14 Haziran 2025 Cumartesi

Ruha Yazmak

Stephen King, “ Düşüncelere boğulduğunda yaz, ilhama aç olduğunda oku “ diyor.

Yazmak bir yandan insana iyi geliyor, diğer yandan içerden çöpten bir işe yarama duygusu uyandırıyor. Neden “çerden çöpten” ?


Çünkü bunun diğer insanlar nazarında bir kıymeti yoktur. 

Dün stoacılığı anlatan bir kitabı bitirdim. 


Özü: "Her ne varsa özündedir.”


Haklı mı? Haklı. Peki neden?


Çünkü "başkası”, varlığımızı çevreleyen, kuşatan, sınırlayan bir duvar. 


Sanırım insanın gerçek hapishanesi, “ başkası “.


Çünkü insan kendi varlığını idrak etmek yerine sürekli başkasına baktığında, onu “gerçekleştiriyor.”  Başkasının gerçekliği zamanla öyle büyütülüyor ki artık hayatın içinde kendimize bir yer kalmıyor. 


Peki aslında yazmak ne işe yarıyor ?


Yazmak, "başkasının hapishanesinde” değerini yitirmiş olan benliğimize, kendi varlığım hatırlatıyor. Çünkü yazmak yalnızca benliğimizin tartışılmaz bir izi olarak geride kalıyor. 

Varlığını, etkisiyle ve hele de estetik bir etkiyle fark eden benliğimiz, kendisini sınırlayan şeyin sadece kaçınılmaz öz biçiminden geldiğini gördüğünde,"başkası” önemini yitiriyor. Özün sınırlılığı kaçınılmaz olduğu için ve özün kendinden olduğu için rahatlıkla kabullenilebiliyor. 


Oysa “ başkası “ varlığını, değerini bizden alan ama bunun için bize asla minnet duymadan sürekli kendisi için var olan ve büyüyen bir varlık olarak bizi hergün daha fazla sıkıştırıyor. 


İnsan yazarak kendi başına var olabildiğini görür. işte bu sayede "başkasının” hapishanesinden kurtulur ; bu sayede de yaptığının "çerçöp” olmadığını fark eder.


Yazmak işte bu yüzden bu kadar önemlidir. 


11 Haziran 2025 Çarşamba

Tanrı Bilinmezliğine Sınırlarımızdan Bakmak

Tanrı hakkında düşünmek mümkün müdür ? 
Eğer Tanrı sonsuz ise sonlu-sınırlı bir varlığın onu idrak edebilmesi mümkün müdür?

Sınırsız bir varlık şüphesiz sınırlı bir varlığın kendisini "bir ölçüde “algılamasına izin verebilir. Yine de bu, ancak sınırlı varlığın sınırlarının izin verdiği kadarıyla mümkün olabilecektir. Sınırlı bir varlık sınırsız bir varlığı kesinlikle idrak edemeyecektir. Sınırlı bir varlık için sınırsızlığı idrak imkânsızdır. Sınırlı bir varlık için sınırsızlık ancak sınırların uzanabileceği en uzak "mesafedir”.

Peki bu neye yol acar? Bu, sınırlı varlığın sınırsız varlığı "ancak kendisine benzetebildiği” kadarıyla idrak edebilmesine yol açacaktır. Çünkü insan, görmediğinin rüyasını göremez. 

Peki ama eğer sınırsız varlık, sınırlı varlığın algı ve idrak sınırlarının kesinlikle sonsuz kere ötesinde ise sınırlı varlık onun hakkında nasıl konuşabilecektir? 

Varlığı hakkında kesinlikle cahil olduğumuz sınırsız bir varlığın “eylemleri” hakkında nasıl konuşabiliriz? Onun sınırsız bir kudreti olduğunu söylemek yeterli midir? Sınırsız bir varlığın eylemlerinden bahsetmek özü itibariyle safsatadır. Çünkü sınırlı bir varlığın ancak sebep-sonuç ilişkileri ile çalışan idrakinin " her şeyin” bilgisine sahip ve her şeyi yapabilecek bir varlığın neyi niçin yaptığını ne bilmesi ne de düşünebilmesi mümkündür.

O halde:
1- Sınırsız bir varlığın sınırsız bilgisine erişilemez. Aksini düşünmek Onun sınırlarını kabul etmek demektir.
2- Sınırsız bir varlığın "eylemleri” güç açısından bütün sebep-sonuç ilişkilerinden kesinlikle aridir. Sınırlı bir varlık onun neyi niçin ve nasıl yaptığını asla bilemez ve idrak edemez. Dolayısıyla sınırsız bir varlığın "iyiliğinden” ya da kötülüğünden bahsetmek imkânsızdır. 


Dolayısıyla sınırsız bir varlık için söylenebilecek en iddialı söz ancak “ ona inanıyorum” olabilir. Bu durum, inancın bir bilgi konusu olamayacağını gösterir. Dolayısıyla sınırsız bir varlığı bilgiye dayalı olarak kanıtlamak tutarsızdır

5 Haziran 2025 Perşembe

Medeniyet Hakkında Bir İki Savruk Fikir

  


“Medeniyet nedir?” diye düşünüp duruyordum.

 

Sanırım medeniyeti tek kelimeyle tarif edebilecek olsak o kelime “idrak” olurdu.

Şimdilerde buna “farkındalık” da deniyor.

 

Peki ama ne menem bir şey bu idrak?

 

Bu, sebep sonuç ilişkilerinin sürekli farkında olmak demek.  İdrak, en azından şu anda benim anlayabildiğim kadarıyla sebep sonuç ilişkilerinin farkında olmak demek.

 

Peki bu ne demek? Bu, attığımız her adımın yol üstünde bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir iz bıraktığının farkında olmak demek.

 

Çok sıkıcı oldu, değil mi ya? Şimdi yapay zekâ ile seslendirilmiş bir sağlık veya felsefe videosu seyretmek dururken kim ne yapsın benim kartondan felsefemi, değil mi?

 

Elbette… Ama… Ya biri burada yazılan tek bir cümleden ilham alırsa… Ya buradaki tek bir cümle tek bir kişinin bir şeyleri fark edebilmesini, kavrayabilmesini sağlarsa? “Güzel olmaz mı?” (Son soru cümlesi canım büyük yeğenimden, doğrudan çalıntıdır).

 

Peki peki anladık… ( Na’ bu da MFÖ’den çalıntı) Muhteşem felsefe yapıyorum da… Sadede gelmeyelim mi gari?

 

Gelelim…

 

Medeniyeti sağlayan, ona annelik eden bu idrak nasıl sağlanır? Bunun tek bir yolu var: Eğitim.

 

Haydaaaa! E bunu bilmeyecek ne var, değil mi? Çocuklara neyin doğru neyin yanlış olduğunu, “bir şekilde” öğretirsek onları eğitmiş ya da terbiye etmiş  olmaz mıyız?

 

İşte zaten sorun burada başlıyor.

Bir çocuğu iki şekilde eğitebiliriz.

 

Ya onu ödül-ceza ikilemiyle şartlandırarak ona belli alışkanlıklar kazandırırız…

 

Ya da yaptıklarının sonuçları konusunda onlara sorumluluk duygusu aşılarız.

 

Birinci eğitim yöntemi, hayvanlara uygulanır. Kısa zamanda sonuç almamızı sağlayan bir yöntemdir ama özellikle menfaat, zevk gibi güdülerle rahatlıkla bozulabilecek bir alışkanlıklar binası inşaa eder.

 

İkinci yöntem ise çocuğa yani eğitilecek bireye varoluşun sorumluluğunu aşılar ki bu ömür boyu bitmeyecek bir vicdan gözetimi sağlar.

 

Birinci yönteme göre herhangi bir çocuğu, kendisini bir bombayla patlatmanın ahlaki olduğuna, çünkü bu şekilde “sonsuz zevk” bahçesine layık görüleceğini söyleyerek ikna edebilirsiniz.

 

İkinci yönteme göreyse sabırlı ve uzun bir çalışma ile ortaya muhteşem şeyler çıkarabileceğine onu ikna edersiniz. Ayrıca ikinci yöntemle çocuğu, başkalarının takdirinden öte, kendi gelişimini görmekten zevk almaya teşvik edersiniz.

 

“Cennet hurileri -cehennem zebanileri” yönteminin bizi götürdüğü yer en nihayetinde büyük ihtimalle intihar bombacılığı olurken varoluş sorumluluğu yönteminin son durağı büyük ihtimalle kanser araştırmalarında yararlı bir aşamadır.

 

“Batının tekniğini alıp ahlakını almamak” meşhur bir muhafazakâr ezberdir ama sadece şu iki eğitim yönteminin arasındaki farka baktığımızda bile bu sloganın ne kadar saçma olduğu anlaşılır. Batı, uzay teknolojisini sınırsız bir zevk düşkünlüğü ile yaratmadı. Daha kötüsü, biz “cennet-cehennem şartlanmasıyla” hiçbir şey yaratamadık.

 

“Cennet- cehennem şartlandırması”, hatasız otomatlar yaratmak ister. “Varoluş sorumluluğu” anlayışı ise “zararsızlık iradesini” benimser.  Aradaki fark koskoca bir “medeniyettir”. “Medeniyet”, doğunun ve batının inşa etme biçimleri değildir. “Medeniyet”, insanın varoluşunu sürdürmesini sağlayan gelişmişlik düzeyidir. Eğer doğunun “medeniyetinin” gelebildiği son nokta, heykel kırıp kafa kesen bağnaz militanlarsa, birbirine denk ve kıyaslanabilir medeniyetlerden bahsetmiyoruz demektir.

 

 

 

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Korku Hasadında Biz


Bir korku ülkesinin buğdaylarıyız biz.

Biçilmekten korkmamız gerekmeli sadece.

Oysa öyle değil….

Çünkü küflü, mantarlı içimiz.

Paslanmışız, çürümüşüz.

Ondan ötürü zehirle dolu içimiz, bunu en namussuzca biliriz. İnsanın kötü olduğunu bilmesi kadar kötü bir şey yok. Kötülüğü sindiriyoruz…

Sindirmek ne demek? İçine aldığın şeyi içinden bir parça yapmak demek.

Biz kötülük sindiriyoruz. Çünkü kötülükle besleniyoruz.

Hayır… Kötülükten bahsedip de ümitsizlik etmemek lâzım, ben de biliyorum da… Göz göre göre yalan söylendiğinde… Çocukluğumuzun en masum anılarına küfredildiğini işittiğimizde…  Her şeyin tepe taklak edildiğini gördüğümüzde…

Akla seslenmek mümkün mü bu memlekette?

Akıl böylesine hınçla böylesine nefretle böylesine inatla reddedilirken…

Herhangi birini ikna etmek mümkün mü?

Sabrınızın lâğıma akıtılıp durduğunu gördüğünüzde, ne hissedersiniz?

Ne desek öfke doğruyor ne söylemesek saldırganlık…

Varoluşumuz bir kabahat artık memleketimizde, konuşmak neredeyse suç…

Hepiniz her gün aynı şeyleri duyuyorsunuz, biliyorum.

Hepimiz aynı şeyleri “susuyoruz”, onu da biliyorum.  O zaman niçin yazıyorum?

İşte onu bilmiyorum.

 

11 Mayıs 2025 Pazar

“Dawkins Şeriatı” Neye Benzerdi?

  


Deizm, sulandırılmış bir teizm mi?

“Tanrı Yanılgısı’nda”, Dawkins’e bakarsanız öyle.

Çünkü Dawkins için “Tanrı” bütün kötülüklerin “anahtar kelimesi”. Ö
yle ki Tanrı’yı benimseyen herkesi “büyük teist zorbalık komplosunun” bir ortağı gibi görüyor.

Tabii bu arada Dawkins hiçbir deiste gerçekte ne düşündüğünü falan sormaya gerek duymuyor.

O kadar kibirli ki Tanrı’nın “akıl ve bilgi alanı” dışında olması ona inananları küçümsemeyi gayet normal ve dahası   gerekli görüyor.

Tamam da deizm teizme kapı aralıyor mu?

Aslında Dawkins Tanrı inancıyla dini sürekli birbirine karıştırarak kitapta dine karşı çıkarken Tanrı’yı inkâr ediyor. Bahsettiği kötü örneklerin tamamı din yaşantılarına ait.

Peki meselâ herhangi bir deist, teistlerin ya da dindarların kötü eylemlerini meşrulaştırıyor mu? Elbette hayır.

Kaldı ki teist ile dindar arasında bir fark var mı yok mu diye bile düşünmeye gerek duymuyor Dawkins. Çünkü Teist, “Tanrı tanır” demek.

Sorun şu: Dinler olmaksızın Tanrı fikrine ulaşılamaz mı?

Dinler kendi açılarından bu soruyu “Hayır!” diye cevaplayıp inanç alanını doğrudan sahipleniyor ya da işgal ediyor. Böylece “dinsiz bir inanç” imkânsızmış gibi görünüyor.

Yani? Dinlerin söylediğinden başka bir şeye inanmak imkânsız oluyor.

İki soru aklımıza geliyor:

Eğer bir Tanrı varsa biz onu anlayabilir miydik?

Eğer bir Tanrı varsa neden dinlerin söylediği şeyleri söylemiş olsun?

Herhangi bir deistin bu sorulara herhangi bir teist gibi cevap vermesi mümkün değil.

Çünkü Tanrı’nın “sınırsızlığı” onun bilinemezliğini, kendi sınırlılığımızla zıt varoluşunu sezmemiz için yeterlidir.

Ve dinlerin bize söylediği şeyleri söyleyen bir “bilincin”, “insani” özellikleri Tanrısallıkla bağdaşmaz.

Peki öyleyse Dawkins’in deizme saldırısının sebebi nedir?

Ateizmin hayatımızı daha akılcı yaşamamızı sağlayabileceği düşünülebilir. Diğer yandan görünen o ki Dawkins de kınadığı teistler kadar kibirli ve hırçın.

Acaba bir ateist diktatörlükte “aşkın bir gücün hayatımıza bir anlam kattığına” dair bir inanç geliştirmek istesek, Dawkins bizi kurşuna dizer miydi?

Hayatlarını herhangi bir şeriatla yaşamak istemeyen, toplumsal düzenin akılla oluşturulması gerektiğini bilen, bunu yürekten destekleyen, laik ve düzeltilebilir bir hukuk sistemi için çalışan herhangi bir insanın, hayatının bir anlamı olduğuna ve bu anlamın son durağının Tanrı olduğuna inanmasının, kime ne zararı olurdu? Dinleri, eylemlerin sonuçlarına göre kıyasıya yargılayan Dawkins ateizmin resmi rejim olduğu SSCB’de, ateizmin neye yaradığını hiç sorgulamıyor mesela…

Dawkins daha kitabın başında “Tanrı ile barışık insanlara” o kadar hırçınca saldırıyor ki hayatında bir umut ve merhamet için Tanrı’nın düşüncesine sığınan herkesi, birer “intihar bombacısı” yerine koyuyor sanki… Dawkins’in bu hırçınlığı onu, bütün nüktedanlığına ve akılcılığına rağmen kibirli  ve saldırgan bir “değer yoksunu” gibi gösteriyor.

Kaldı ki çarpıcı bir biçimde dinden kaynaklanan şiddeti eleştirdiği ilk sayfalarında, “Ahlâk  nedir, nereden kaynaklanır? Bir ateistin daha merhametli ya da daha anlayışlı olacağının garantisi nedir?” gibi soruların hiç birinin herhangi bir cevabı yok. Ateizmde “değerler”, “değer yargıları” nasıl oluşturulur, bu konuda ilk elli beş sayfada hiçbir bilgi yok.

Dinlerin akıl yoluyla yanlışlanması mümkün olabilir ama “Tanrı” kavramı ile din aynı şey midir? Dawkins dinin kurumsal yapısının tutarsızlıklarını, insanın, içinde merhamet ve ümit kaynağı olabilen Tanrı düşüncesiyle bir tutarak “inancın” kendisini en kibirli biçimde aşağılayabiliyor. Bu hırçınlık ve kibir, şeriat rejimlerinde her şeyi bilen ruhban egemenlerin tavrından pek de farklı görünmüyor.

Dinleri ve Tanrı inancını bir kefeye koyup bunları alaya almak  herkese çok eğlenceli gelebilir. Ancak insanların “anlam arayışlarının” saçma olduğunu söylemek da bir o kadar “saçmadır.” İnsanlar hayatlarını deney sonuçlarına göre düzenleyen robotlar değildir. İnsanlar değer yoksunu, ayaklı hesap makinesi “Vulcanlı Spcoklar” da değildir.

Oysa Dawkins ateizm dışındaki her şeyi kınadığı teizmle bir kefeye koyup aşağılarken merhamet, ümit, değer, değer yargıları gibi kavramları nasıl yeniden kurabileceğimizi anlatmaya tenezzül bile etmiyor.

İşte bu noktada kibirli, hırçın ve saldırgan davranıyor.

Kısacası sanırım Dawkinsin “ateist şeriat rejiminde” de “Tanrı” diyenin kellesinin uçurulmasına herhalde şaşırmazdık…

 

 

 

 

 

9 Mayıs 2025 Cuma

Herkes Yazsa Ne Güzel olur

 

Yazınca insan iki şey kazanıyor.

Ne saçma sapan bir cümle oldu yahu!

Yazı sanki insanı iki yolla iyileştiriyor.

Birincisi, düşüncelerinin irinleşmesini engelliyor, insanın onları drene edebilmesini boşaltabilmesini sağlıyor.

Çünkü özellikle izlenimlerle beslenen fikirler, dışarı vurulmazlarsa insanın içinde zehirli kistler haline birikiyorlar.

Onları ifade ettiğimizde onlar üzerindeki hâkimiyetimizin farkına varıyoruz. Böylece onların esiri olmadığımızı, onları değiştirebileceğimizi görüyoruz. Fikirlerin kafamızda kendiliğinden ve kontrolsüz bitivermediklerini, onları kendimizin oluşturduğunu anlıyoruz.

Yazanın ikinci yararı ise bir şey inşaa edebildiğimizi görerek mutlu oluyoruz.

Çünkü düzgün bir cümle kurmak düzgün bir çizgi çizmek gibidir.

İnsan ölmemek ister.

Yazı geride kalan izimizle bizi ölümsüz kılar.

Aslında ölümsüzlükten murat, bir eser, bir iz bırakabilmektir. Dünyada bir etkimizin olduğunu görebilmektir.

Çünkü insan ancak anlamla yaşar.

Anlam oluşturmaksa etki etmenin, eser yaratmanın ilk adımıdır.

Hayır hayır…

Her zaman meşhur yazarlar olmayacağız elbette…

Her zaman, herkesçe de beğenilmeyeceğiz.

Ama düşüncelerimizi düzgünce söze dökebilmenin öz tatminini, öz hoşnutluğunu yaşayacağız.

Çünkü insanın en serinkanlı ve tarafsız hakemi aslında kendisidir.

Ve “iyi ki yaptım” diyeceğimizi bir eser bırakana kadar devamlı uğraşacağız.

Elbette bunu entelektüeller yapacak.

En azından beni bu gece, bugün geride bir şey bırakabilmenin huzuruyla uyuyacağım.

Benim size acizane önerim. Her birinizin birer blog açarak o blogda düzenli olarak yazmanızdır.

Ne güzel…

“Bütün kabile kızar bana..” diyordu ya MFÖ…

Oysa kabilenin mitlerini sanatçılar yaratıyordu.

Ne güzel…

 

7 Mayıs 2025 Çarşamba

Sahi Kim Kimin Memleketinde Yaşıyor?

 

Yabancı bir ülkede yaşamak insana neden güç gelir?

Çünkü dilini bilmezsiniz, adetlerini bilmezsiniz. Size nasıl bakılacağından asla emin olamazsınız.

Çünkü her an tökezleyebileceğinizi düşünüp endişelenirsiniz.

Çünkü size kimsenin sahip çıkmayacağını düşünürsünüz.

“Yabancılık” bu değil midir?

Köksüz, sahipsiz, eşsiz, dostsuz ve kimsesiz kaldığınızı hissedince yabancı hissedersiniz.

Şimdi düşünüyorum, hiç kimseye derdimi anlatamadığım, hiç kimsenin kabilesine girmedikçe var olamadığım…

Hep bir başkasının öfkesine hedef olmaktan kaygılandığım…

Bu memleket benim mi?

Ben onu sevsem bile acaba o beni sever mi?

“Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” demiş ya şair hani….

Ne batısı umursuyor doğuyu ne doğusu seviyor batıyı…

Bu memlekette sahipsiz ve yalnız bir Türküm, o kadar…

Çünkü bu memlekette artık en büyük kabahat Türk olmak.

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir Bayrak İki Tabut

 

Bakmayın siz, başlığı bulmak çok kolay oldu.

Fevkalâde olaylar, yazarın işini kolaylaştırır.


Dün Türk Bayraklı bir tabut gördüm. Sıradan bir cenaze arabasıyla ki galiba o d belediyeye aitti, şehit evine getirilmişti. Tabutun başında kıvırcık bir kuzu, o tabutun, o bayrağın, o cenaze aracının ne olduğunu bilmeden, babacığına yeni oyuncak ayısını gösteriyordu.

 Evine ancak belediyenin lütfuyla dönebilen şehidimizin adı Önder Özendi. Yirmi üç yaşındaydı. Hakkında başkaca bir bilgimiz yok. Yok yok!... Aslında hakkındaki bilgimize göre Hakurk’ta mayın patlamasıyla şehit düşmüş. Daha? Dahası yok…Otuzuna ulaşamadan biten ömrüyle ilgili bildiklerimiz bu kadar. Ha bir de arkasında yetim bir kuzucuk bıraktığını, kuzucuğunun çok güzel bir oyuncak ayısının olduğunu biliyoruz.

Ama Önder hakkında çok şey bilmemize gerek yok aslında…

Neden?

Çünkü sevgili Önder, “bu toprakları”, arsa, tarla olmaktan çıkarıp “vatan” haline getiren fedakârlık ve kahramanlık geleneğinin en son halkası. Anlayamayan dinci ve solcu enternasyonalist bütün “demokratlar” için TÜRKÇEsi şu: Şu anda polikliniklerinde “doktor dövülebilen hastaneleriyle koridorlarına “BİJİ SEROK APO!”  yazdıktan sonra  diplomasıyla avukatlık, doktorluk, eczacılık vs yapılabilen üniversiteleriyle “ Mustafa Kemalin askerleri olsanız ne yazar, ancak Mustafa Kemalin itleri olabilirsiniz” diyen hadsizlerin kürsüsünde konuşabildiği TBMMsiyle vs üstünde ter ter tepinebildiğimiz bir ülkeyi korurken öldü sevgili Önder… Bu yüzden her ne kadar ancak belediyeye ait bir aracın arkasında herhangi bir cenaze gibi getirilse dahi biz ona ŞEHİT diyoruz.

Bu arada…Sevgili Önder’i ŞEHİT sayma sebeplerimizden biri de şuydu ki o, verilebilecek her şeyini Türkiye Cumhuriyeti’ne vererek CUMHURİYETİN HAYIRLI bir evladı olduğunu dosta düşmana gösterdi. O kim olduğunu ne yaptığını herkese gösterdi de ne hayat hikâyesi okundu ne arkasında “yığınlar” birikti ne ailesi dışında arkasından doğru dürüst göz yaşı döküldü.

Aynı gün bir başka cenaze kaldırılmış. Cenazenin tabutuna Türk Bayrağı örtül


müş. Cenazenin arkasında böyle bir alay adam vardı galiba, bir de koskoca bir toplantı salonu ayarlanmış. Geride ne bıraktığına baktım…

Türkiye Cumuriyeti’ne ne “hıyrının” dokunduğuna dair hiçbir şey duyamadım.

İkisinin de üstünde TÜRK BAYRAĞI vardı ama mübarek bayrak, hangisine sarıldı, hangisi o bayrakla kucaklaştı, ben anlayamadım…

İşin içinde bir TÜRK BAYRAĞI var ama o tabutlardan   hangisinde o bayrağın gerçek sahibi yatıyordu, anlayamadım(!).

 

 

 

15 Nisan 2025 Salı

Türk Dizi Sektöründe Yeni “Demografikratik” Türkiye Portresi

 

Bir Rus bilim insanı Türk dizilerinin zehirleyici etkisinden bahsetmiş.

Şaşırdık mı? Elbette hayır…

Yalnız burada dizilerin mi taleple ilgili olduğu ya da dizilerin mi talebi yarattığı sorusu aklımıza geliyor.

Soruları böyle sorunca sorun çözülemiyor, bir kısır döngüye giriyoruz.

Öncelikle dizilerdeki aile yapısına, toplumsal ilişkilere, davranış biçimlerine ve öne çıkarılan değerlere baktığımızda bunların “geleneksel” Türk toplumsal yapısıyla ve değerleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını görüyoruz.

Son dönem Türk dizilerinde gösterilen “aile” Türk ailesi değil.  Bu dizilerdeki aile, “aşiret” genişliğinde bir feodal hanedan. Öyle ki kendi ekonomik özerkliği, egemenlik alanı ve “yasama” gücü bulunan, devlet dahil kimsenin dokunamadığı bir toplumsal birim dizilerde seyirciye dayatılıyor. Hayır, sadece ofiste yardımcı olmak için ara sıra işe alıyoruz

Dikkat edilirse bu aşiret temelli dizilerinin hiçbirinde devlet otoritesine yer verilmiyor. Öyle ki herhangi bir anlaşmazlıktan suça kadar her sorun “ailenin” içinde karara bağlanıyor. Söz gelimi “Kartoncuoğulları’nın gelini nasıl böyle bir şey yapar!” falan gibi cümleler havada uçuşuyor. Koskoca İstanbul’da yaşayıp köylerindeki “törelerle” hükmetmek istiyorlar.

Bu “ailelerin” üyelerinin öğrenim düzeyleri belirsiz. Tam olarak ne iş yaptıklarını hiç kimse bilmiyor. Kravatsız takım elbiseler giyip üst düzey ekonomik bilgiyle yönetilebilecek birtakım şirketlerin üstünde tepiniyorlar. Seyirci sürekli bu abileri seyrettiğinde “Parayı bul da nasıl bulursan bul!” algısı kafasında tümör gibi yerleşip büyümeye başlıyor.

Son yollarda bir de buna açıkça şeriatçı aile profili eklendi. Bu profildeki aileler dine göre yaşamakla kalmayıp bir de tarikat bağlılığıyla hayatlarını düzenleyen aileler.

Her iki dizi tipinde de aile içinde kadınların tek görevleri, ev işleri ve çocuk büyütmek.

Bir de olmayan tarihi olayları, bambaşka tarihi kişiliklerle  pazarlayan sözde tarihi diziler var ki onlar zaten evlere şenlik.

Lâfı çok uzatmayacağım…

Dizilerdeki aile profili aslında Türkiye’de yozlaştırılarak “demografikrasi” haline getirilen çarpık demokrasinin ürünü. Demokrasi adına toplumun oy paketlerine bölünmesi kolaycılığı, seçmenleri “oy kabilelerine”, “oy demografilerine” böldü. Böylece ulusu meydana getiren ortaklaşma, duygu, ülkü ve değer birlikleri bozuldu. Böylece “yalnız kendi menfaatleri için yaşayan”, ellerindeki oy kadar siyasi güç bulunduran “siyasi kabileler” yaratıldı. Kısaca ulusun tamamının katılımıyla yürütülen demokrasi, yerini kabileler, demografilerin oy mücadelesine bıraktı. Böylece demokrasi, “demografikrasiye” dönüştürüldü.

Bu siyasi kabileler, oy oranlarına göre devletin imkânlarına ortak oldular. Hal böyle olunca arzı ve talebi doğrudan belirleyen bir kabileler koalisyonu doğdu. Bilimde, sanayide, teknolojide, tarımda üretemeyen Türk ekonomisinin “amiral gemisi” olan dizi sektörü de elbette paranın kokusunu aldı ve Türkiye’yi fiilen yöneten etnikçi- şeriatçı kitlelerin koalisyonundan nemalanmaya yöneldi.

Evet hâlâ parayı veren düdüğü çalıyordu ama artık parayı veren de oyu oranında parayı elde ediyordu. “İşbu sebepten” aslında dizi sektöründeki yozlaşma, demografikrasi buzdağının ucundan ibaret.