7 Nisan 2025 Pazartesi

Ezbere Karamsarlık

 Ezebere Karamsarlık…

Çocuklarımla konuşunca biraz moralim düzeliyor ama sabah şunu fark ettim ki genellikle moralsiz hatta karamsarım.  Bu durum yüzüme de yansıyor. İnsanın, yakınlarına moral vermesi, onları neşelendirmesi gerekirken kendimi çok bencil hissediyorum.

Ama mesele benim ne hissettiğim değil.

Memleketin şu halinde iyimser olabilir miyim?

Şimdi bazılarınız “Asıl şimdi iyimser, ümitli ve neşeli olmalıyız!” diye ders verecektir. Sonuna kadar haklıdırlar.

Diğer yandan… Memleketin hali sadece bölücülükten ve şeriatçılıktan ibaret değil ki… Memleketin hali, problemi, yolda yürümeyi bilmeyen, önündeki trafik levh
asının anlamını anlayamayan, yaptıklarından sorumluluk duymayan yığınların elinde oyuncak olmamız.

Özür dilemeyi bilmeyen, sorumluluk hissetmeyen, kendinden başkasını düşünmeyen insanların ağırlığı ruhumuzun nefesini kesiyor.

Bu insanlara “demografik işgal”, “küresel ısınma”, “israf-tutumluluk”, “kişisel bakım”, “nezaket” anlatmak da imkânsız.

Hemen şimdi her istediğini elde etmek için batı ülkelerini dolduran yığınların, adeta tomurcuklanarak ürediği bir tür besi yeri gibi Türkiye…

Türk olanın kendisinden beş dakika önce ölecek olmasından başka bir arzusu olamayan Kürtçülerin ve İslamcıların elinde bir oyuncak oldu Türkiye…

Evet… Gene de iyimser olmalıyım, değil mi?

 

 

 

Suriye Bizim Neyimiz Oluyor?

 

Suriye ile ilgili esas problemimiz ne?

Suriye’yi “düzeltmek” için yıktık. Yıktıktan sonra yerine ne koyduk?


 İşte beni asıl düşündüren o. Suriye’nin diktatörünü yıktıktan sonra yerine koyduğumuz adam, o çok istediğimiz demokrasiyi ve insan haklarını Suriye’ye getirdi mi?

İlgisi bile yok.

Suriye şu anda Esad’ın gittiği günden bin yıl geriye gitti.

Peki neden böyle oldu?

Çünkü siyasal İslam millete/ulusa ve milliyetçiliğe kökten düşman. Türkiye’de bunu Türk düşmanlığı olarak görüyoruz ama anlaşıldığı kadarıyla siyasal İslamcılık Araplara bile düşman. Öyle olmasa Suriye nüfusunun yüzde seksenini oluşturan Arapları görmezden gelip de ülkenin Kürtlerce bölünmesine sessiz kalmazdı.

Ortadoğu’da şu anda bir “millet” gibi dayatılan tek topluluk Kürtler. Öyle ki sırf Kürtler bir Kürdistan kurabilsin diye Türkiye’de Türklük, Anayasa’dan çıkarılmak isteniyor, Irak ve Suriye’de Arapların adı anılmıyor.

Irak’ta Amerikan müdahalesi net ve kesindi. Bir iç karışıklığa izin verilmeden, net bir işgal planıyla ABD Irak’a bir sözde Anayasa ve rejim dayatabildi. Oysa Suriye’de işler öyle Arap saçına döndü ki her şey herkesin eline yüzüne bulaştı.

Suriye artık bir devlet değildir. Suriye artık bir bozgun ve kaos coğrafyasıdır.

İsrail Suriye’yi fiilen ortadan kaldırdıktan sonra, önündeki boş topraklarda nüfuzunu alabildiğine genişletmeye çalışırken bizim durup da hâlâ eli kanlı şeriatçı teröristlerden inşaat ihalesi alabileceğimizi sanmamız ancak gülünç bir kenar mahalleli esnaf “mantığı”dır.

Yapılması gereken basit aslında:

Uluslararası anlaşmalarla sağlanmış güvenliğimizin tehdit edildiği gerekçesiyle eski sınırlarımızı mümkün olduğunca genişletmek, içimizdeki Suriyelileri, yeni sınırların güneyine yollamak. Bu sırada da elbette YPG vs her türlü Kürt silahlanmasını ortadan kaldırmak.

Çünkü Kürdistan çabaları Ortadoğu’nun yeni cehennemidir.

10 Şubat 2025 Pazartesi

Rus/Çin Propagandası Ve Emperyalizm Yanılgısı

Medyanız Boğdu Beni….


Amerikan dizilerinde blog yazarlarının para kazandıklarını, kamuoyunu etkilediklerini, gündem belirlediklerini falan görüyoruz ya hani…

Bana inanılmaz ve dahi pek gülünç geliyor.

Türkiye’de artık okunmayan gülük gazetelerin anlı şanlı yazarları, eğer birilerini doğrudan hedef göstermiyor, ona hakaret etmiyorsa falan umursanmıyorlar bile.

Yazdıkları neler peki?  Neler yazıyorlar?

Kerameti kendinden menkul analizler, yorumlar, “duyumlar” bilmem neler…

Hiç kimse de bu insanlara nereden bildiklerini falan soramıyor.

O kadar üst perdeden konuşuyorlar ki insanlar da bir bildikleri var, falan sanıyor.

Ha şüphesiz pek çok şey biliyorlar da anlayabildiğimiz kadarıyla bilgileri, okuduklarından gelmiyor. Bilgileri onlara sızdırılanlardan ibaret.

Burası ayrı…

Diğer yandan topluma akıl vermeleri, normları, değer yargılarını falan belirlemeleri, dünyada hiçbir örneği olmayan tuhaf yönetim biçimlerini demokrasi diye bize dayatmaları falan cinnet derecesine varan bir kibir ve bilgisizlik örneği.

Vatandaş bundan memnun… Çünkü vatandaş artık mesela bir ineğin sütünün nasıl sağıldığıyla ilgilenmiyor. Eğer ineğin memesinin bir yerine metal bir boru saplayıp kanını emer gibi sütünü emebiliyorsa vatandaşın buna hiçbir itirazı yok.

Adına gazeteci ve elbette yazar olduğunu da eklediğimiz insanlar ne diyorsa kerametin ve hikmetin kaynağı halkımız için o. Çünkü çarpıtmacılık, kışkırtmacılık o kadar yaygın ki halkımız artık paylaşılan yalanların doğru, paylaşılan tezeklerin pasta, paylaşılan şiddetin adalet olduğuna inanır olmuş.

Neden nefes almakta bu kadar zorlandığımı kendi kendime anlattım. Sizinle bir ilgisi yok. Bu benim sayıklamam… Şu ortamda artık sanırım pek de akıllı değilim.

Akıllılara, sokakta şikayet edip sandıkta aynı şeyi yaptıkları çok akıllı, hikmetli ve kerametli günler dilerim.

 

 

 

 

Kendi Ülkesinde Tedirgin Bir Türk








 

Bu ülkede kim kendisini gerçekten güvende hissediyor?

Türklüğe, Atatürk’e, Türk egemenliğine hakaret edenler, bölücüler ve şeriatçılar kendilerini sadece güvende hissetmiyor. Onlar artık Türkiye’nin egemenleri.

Türkiye Cumhuriyeti’nin astığı vatan hainlerinin bile hatırası Atatürk’ten daha iyi korunuyor.

Vatan hainlerinin, bölücülerin, şeriatçıların “kişilik” hakları herkesten iyi korunuyor.

Böyle bir ülkede Türk olmakla övünen, kendi vatanında yaşadığını düşünen bir insanın güvende hissetmesi mümkün mü?

Şahsen ben kendimi güvende hissetmiyorum.

Söylediğim her şeyin “suç” sayılabileceğini biliyorum. Hayatımızın her anının bir suçla ilişkilendirilmesi, şikâyet konusu edilmesi an meselesi.

Mesleğimizi ellerinde bulunduran meslek örgütlerinden, hakkımızı koruyacağını düşündüğümüz en yetkili organlara kadar devletin bütün zor kullanma imkân ve yetkileri, Andımız’ı sevmeyen, Atatürk’ün hatırasını silmek isteyen, Türklüğü red ve inkâr eden insanların elinde.

Anayasa’daki Türklük tanımından rahatsız olduğunu söylemenin bile demokrasi sayıldığı bir ülkede herhangi bir Türk’ün kendisini güvende hissetmesi mümkün mü?

İşin kötüsü şu ki yukarıda bahsettiklerimizi halktan bahsettiğimiz olaylar, kurumlar değil. Halk bunların hepsine ortak olup bunlarla bütünleşerek kendisini koruyabileceğini, dahası böylece ekmeğine bakabileceğini sanıyor.

Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama elinde herhangi bir güç bulunduran herkesin, bu güçle canının istediğini yapabileceğini biliyoruz. Ve ne yazık ki  elinde güç bulunduranların çoğu artık yabancılaşmış insanlar.

Hayır… Bir Türk olarak artık bu ülkede kendimi güvende hissetmiyorum.

8 Şubat 2025 Cumartesi

Sosyal Medyada Etnik Irkçılık Propagandası Ve Melez Savaş


Savaş varlığını başka uluslara kabul ettirmiş ulusların birbirleri arasında belli kurallara göre yürütülen silahlı mücadeledir. Aslında savaş bir varlık yokluk mücadelesi olduğu için  bir centilmenlik mücadelesi değildir. Gene de askerliğin onuru ve kurala bağlı bir iş olması, birbirlerini öldürmek istedikleri açıkça ilan etmiş taraflar arasında bile belli sınırların korunmasını gerektir
ir.

Peki Türkiye’de böyle bir savaş durumu var mıdır?

Türkiye’yi kırk yıldır meşgul eden PKK Kürtçü terörü, çatışma terminolojisinde nerededir?

Her şeyden önce şu bilinmelidir ki PKK kendisini diğer uluslara kabul ettirmiş, egemenlik sahibi bir ulusun, kabul edilmiş bir ordusu değildir. Dolayısıyla da uluslararası savaş kuralları ile bağlı değildir. Çünkü PKK Marksist/Stalinist bir örgüt olarak etik bağlamda açıkça faydacı ve amaççı, harp tekniği açısından gayrı nizami bir örgüttür. PKK, kimin adına “savaştığını” söylerse söylesin ve bununla ne kadar  zamandır uğraşırsa uğraşsın bir savaş tarafı değildir.

PKK, egemenliğini kabul ettirmiş bir ulusun nizami ordusu olmadığı ve nizami harp etmediği için kuralların korumasını talep edebilecek bir örgütlenme de değildir.

PKK gerek ideolojisi gerek  muharebe tarzı gerekse amaçları açısından asla “insani sınırlamalara” lâyık bir organizasyon değildir.

PKK’nın militan kadrosunun bir kısmını Türk vatandaşları oluşturuyor.  Kaldı ki bu militanlar dağa çıktıkları anda T.C kimliklerini yakıyor, kısaca bizzat ve zımnen vatandaşlıklarını reddediyorlar. Aile bağlarının bile beyanla ortadan kaldırılabildiği düşünülecek olursa, Türk vatandaşı militanlar, dağa çıktıkları anda Türk Ulusu’nun onlara devlet eliyle sağladığı vatandaşlık haklarını reddetmiş oluyorlar.  Bu hareketleri açıkça vatana ihanet. Vatan hainleri olarak Türk devletinin yaşamları üstündeki teminatı da bitmiş oluyor ve açıkça düşman saflarına geçtiklerinden de ölümleri bir gereklilik oluyor.

Türk vatandaşı olmayan militanlar ise zaten kendiliğinden düşman oldukları ve dahası kuralsız savaştıkları için savaşla ilgili hiçbir uluslararası kısıtlamayla korunamaz durumda oluyorlar.

Bu açıdan PKK vb örgütler açıkça organizmaya saldıran mikroorganizmalar gibi yalnızca yok edilmesi gereken zararlı varlıklar kategorisine giriyorlar.

Peki son zamanlarda yaygınca rastladığımız PKK sosyal medya propagandaları ne yapmaya çalışıyor? Bütün bu propagandalar, bebek katili vatan haininin “Partisiz Kürt kalmayacak!” emri gereğince “her Kürt’ün PKK olması gerektiği” kanaatini yaymaya çalışıyor.

Bunun dayanağı şu: “Eğer Türkler Kürt komşularının PKK’yı desteklediğini görürlerse artık Kürtlerle baş edemeyeceklerini anlar ve PKK’ya teslim olur, onun istediklerini kayıtsız şartsız yaparlar.” Nitekim birinci açılım sürecinde (umalım ki ikincisi olmaz) Kürt köylerinde “devletin PKK’ya boyun eğdiği, Türklerin bükemedikleri eli öptükleri” bazı köy muhtarlarınca bölgedeki memurlara açıkça ifade edilmişti.

Terörle mücadelenin bunca senedir bitmemesi işte yukarıdaki iki nedene dayanıyor. Öncelikle Kürtçü propagandaların ve sözde siyaset, serbestçe yapılabilirken onun desteklediği fiili terör de kendisine bir sözde meşruiyet ve moral alanı buluyor.

İkinci sebep de teröristlerin hâlâ vatandaş muamelesi görerek usul hukuku ile hayat haklarının korunmasına özen gösteriliyor. Oysa onlar çoktan devletin bu işlevini, hukuk birliğini, yargı erkini red ve inkâr ederek hatta bunları yok etmek için silaha sarılmış vatan hainleri ve düşmanlar.

Dolayısıyla bu vatan hainlerinin meşruiyetini savunmaya kalkmak da en az silahlı çatışma kadar gayrımeşru bir iş.

Sosyal medya ve yabancılaşmış medya aktörleri aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan bebek katili alçağın, “Partisiz Kürt kalmayacak!” söz de emrinin Türkiye’yi sürüklediği tehlikeli nokta, her Kürt kökenli vatandaşın öyle olmasa bile PKK olarak görülmesi olacaktır.

Kürtçülerin, solcuların ve şeriatçıların kendilerine sormaları gereken soru şudur:

Apartmanda, pazarda, kamu kuruluşlarında vs. hayatın her anında iç içe geçtiğimiz insanların sırf Kürt oldukları için PKKlı olduklarını düşünmeye başlarsak acaba korkup egemenliğimizden vazgeçip sokaklarımızı PKK militanlarına terk edip okullarımıza ikinci bir bayrak çektirip, ikinci bir dille eğitimi hukuk vs hizmeti verilmesine razı mı oluruz?

Öyle görünüyor ki şimdi devletin kendilerini bir şekilde koruyacağını, komşularının asla onlara ihanet etmeyeceğini düşünen Türk halkının itidali, Kürtçülerce bir korku veya teslimiyet gibi görülüyor ve bu onları açıkça şımartıyor. Yarısı meşru zeminde hareket edebilen  vatana ihanet, bu yarım yamalaklıktan besleniyor ve hukuk sömürüsüyle  moral  desteğini sürdürebiliyor. Bu yarım meşruiyet durumu terörle mücadelenin gerektiği gibi yapılmasını engelliyor, onu vatandaşlığın usul hukukuyla sınırlandırılmasına yol açıyor. Oysa hiçbir teröristin, vatandaşlara sağlanan usul hukukundan yararlanma hakkı yok.

Oysa toprağı bol olsun Hırant Dink onları, yüz on yıl önceki Ermeni ihaneti üzerinden uyarıyor, emperyalizme oyuncak olmamalarını söylüyordu. O zaman Türk halkı kendilerine asla zarar vermeyeceklerini düşündükleri Ermeni komşularının kanlı ihanetiyle sarsılmıştı. Bu ihanet Hocalı’da da ortaya çıkmıştı…

Henüz PKK propagandalarıyla beyinleri yıkanmamış Kürt kökenli yurttaşlarımız şunları bilmelidir:

Bir vatanda tek bir ulus var olabilir. Çünkü vatan ancak tek bir ulus tarafından kazanılmıştır, o ulusça korunur ve ancak o ulus yok edildiğinde el değiştirir. Bazı Kürtler, aşiret yığınlarıyla, örgüt propagandasıyla boşaltılan mekânları gasp ederek toprak elde edilebileceğini düşünebilirler ancak onlara Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmak isteriz: “Vatanın her karışı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz!” Eğer her Kürt’ün mutlaka PKKlı olduğunu düşünmemiz gerekiyorsa ve bunun bizi korkutması gerektiği düşünülüyorsa bu söz, bıçak kemiğe dayandığında Türk Ordusunun yalnızca bir takım muvazaf profesyonellerden oluşmayacağı, çünkü Türk Milleti’nin TÜRK ORDUSUNUN kendisi olduğunu hatırlatmak isteriz ki bu konuyu da Atatürk en güzel şekilde açıklamıştır: “Türkler ordusu olan bir millet değildir, MİLLETİ OLAN BİR ORDUDUR!” Son on yıldır “Azdan az çoktan çok gider” gibi çocukça bir matematikle Türk Milleti’ni korkutmaya kalkanlar bilmelidirler ki Türk Milleti, düşmanın sayısından korkmaz, sadece onu yok eder. “Azdan az çoktan çok”çu  cahillere de Bilge Tonyukuk cevap versin: “Onlar çoktu, biz Türk’tük... Korkmadık savaştık!”

 O halde Atatürk gibi bitirelim: “Bir Türk dünyaya bedeldir!”

 

 

 

 

 

 

22 Ocak 2025 Çarşamba

Sosyal Evrim, Egemenlik ve Vatan I

 


Hayek, toplumsal kurallarının oluşumunu, eylemlerimizin toplum
yaşantısı içindeki seçilimine bağlamıştı. Ona göre, toplumun devamı için yararlı olabilecek eyle
mler seçiliyor, tutuluyor ve devam ettiriliyor ve böylece bu eylemler “iyi” kabul ediliyordu. İyi kabul edilen eylemlerin yapılması da “ahlak” olarak adlandırılıyordu.

Liberal düşünürler arasında bireyin kendisini seçimleriyle ifade etmesi ve gerçekleştirebilmesi için “özgürlük” tartışılmaz bir gereklilikti Hayek özgürlüğü, “Bireyin kendi mutluluğunu (çıkarını)   kendi iradesiyle arayabilmek serbestisi” olarak ( ya da bu minvalde) tanımlıyordu.

Bu noktada “ahlâk” da bir “zarar vermemek iradesi” olarak karşımıza çıkıyordu.

Peki ama birey kendi başına mı bırakılacaktı? Eğer birey sınırsızca özgür olursa ne olurdu? Bu soruyu John Locke cevaplamıştı. Ona göre bireyin sınırsız özgürlüğü bir noktada mutlaka sınırlanacaktı ki o noktada diğer bireylerin varlığıydı. Dahası herkes kendi sınırını alabildiğine genişletmek için mutlaka diğerlerinin sınırlarını ihlal etmeye çalışacaktı ki bu “doğa durumuydu.” Oysa insan doğa durumunda kalamıyordu, çünkü doğa durumunda hem kendi varlığını-hayatını hem de ihtiyaçlarını sürdüremiyordu.

O halde hem kendi varlığını sürdürebileceği hem de çıkarlarını/mutluluğunu arayabileceği bir ortama ihtiyacı vardı. İşte sosyal evrim bu noktada başladı. Bireyin toplumlaşma  arayışı, kendine benzer diğer bireylerle ortak bir dil, ortak bir ifade, ortak bir hafıza, ortak bir zor kullanma ve sınırlama makamı oluşturma yönelimiyle sonuçlandı.

Bu noktadan sonra artık birey geriye dönüp ona hayat ve gelişi imkânı veren, koruyucu ve sınırlandırıcı, vahşet maniası toplumlaşma biçimini sorgulamadı. Bu saçma olurdu. Çünkü böylesi bir sorgulama insanı ebeveyn seçimi, ya da ebeveynin birbirini neden seçtiği gibi saçma sapan sorulara kadar götürebilirdi.

Bireyler bir kere ortak dil, ortak hafıza, ortak ifade, ortak irade gerçekleştirip de bu beraberlikleri sürdürmeyi seçtiklerinde artık bu ortaklık sayesinde geliştirilen kurumların geriye dönük sorgulanması doğrudan doğruya bireyin varoluşunu sorgulanmasına kadar varacaktı.

Toplumsal evrimin bu aşaması bireylerin toplanması ile ilgiliydi.

Ama sorun şuydu ki topluluklar arasındaki “doğa durumu” ortadan kaldırılamıyordu.

Önceden bireyler arasındaki doğa durumu, onların belli kurallarla sınırlandırılmasıyla ki devletleşmenin çekirdeği buydu, giderilebilmişti. Bunun sürekliliği bireylere ortak bir kimlik kazandırılarak sağlanmıştı.

Peki ama diğer toplulukların kendi sınırlarını bizim topluluğumuz aleyhine genişletmesi nasıl engellenecekti? İşte “doğa durumu” yine kendisini göstermişti. John Locke “Hükümet Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde bunu “Uluslararası ilişkilerde doğa durumu egemendir” diye belirtiyordu.

Toplulukların kendi varlıklarını korumak için geliştirdikleri “devletleşme” süreci hem kendi bireylerinin birbirleri arasındaki emniyeti sağlıyordu hem de diğer toplulukların olası saldırılarına karşı bir savunma mekanizması oluşturuyordu.

Bütün bunların oluşumu için gerekli olan “değişimlerin” tamamı “sosyal evrimdi”. Bu evrim mekanizmasıyla topluluğun varlığına yararlı olan her eylem doğru ve geçerli sayılıyor, buna karşı olan eylemler, eğer topluluk üyelerinden geliyorsa ortak yargı organlarıyla sınırlandırılıyor; başka bir topluluktan geliyorsa savaş yoluyla engelleniyordu.

Burada sosyal evrimin çok bilinen güncel aşamasına geçildi. O da her topluluğun sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzenleri oluşturamamasıydı. Sürdürülebilir, karmaşık ve kabul edilen toplum düzeni oluşturabilen topluluklar ancak ortak ifade biçimleri, ortak hafıza, ortak irade geliştirmede başarılı olabilen topluluklar oldular ki onlar “toplumları” meydana getirdi. Toplumlar, biyolojik köken ve benzerliğin ötesinde “tanınabilirlik” ölçüleri geliştiren, ortak kurallara gönüllü uyan ve bundan mutluluk duyan, bu mutluluk hissini ortak ifade biçimleriyle ortaya koyan, yaşanan beraberliğin öncesini bir sonraki nesle aktarmak isteyen bireylerden oluşuyordu ki bu toplumların siyasi adı “ulus/millet” oldu.