Başlık yeterince açık olmayabilir ama aklıma ilk gelen bu olduğu için bunu yazdım.
Gene de bir yerlerden başlamak
gerekiyordu.
Çetin Altan, gazetecilerin kolay
para kazandığını söyleyen birine gazetecinin aldığı para karşılığında her gün
yazdığını söylemişti.
Ben bu işten para mı kazanıyorum?
Henüz hayır… Amma ve lâkin… yazmak bir alışkanlık. Bugün tezimden bir paragraf
yazmak niyetim var idi, yazasım gelmedi. Gene amma ve lâkin yazmayınca da
olmuyor.
Dolayısıyla yazıya girmiş olduk.
Ahlâktan bahsedince insan, bu
memlekette bir destur demeli. Neden? Çünkü iki dakika sonra tuvaletteki
banyodaki vs. görüntüleriyle bir şantaja vs. uğrayabilir. Hal böyle olunca… “Baksana
hemşo! Hz. İsa bile ilk taşı günahsız olanınız atsın!” demiş.” Akıldâneliğiyle ahlâk hakkında susmak bize
gayet akılcı ve kolay görünüyor.
Böyle düşünenler gene de birazcık ahlâka sahip
olanlar.
Ahlâk suskunlarının asıl büyük
çoğunluğu/ kahir ekseriyeti, “Aman abi! Bir açığımızı ifşa etmesinler de ne bok
yerlerse yesinler”ci takımından oluşuyor.
Felsefî bir yazı daha mı mesafeli
yazılmalıydı?
Kesinlikle haklısınız.
Peki ya bahsedilen tavır ve
taraflar hiç de o kadar mesafeli ve terbiyeli değillerse?
Kimlerden bahsediyoruz ya da
hangi tavırdan?
Kestirmeden söyleyelim: Tarafının
doğal ahlâkî üstünlüğüne, ezelî ve ebedi
masumiyetine inananlardan bahsediyoruz.
Böyleleri yokmuş ya da size çok
uzakmış gibi görünüyorsa çevrenizdeki siyasi ya da dinî kümeleşmelere dikkat
etmenizi öneririm.
Yine kestirmecilik yapacak
olmakla birlikte şunu da hemen belirtmeliyiz ki insanlar zaten kesin ve sarsılmaz
bir inanç geliştirmek ve dahası ebedi bir masumiyete kavuşmak için birbirleriyle “cemaatler” oluştururlar.
Bu cemaatlerin oluşma
mekanizması, kanaatlerin kesin inançlara dönüşmesiyle gerçekleşir. Söz gelimi
Marksizm, insan ilişkilerinin sınıfsal olduğuna dair öyle basit, öyle net bir
kanaat va’z eder kibuna inanmak bütün dünyayı anlamak hatta değiştirmek için
insanlara inanılmaz büyük bir kolaylık verir. Marksizmin diğer kesin inançlara
göre üstünlüğü, savunduklarının “doğal” olduğuna dair yarattığı illüzyondur.
Yani rüzgârın esmesi, suyun kaynaması ne kadar doğalsa, proleter devrimi de o
kadar doğaldır ve doğa ahlâkî yargıların üstünde olduğuna göre devrim de böyle
olacaktır. Öte yandan Marksistler, mutlak ve değişmez bir inanç ihtiyacından
kurtulmuş, “salt akılcı” robotlar olmadıklarından, Marx’ın “doğal/tarihî”
gelişim şemasına insanî ahlâk urbası giydirmekten kendilerini alamamışlardır.
Kurumsal dinlerde durum daha da
belirgindir. Aslında din zaten başlı başına bir kurumdur; yani, belli kurallara
göre işleyen bir hiyerarşik yapıdır. Bu hiyerarşi kişiler arasında oluştuğu
gibi insan bilincinin işleyişinde de kendisini yerleştirir.
Kurumsal dinler de inananlarından
mutlak ve değişmez olana inanmalarını isterler, onlara mutlak ve değişmezlerin
tam bir takımını onlara sunarlar. Bu açıdan cennet bütün dekorasyonuna rağmen
aslında “değişmezliğin” müjdesidir. Ne olursa olsun değişmeyecek bir şeylere
ihtiyaç duyanlar için bu tür bir değişmezliğe ulaşmanın bir “bedeli” olamaz.
Marx nasıl kendi gelişim şemasını
sözde akla dayandırdıysa dinler de kendi “gelişim şemalarını” kültürlerindeki
yaratıcıya dayandırır. (Peki ama kültürler üstü bir Tanrı’dan bahsetmemiz
gerekmez mi? İstesek de bunu yapamayız, çünkü insan görmediği şeylerin rüyasını
göremez ve bilmediklerini ifade edemez. “Dilötesi bir dil yaratılamaz.) Oysa
Tanrı bütün kavrayışların ötesinde olmalıdır.
Buradaki gereklilik yani “olmalıdır”
fiili, Tanrı il ilgiliyse onu kısıtlamak onu bir şeye zorunlu kılmak anlamına
gelir ki bu Tanrı telâkkisi ile çelişir. Eğer bu bizim için bir kavrayış
mecburiyetini ifade ediyorsa o halde Tanrı ile ilgili olarak onun adı dışında, onun hakkında, onunla ilgili
tek bir söz bile etmememiz gerekir.
Peki ama konuyu bu kadar
dağıttıktan sonra nereye varacağız?
Değişmezliği, hele de zevkin,
çıkarın değişmezliğinin yolunu bir kez bulanlar için bundan daha önemli ve
değerli hiçbir şey olamaz. Bedeller yan yana konduğunda, sonsuza dek
ulaşılabilecek bütün dünyevi (komünizm) ve uhrevî (Cennet) zevklerin haritalarıyla
diğer şeyler kıyaslanamaz bile.
[Rica ederim, Marx’ın komünizm
fikrinin bir “cennet ideali” olmadığını söylemeyin. Sabah canı istediği için
cerrahlık edip de akşam operada rol alabilen insanların, “üretim ilişkileriyle”
yaratılamayacağını herhalde aklı başında herkes kabul eder. Marx’ın cenneti,
kendi kültürel bağlamındadır.]
İnsanlar bir kez “kesin
inançlarını” bulduklarında, bunu destekleyen bir “yankı odasıyla” kendilerini
kandırmaları çok daha kolaylaşır. İşte “cemaatler” ( bu sosyolojik anlamda
kapalı toplulukları ifade eden bir terimdir) insanlara hem sosyal bir dayanışma
hem de değişmez bir “kanaat sağlaması” sunarlar. ( Matematikte “sağlama”,
işlemin doğruluğunun sınanması anlamına gelir.) “Yankı odaları”, aynı şeyi
sürekli birbirlerine söyleyen kapalı insan topluluklarıdır.
İşte yazı başlığındaki “taraftarlık”
bütün bu “yığışma” davranışının ana güdüsüdür.
Taraftarlık “sihirli” bir etikettir. Bu etiketi sihri, şişenin
içindekini değiştirebilme gücüdür.
Ebedi çıkarın peşinden gidenler için
“taraftarlık” etiketi, bireyi düşünmek,
inşa etmek, yanılmak, cezalandırılmak
sorumluluklarından kurtaran bir vaattir.
Hasan Sabbah’ın kullandığı sihirli şey aslında afyon değildir; afyondan daha
güçlü olan “derhal ulaşılabilen ebedi zevk” beklentisidir. Bu da hiçbir çabaya
gerek kalmadan elde edilebilen “taraftarlıkla” kazanılabilmiştir.
“Mutluluğun hayalinin” derhal
edinilebilmesini sağlayan “taraftarlık”, insanları yaşanan dünyanın
gerçekliğinin ağırlığından kurtarır. İnsan için bundan daha güzel bir sonsuzluk
olabilir mi?
Peki ama böyle bir insana,
gününün her anında “diğer insanlara zarar vermemek için uyanık/farkında kalması
gerektiğini” anlatabilir misiniz? Elbette hayır.
Çünkü ebedî çıkarın kısa yolunu
bulmuş bir insan için “ahlâk” sadece kendisine o yolu gösterene kayıtsız
şartsız sadakatten ibarettir. Bu yüzdendir ki kendi mezheplerinden olmayan Müslümanları
bile gözlerini kırpmadan kesebilen bazı vahşiler
için eylemlerinin haklılığını sorgulamak diye bir şey söz konusu değildir.
Taraftarlığın amaç güdülü
bağlılık ahlâkı ile bu yüzden taraflar, objektif ahlâkî yargılamaları bir
kenara atıp sürekli “sui misali emsal kabul
eden” ( kötü örneği örneklem sayan) çarpık muhakemelerle karşıdakini suçlar ve
kendi eylemlerini kayıtsız şartsız aklar.
Bundan dolayıdır ki meselâ yozlaşmış
bir demokrasi, aslında saptırılmış, yozlaştırılmış bir taraftarlık bilincinin,
yönetimleri belirleyebilmesinden başka bir şey üretemez.
İşte yine meselâ güncel Türk
seçmen davranışının neden bunca çarpık ve aykırı olduğunu merak ediyorsanız
olaya bir de bu açıdan bakmak, faydalı olabilir.