada bir parantez açarak etnik ayrılıkçıların sürekli hatırlattığı bürokratik eziyet, bu memlekette, bürokrasinin dediğini sorgulayan herkese uygulanmıştır. Bu açıdan, bu muamele ayrımcılık için bir temel teşkil edemez.)
Etnik ayrılıkçılığın meşrulaştırma gerekçeleri olan dil ve ırk ayrılığı, Türk toplumu için bir aynı şekilde birer değer kabul edilmemektedir. Çünkü “Türk” dendiğinde, şimdilerde en yoz ve bayağı şekilde ırkçılıkla ortaya konan ve ayrılıkçılarca benimsenen genetik çeşitlilik zaten bu olgunun içinde kalmaktadır. Etnik ayrılıkçıların ayırıcı birer değer olarak gördükleri ve etnik kelimesiyle ifade ettikleri bu bayağı ırk olgusu bizim için ayırıcı bir değer değildir.
Asırlardır aramızda meydana gelen soy karışması, birleşmesi, kenetlenmesi de bir diğer ayrılıkçı değer olan “dil” ile ilgili her türlü mülahazayı geçersiz kılmaktadır.
Etnik ayrılıkçıların gün geçtikçe daha hırçın hale gelmesinin sebebi “değer” olarak öne sürdükleri şeylerin, bizim için ayırıcı vasfının bulunmamasıdır.
Bürokrasinin herkese çeşitli şekillerde bazen şiddet ile uyguladığı “ayrımcılıkların” bu ayrılıkçı değerlerle doğrudan ilgisi yoktur.
Eğer var ise mutabakata temel tekil edecek “değerler” neler olmalıdır? Bir yanda koskoca bir millî yapı ve bu yapının yanında gayet önemsiz kalan ırkî ve linguistik farklılıklar diğer yanda bürokrasi tarafından herkese bir şekilde uygulanmış “ayrımcılık”.
Burada dil ve ırkı ısrarla benimsemek mutabakat oluşturmaya yetmez. Şeylerin “neliklerinin” farklılığı onların mutlak şekilde ayrı durmaları için yeterli sebep değildir. Kaldı ki burada insan toplumlarından bahsediyorsak bunun sonuçlarını gözetmeksizin konuşmak çok büyük vebal getirir.
Değerler konusundaki ayrılıktan daha kötüsü, mutabakatın şekli üzerinde… Etnik ayrılıkçılar bir yandan “demokratik” sıfatını ağızlarından düşürmüyorlar ama öbür yandan etnik terörü, stepne olarak kullanmaya devam ediyorlar. Devlet güçlerinin vakt-i zamanında yapmış olabileceği kanunsuzlukların araştırılması ve cezalandırılması her Türk vatandaşının ortak vicdanî endişesidir hiç şüphesiz. Burada aslolan “bizim devletimizi” hukuk içine çekmek, hukukla tahdit etmek, hukukla tadil etmektir.
Bu tip şiddet uygulamaları devlet adına yapıldıklarında gene şüphesiz daha şiddetle cezalandırılmayı hak ederler. Mesele şudur ki bu kanunsuzlukları cezalandıracak olanın da “devlet” denen zor kullanma tekeli olmasıdır. Bu tekel hususunda mutabık kalınmadığında haksızlıkların giderilmesi konusundaki metot ayrılığı ciddi toplumsal çatlaklara yol açabilir.
Eğer her haksızlığa uğrayan eline silâhı alıp kendi hakkını aramaya kalkarsa ortada ne barınmamıza, ne ticaret yapmamıza, ne tahsil terbiye görmemize imkân verecek bir emniyet hali kalır. Bu halin sağlayıcısı devlettir.
Hak kavramını da kolektif bir olguymuş gibi ortaya koyarak insanların “cemaatlerinden” ayrı birer varlık olmasının mümkün olmadığı Marksist kabulünü olmazsa olmaz bir mutabakat maddesi gibi dayatmaktadırlar.
Etnik ayrılıkçılar “haklar” adıyla bu durumu da istismar etmekte, hukukun benimsediği hak arama metotlarını açıkça reddederek devlet dışındaki bir şiddet uygulayıcısına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durum “hak” değeri üzerinde bir başka uzlaşmazlık noktası yarattığı gibi hak arama metodu hakkındaki uzlaşmazlığı kapanmayacak şekle getirmektedir.
Etnik ayrılıkçılar “uzlaşmayı”, kendilerinin sorgulanamaz keyfî arzularının kayıtsız şartsız kabul edilmesi olarak sunmakta ve bunu da borazanlığını yaptıkları teröristlere dayanarak yapmaktalar.
Herhangi bir tartışmayı bu şekilde sürekli güç tehdidine dayanarak sürdürmeye çalışmanın adı “uzlaşma” olamaz. Bu tip bir uzlaşmada, taraflardan diğerinin de aynı “şiddet” seçeneğini kabul etmesi halinde “tartışmaya” esas teşkil eden ilke ve haklar ortadan kalkar ve gerçekten taraflardan biri ortadan kaldırılarak “uzlaşmaya” varılır.
Etnik ayrılıkçıların terimleri bu kadar hoyratça istismar etmelerinin somut sonuçları konusunda ciddi şekilde kafa yormaları gerekiyor. Çünkü en nihayetinde bu “tartışmaların” somut sonuçları konusunda somut davranışlar sergilenecek ve o zaman “çizilen” yol haritasıyla varılacak yer, etnik ayrılıkçıların hiç istemediği hedefler olacaktır.