Fikir Kazanı
2 Temmuz 2025 Çarşamba
14 Haziran 2025 Cumartesi
Ruha Yazmak
Stephen King, “ Düşüncelere boğulduğunda yaz, ilhama aç olduğunda oku “ diyor.
Yazmak bir yandan insana iyi geliyor, diğer yandan içerden çöpten bir işe yarama duygusu uyandırıyor. Neden “çerden çöpten” ?
Çünkü bunun diğer insanlar nazarında bir kıymeti yoktur.
Dün stoacılığı anlatan bir kitabı bitirdim.
Özü: "Her ne varsa özündedir.”
Haklı mı? Haklı. Peki neden?
Çünkü "başkası”, varlığımızı çevreleyen, kuşatan, sınırlayan bir duvar.
Sanırım insanın gerçek hapishanesi, “ başkası “.
Çünkü insan kendi varlığını idrak etmek yerine sürekli başkasına baktığında, onu “gerçekleştiriyor.” Başkasının gerçekliği zamanla öyle büyütülüyor ki artık hayatın içinde kendimize bir yer kalmıyor.
Peki aslında yazmak ne işe yarıyor ?
Yazmak, "başkasının hapishanesinde” değerini yitirmiş olan benliğimize, kendi varlığım hatırlatıyor. Çünkü yazmak yalnızca benliğimizin tartışılmaz bir izi olarak geride kalıyor.
Varlığını, etkisiyle ve hele de estetik bir etkiyle fark eden benliğimiz, kendisini sınırlayan şeyin sadece kaçınılmaz öz biçiminden geldiğini gördüğünde,"başkası” önemini yitiriyor. Özün sınırlılığı kaçınılmaz olduğu için ve özün kendinden olduğu için rahatlıkla kabullenilebiliyor.
Oysa “ başkası “ varlığını, değerini bizden alan ama bunun için bize asla minnet duymadan sürekli kendisi için var olan ve büyüyen bir varlık olarak bizi hergün daha fazla sıkıştırıyor.
İnsan yazarak kendi başına var olabildiğini görür. işte bu sayede "başkasının” hapishanesinden kurtulur ; bu sayede de yaptığının "çerçöp” olmadığını fark eder.
Yazmak işte bu yüzden bu kadar önemlidir.
11 Haziran 2025 Çarşamba
Tanrı Bilinmezliğine Sınırlarımızdan Bakmak
5 Haziran 2025 Perşembe
Medeniyet Hakkında Bir İki Savruk Fikir
Sanırım medeniyeti tek kelimeyle
tarif edebilecek olsak o kelime “idrak” olurdu.
Şimdilerde buna “farkındalık” da
deniyor.
Peki ama ne menem bir şey bu idrak?
Bu, sebep sonuç ilişkilerinin
sürekli farkında olmak demek. İdrak, en
azından şu anda benim anlayabildiğim kadarıyla sebep sonuç ilişkilerinin
farkında olmak demek.
Peki bu ne demek? Bu, attığımız
her adımın yol üstünde bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir iz bıraktığının
farkında olmak demek.
Çok sıkıcı oldu, değil mi ya? Şimdi
yapay zekâ ile seslendirilmiş bir sağlık veya felsefe videosu seyretmek
dururken kim ne yapsın benim kartondan felsefemi, değil mi?
Elbette… Ama… Ya biri burada yazılan
tek bir cümleden ilham alırsa… Ya buradaki tek bir cümle tek bir kişinin bir
şeyleri fark edebilmesini, kavrayabilmesini sağlarsa? “Güzel olmaz mı?” (Son soru
cümlesi canım büyük yeğenimden, doğrudan çalıntıdır).
Peki peki anladık… ( Na’ bu da
MFÖ’den çalıntı) Muhteşem felsefe yapıyorum da… Sadede gelmeyelim mi gari?
Gelelim…
Medeniyeti sağlayan, ona annelik
eden bu idrak nasıl sağlanır? Bunun tek bir yolu var: Eğitim.
Haydaaaa! E bunu bilmeyecek ne
var, değil mi? Çocuklara neyin doğru neyin yanlış olduğunu, “bir şekilde”
öğretirsek onları eğitmiş ya da terbiye etmiş olmaz mıyız?
İşte zaten sorun burada başlıyor.
Bir çocuğu iki şekilde
eğitebiliriz.
Ya onu ödül-ceza ikilemiyle
şartlandırarak ona belli alışkanlıklar kazandırırız…
Ya da yaptıklarının sonuçları
konusunda onlara sorumluluk duygusu aşılarız.
Birinci eğitim yöntemi,
hayvanlara uygulanır. Kısa zamanda sonuç almamızı sağlayan bir yöntemdir ama
özellikle menfaat, zevk gibi güdülerle rahatlıkla bozulabilecek bir alışkanlıklar
binası inşaa eder.
İkinci yöntem ise çocuğa yani
eğitilecek bireye varoluşun sorumluluğunu aşılar ki bu ömür boyu bitmeyecek bir
vicdan gözetimi sağlar.
Birinci yönteme göre herhangi bir
çocuğu, kendisini bir bombayla patlatmanın ahlaki olduğuna, çünkü bu şekilde “sonsuz
zevk” bahçesine layık görüleceğini söyleyerek ikna edebilirsiniz.
İkinci yönteme göreyse sabırlı ve
uzun bir çalışma ile ortaya muhteşem şeyler çıkarabileceğine onu ikna
edersiniz. Ayrıca ikinci yöntemle çocuğu, başkalarının takdirinden öte, kendi
gelişimini görmekten zevk almaya teşvik edersiniz.
“Cennet hurileri -cehennem
zebanileri” yönteminin bizi götürdüğü yer en nihayetinde büyük ihtimalle
intihar bombacılığı olurken varoluş sorumluluğu yönteminin son durağı büyük
ihtimalle kanser araştırmalarında yararlı bir aşamadır.
“Batının tekniğini alıp ahlakını
almamak” meşhur bir muhafazakâr ezberdir ama sadece şu iki eğitim yönteminin
arasındaki farka baktığımızda bile bu sloganın ne kadar saçma olduğu anlaşılır.
Batı, uzay teknolojisini sınırsız bir zevk düşkünlüğü ile yaratmadı. Daha
kötüsü, biz “cennet-cehennem şartlanmasıyla” hiçbir şey yaratamadık.
“Cennet- cehennem şartlandırması”,
hatasız otomatlar yaratmak ister. “Varoluş sorumluluğu” anlayışı ise “zararsızlık
iradesini” benimser. Aradaki fark
koskoca bir “medeniyettir”. “Medeniyet”, doğunun ve batının inşa etme biçimleri
değildir. “Medeniyet”, insanın varoluşunu sürdürmesini sağlayan gelişmişlik
düzeyidir. Eğer doğunun “medeniyetinin” gelebildiği son nokta, heykel kırıp
kafa kesen bağnaz militanlarsa, birbirine denk ve kıyaslanabilir
medeniyetlerden bahsetmiyoruz demektir.
28 Mayıs 2025 Çarşamba
Korku Hasadında Biz
Bir korku ülkesinin buğdaylarıyız
biz.
Biçilmekten korkmamız gerekmeli
sadece.
Oysa öyle değil….
Çünkü küflü, mantarlı içimiz.
Paslanmışız, çürümüşüz.
Ondan ötürü zehirle dolu içimiz,
bunu en namussuzca biliriz. İnsanın kötü olduğunu bilmesi kadar kötü bir şey
yok. Kötülüğü sindiriyoruz…
Sindirmek ne demek? İçine aldığın
şeyi içinden bir parça yapmak demek.
Biz kötülük sindiriyoruz. Çünkü
kötülükle besleniyoruz.
Hayır… Kötülükten bahsedip de ümitsizlik
etmemek lâzım, ben de biliyorum da… Göz göre göre yalan söylendiğinde…
Çocukluğumuzun en masum anılarına küfredildiğini işittiğimizde… Her şeyin tepe taklak edildiğini gördüğümüzde…
Akla seslenmek mümkün mü bu
memlekette?
Akıl böylesine hınçla böylesine
nefretle böylesine inatla reddedilirken…
Herhangi birini ikna etmek mümkün
mü?
Sabrınızın lâğıma akıtılıp
durduğunu gördüğünüzde, ne hissedersiniz?
Ne desek öfke doğruyor ne
söylemesek saldırganlık…
Varoluşumuz bir kabahat artık
memleketimizde, konuşmak neredeyse suç…
Hepiniz her gün aynı şeyleri
duyuyorsunuz, biliyorum.
Hepimiz aynı şeyleri “susuyoruz”,
onu da biliyorum. O zaman niçin
yazıyorum?
İşte onu bilmiyorum.
12 Mayıs 2025 Pazartesi
11 Mayıs 2025 Pazar
“Dawkins Şeriatı” Neye Benzerdi?
Deizm, sulandırılmış bir teizm
mi?
“Tanrı Yanılgısı’nda”, Dawkins’e
bakarsanız öyle.
Çünkü Dawkins için “Tanrı” bütün
kötülüklerin “anahtar kelimesi”. Ö
yle ki Tanrı’yı benimseyen herkesi “büyük
teist zorbalık komplosunun” bir ortağı gibi görüyor.
Tabii bu arada Dawkins hiçbir deiste
gerçekte ne düşündüğünü falan sormaya gerek duymuyor.
O kadar kibirli ki Tanrı’nın “akıl
ve bilgi alanı” dışında olması ona inananları küçümsemeyi gayet normal ve
dahası gerekli görüyor.
Tamam da deizm teizme kapı aralıyor
mu?
Aslında Dawkins Tanrı inancıyla
dini sürekli birbirine karıştırarak kitapta dine karşı çıkarken Tanrı’yı inkâr
ediyor. Bahsettiği kötü örneklerin tamamı din yaşantılarına ait.
Peki meselâ herhangi bir deist,
teistlerin ya da dindarların kötü eylemlerini meşrulaştırıyor mu? Elbette
hayır.
Kaldı ki teist ile dindar
arasında bir fark var mı yok mu diye bile düşünmeye gerek duymuyor Dawkins.
Çünkü Teist, “Tanrı tanır” demek.
Sorun şu: Dinler olmaksızın Tanrı
fikrine ulaşılamaz mı?
Dinler kendi açılarından bu
soruyu “Hayır!” diye cevaplayıp inanç alanını doğrudan sahipleniyor ya da işgal
ediyor. Böylece “dinsiz bir inanç” imkânsızmış gibi görünüyor.
Yani? Dinlerin söylediğinden
başka bir şeye inanmak imkânsız oluyor.
İki soru aklımıza geliyor:
Eğer bir Tanrı varsa biz onu
anlayabilir miydik?
Eğer bir Tanrı varsa neden
dinlerin söylediği şeyleri söylemiş olsun?
Herhangi bir deistin bu sorulara
herhangi bir teist gibi cevap vermesi mümkün değil.
Çünkü Tanrı’nın “sınırsızlığı” onun
bilinemezliğini, kendi sınırlılığımızla zıt varoluşunu sezmemiz için
yeterlidir.
Ve dinlerin bize söylediği
şeyleri söyleyen bir “bilincin”, “insani” özellikleri Tanrısallıkla bağdaşmaz.
Peki öyleyse Dawkins’in deizme
saldırısının sebebi nedir?
Ateizmin hayatımızı daha akılcı
yaşamamızı sağlayabileceği düşünülebilir. Diğer yandan görünen o ki Dawkins de
kınadığı teistler kadar kibirli ve hırçın.
Acaba bir ateist diktatörlükte “aşkın
bir gücün hayatımıza bir anlam kattığına” dair bir inanç geliştirmek istesek,
Dawkins bizi kurşuna dizer miydi?
Hayatlarını herhangi bir şeriatla
yaşamak istemeyen, toplumsal düzenin akılla oluşturulması gerektiğini bilen,
bunu yürekten destekleyen, laik ve düzeltilebilir bir hukuk sistemi için
çalışan herhangi bir insanın, hayatının bir anlamı olduğuna ve bu anlamın son
durağının Tanrı olduğuna inanmasının, kime ne zararı olurdu? Dinleri,
eylemlerin sonuçlarına göre kıyasıya yargılayan Dawkins ateizmin resmi rejim
olduğu SSCB’de, ateizmin neye yaradığını hiç sorgulamıyor mesela…
Dawkins daha kitabın başında “Tanrı
ile barışık insanlara” o kadar hırçınca saldırıyor ki hayatında bir umut ve
merhamet için Tanrı’nın düşüncesine sığınan herkesi, birer “intihar bombacısı”
yerine koyuyor sanki… Dawkins’in bu hırçınlığı onu, bütün nüktedanlığına ve
akılcılığına rağmen kibirli ve saldırgan
bir “değer yoksunu” gibi gösteriyor.
Kaldı ki çarpıcı bir biçimde dinden
kaynaklanan şiddeti eleştirdiği ilk sayfalarında, “Ahlâk nedir, nereden kaynaklanır? Bir ateistin daha
merhametli ya da daha anlayışlı olacağının garantisi nedir?” gibi soruların hiç
birinin herhangi bir cevabı yok. Ateizmde “değerler”, “değer yargıları” nasıl
oluşturulur, bu konuda ilk elli beş sayfada hiçbir bilgi yok.
Dinlerin akıl yoluyla
yanlışlanması mümkün olabilir ama “Tanrı” kavramı ile din aynı şey midir?
Dawkins dinin kurumsal yapısının tutarsızlıklarını, insanın, içinde merhamet ve
ümit kaynağı olabilen Tanrı düşüncesiyle bir tutarak “inancın” kendisini en
kibirli biçimde aşağılayabiliyor. Bu hırçınlık ve kibir, şeriat rejimlerinde
her şeyi bilen ruhban egemenlerin tavrından pek de farklı görünmüyor.
Dinleri ve Tanrı inancını bir
kefeye koyup bunları alaya almak herkese
çok eğlenceli gelebilir. Ancak insanların “anlam arayışlarının” saçma olduğunu
söylemek da bir o kadar “saçmadır.” İnsanlar hayatlarını deney sonuçlarına göre düzenleyen
robotlar değildir. İnsanlar değer yoksunu, ayaklı hesap makinesi “Vulcanlı
Spcoklar” da değildir.
Oysa Dawkins ateizm dışındaki her
şeyi kınadığı teizmle bir kefeye koyup aşağılarken merhamet, ümit, değer, değer
yargıları gibi kavramları nasıl yeniden kurabileceğimizi anlatmaya tenezzül
bile etmiyor.
İşte bu noktada kibirli, hırçın
ve saldırgan davranıyor.
Kısacası sanırım Dawkinsin “ateist
şeriat rejiminde” de “Tanrı” diyenin kellesinin uçurulmasına herhalde şaşırmazdık…
9 Mayıs 2025 Cuma
Herkes Yazsa Ne Güzel olur
Yazınca insan iki şey kazanıyor.
Ne saçma sapan bir cümle oldu
yahu!
Yazı sanki insanı iki yolla
iyileştiriyor.
Birincisi, düşüncelerinin
irinleşmesini engelliyor, insanın onları drene edebilmesini boşaltabilmesini
sağlıyor.
Çünkü özellikle izlenimlerle
beslenen fikirler, dışarı vurulmazlarsa insanın içinde zehirli kistler haline
birikiyorlar.
Onları ifade ettiğimizde onlar
üzerindeki hâkimiyetimizin farkına varıyoruz. Böylece onların esiri
olmadığımızı, onları değiştirebileceğimizi görüyoruz. Fikirlerin kafamızda
kendiliğinden ve kontrolsüz bitivermediklerini, onları kendimizin oluşturduğunu
anlıyoruz.
Yazanın ikinci yararı ise bir şey
inşaa edebildiğimizi görerek mutlu oluyoruz.
Çünkü düzgün bir cümle kurmak
düzgün bir çizgi çizmek gibidir.
İnsan ölmemek ister.
Yazı geride kalan izimizle bizi
ölümsüz kılar.
Aslında ölümsüzlükten murat, bir
eser, bir iz bırakabilmektir. Dünyada bir etkimizin olduğunu görebilmektir.
Çünkü insan ancak anlamla yaşar.
Anlam oluşturmaksa etki etmenin,
eser yaratmanın ilk adımıdır.
Hayır hayır…
Her zaman meşhur yazarlar
olmayacağız elbette…
Her zaman, herkesçe de beğenilmeyeceğiz.
Ama düşüncelerimizi düzgünce söze
dökebilmenin öz tatminini, öz hoşnutluğunu yaşayacağız.
Çünkü insanın en serinkanlı ve
tarafsız hakemi aslında kendisidir.
Ve “iyi ki yaptım” diyeceğimizi
bir eser bırakana kadar devamlı uğraşacağız.
Elbette bunu entelektüeller
yapacak.
En azından beni bu gece, bugün
geride bir şey bırakabilmenin huzuruyla uyuyacağım.
Benim size acizane önerim. Her
birinizin birer blog açarak o blogda düzenli olarak yazmanızdır.
Ne güzel…
“Bütün kabile kızar bana..”
diyordu ya MFÖ…
Oysa kabilenin mitlerini sanatçılar
yaratıyordu.
Ne güzel…
7 Mayıs 2025 Çarşamba
Sahi Kim Kimin Memleketinde Yaşıyor?
Yabancı bir ülkede yaşamak insana
neden güç gelir?
Çünkü dilini bilmezsiniz,
adetlerini bilmezsiniz. Size nasıl bakılacağından asla emin olamazsınız.
Çünkü her an
tökezleyebileceğinizi düşünüp endişelenirsiniz.
Çünkü size kimsenin sahip
çıkmayacağını düşünürsünüz.
“Yabancılık” bu değil midir?
Köksüz, sahipsiz, eşsiz, dostsuz
ve kimsesiz kaldığınızı hissedince yabancı hissedersiniz.
Şimdi düşünüyorum, hiç kimseye
derdimi anlatamadığım, hiç kimsenin kabilesine girmedikçe var olamadığım…
Hep bir başkasının öfkesine hedef
olmaktan kaygılandığım…
Bu memleket benim mi?
Ben onu sevsem bile acaba o beni
sever mi?
“Ben gurbette değilim, gurbet benim
içimde” demiş ya şair hani….
Ne batısı umursuyor doğuyu ne
doğusu seviyor batıyı…
Bu memlekette sahipsiz ve yalnız
bir Türküm, o kadar…
Çünkü bu memlekette artık en
büyük kabahat Türk olmak.
5 Mayıs 2025 Pazartesi
Bir Bayrak İki Tabut
Bakmayın siz, başlığı bulmak çok
kolay oldu.
Fevkalâde olaylar, yazarın işini kolaylaştırır.
Dün Türk Bayraklı bir tabut
gördüm. Sıradan bir cenaze arabasıyla ki galiba o d belediyeye aitti, şehit
evine getirilmişti. Tabutun başında kıvırcık bir kuzu, o tabutun, o bayrağın, o
cenaze aracının ne olduğunu bilmeden, babacığına yeni oyuncak ayısını
gösteriyordu.
Evine ancak belediyenin lütfuyla dönebilen
şehidimizin adı Önder Özendi. Yirmi üç yaşındaydı. Hakkında başkaca bir bilgimiz
yok. Yok yok!... Aslında hakkındaki bilgimize göre Hakurk’ta mayın patlamasıyla
şehit düşmüş. Daha? Dahası yok…Otuzuna ulaşamadan biten ömrüyle ilgili bildiklerimiz
bu kadar. Ha bir de arkasında yetim bir kuzucuk bıraktığını, kuzucuğunun çok
güzel bir oyuncak ayısının olduğunu biliyoruz.
Ama Önder hakkında çok şey bilmemize
gerek yok aslında…
Neden?
Çünkü sevgili Önder, “bu
toprakları”, arsa, tarla olmaktan çıkarıp “vatan” haline getiren fedakârlık ve kahramanlık
geleneğinin en son halkası. Anlayamayan dinci ve solcu enternasyonalist bütün “demokratlar”
için TÜRKÇEsi şu: Şu anda polikliniklerinde “doktor dövülebilen hastaneleriyle
koridorlarına “BİJİ SEROK APO!” yazdıktan
sonra diplomasıyla avukatlık, doktorluk,
eczacılık vs yapılabilen üniversiteleriyle “ Mustafa Kemalin askerleri olsanız
ne yazar, ancak Mustafa Kemalin itleri olabilirsiniz” diyen hadsizlerin
kürsüsünde konuşabildiği TBMMsiyle vs üstünde ter ter tepinebildiğimiz bir ülkeyi
korurken öldü sevgili Önder… Bu yüzden her ne kadar ancak belediyeye ait bir
aracın arkasında herhangi bir cenaze gibi getirilse dahi biz ona ŞEHİT diyoruz.
Bu arada…Sevgili Önder’i ŞEHİT
sayma sebeplerimizden biri de şuydu ki o, verilebilecek her şeyini Türkiye Cumhuriyeti’ne
vererek CUMHURİYETİN HAYIRLI bir evladı olduğunu dosta düşmana gösterdi. O kim olduğunu
ne yaptığını herkese gösterdi de ne hayat hikâyesi okundu ne arkasında “yığınlar”
birikti ne ailesi dışında arkasından doğru dürüst göz yaşı döküldü.
Aynı gün bir başka cenaze kaldırılmış. Cenazenin tabutuna Türk Bayrağı örtül
müş. Cenazenin arkasında böyle bir alay adam vardı galiba, bir de koskoca bir toplantı salonu ayarlanmış. Geride ne bıraktığına baktım…
Türkiye Cumuriyeti’ne ne “hıyrının”
dokunduğuna dair hiçbir şey duyamadım.
İkisinin de üstünde TÜRK BAYRAĞI
vardı ama mübarek bayrak, hangisine sarıldı, hangisi o bayrakla kucaklaştı, ben
anlayamadım…
İşin içinde bir TÜRK BAYRAĞI var
ama o tabutlardan hangisinde o bayrağın gerçek sahibi yatıyordu,
anlayamadım(!).