3 Aralık 2024 Salı

Kızıl Goncalar Hakkında Mustafa Öztürk'ün İyimserliği

Bilgi Asimetrisi ve Akademik İmtiyaz

  

Bilim insanı dediğimiz insanlarla aramızdaki fark nedir? Onlar bizden çok daha zeki mi? Aslında bu çok tartışılır ve bence çok da belirleyici değil.

 

En azından Türkiye’de öyle değil gibi görünüyor.

 

Belki bizden çok daha çalışkan ve disiplinliler.

 

Öyle ya bizden çok daha fazla bildikleri bir gerçek.

 

Öncelikle bilim insanı dediğimiz insanlar dikkatlerini belli bir çalışma konusuna yönelten insanlar. Bilim insanlarının çoğu belirledikleri konuda derinleşmeye hem sabırları yeten hem de belki bundan başka bir konuda çalışamayacak insanlar.

 

Öte yandan “kadro” denen sihirli çalışma güvencesine bir şekilde sahip olmuş insanlar. Gerçi ABD’de ve diğer batı ülkelerinde bu güvenceye ulaşmaları da yıllarını alabiliyor ama bizde öyle değil. Bizde akademisyenlik bir tür piyango.

 

Konu aslında bu değil. Ama bununla ilgili. Nasıl ilgili? Şöyle:

 

Sizi belli bir kademeye, belli bir imtiyaza, belli bir itibara ulaştıran “kadro”, aynı zaman da bir asimetrinin de perdesi oluyor. Nedir bu asimetri? Bu, “bilgi asimetrisi”.

 

Bilgi asimetrisi nedir?

 

Bilgi asimetrisi: İtibarı, iş güvencesi, çalışma konforu açılarından, herhangi bir insanı diğerlerine göre çok daha imtiyazlı ve dahası dokunulmaz kılan, bilgiye dayalı farklılaşma demek.

 

Bilgi asimetrisi ile belli bir konuda derinlemesine çalışmış insan karşısında bizi “cahil” hissettiren bir durumdur. Bu, durum, akademide kabul edilebilir bir gerçektir. Çünkü “gerçekten de”   örneğin fiziğin  ancak yüksek matematikle anlaşılabilecek dallarında ilerleyen insanlarla aramızda aşılması imkânsız bir fark doğacaktır. Yalnız… Burada dikkat edilmesi gereken bir iki şey var: Öncelikle sözgelimi Albert Einstein gibi karakterler toplumda istisnadır.

 

Aziz Sancar’ın söylediği gibi aslolan çalışmaktır.

Karl Popper, “İmkânı olan ve bunu yapmaya istekli HERKESİN” bilim yapabileceğinden bahsederek buna “bilimin sivilleşmesi” derken sanırım bunu kast ediyordu.

 

Aklıma, bir zamanlar onun asistanlığını yapan ve sonra bir bilim anarşisti olarak adını duyuran Paul Feyerabend geldi. O da “Gerçeğe ulaşmak açısından bir kabile büyücüsüyle bir moleküler biyolog arasında bir fark yoktur.” diyordu. Sanırım Feyerabend , hocası Popper’ın “sivilleşme” düşüncesini bir adım ileri götürüyordu. “Hayır öyle değil! O yönteme de karşıydı!” diyebilirsiniz. Vardıkları yer çok farklı olabilir fakat önemli olan sanırım şudur:

 

“Bilim adamının” bizi kendinden ayıran bilgi asimetrisi, bizim bilgilerimizin ve düşüncelerimizin, onunkilerin yanında önemsiz ve değeriz olduğu izlenimini ve dahası “inancını” yaratıyor.

 

Bilgi asimetrisi, bilgiyi “ulaşılabilir”, “anlaşılabilir” olmaktan uzaklaştırıp onu, bir grup imtiyazlı/ ayrıcalıklı insanın tekeline bırakıyor. Böylece özellikle bizim gibi geri kalmak isteyen bir toplumda, bilgi sıradan insanların ne yaparlarsa yapsınlar ulaşamayacakları bir büyüye dönüşüyor. İşte bu yüzden en basit hastalıklarda bile herhangi bir profesör tarafından muayene edilmek istiyoruz.

 

Bilgi asimetrisinin yarattığı “bilgi büyüsü” izlenimi, diğer yandan, bilgi ayrıcalığına sahip insanlara karşı, sıradan insanın “cahil cesaretini” ( Dunning -Kruger Sendromu) körüklüyor. Böylece, uzmanların ulaştığı bilginin, onların getirdiği yerdeki konfor, cahil kitlelerce kıskanılıyor.

 

Bilgi insanları, elde ettikleri konfor alanına ulaşma sürecini sıradan insanlarla paylaşmıyor.

 

Peki ama üniversite, yolgeçen hanı mıdır? Elbette öyle değildir ve olmamalıdır da…  Fakat zaten sorun, eninde sonunda, üniversitenin bir “geçim kapısı” olarak görülmesinde düğümleniyor. Bilgiyle ilgili bir dizi öğrenilmiş, ezberlenmiş işlemi belli ve kabul edilmiş bir otomatizmle yerine getirmekte ısrarcı   ve elbette kadro hazinesine ulaşmakta şanslı herkes bilgi asimetrisinin koruyucu zırhına bürünebiliyor. Böylece “bilmenin” gerektirdiği zihinsel çaba, yerini, “sonuca götüren en kestirme bilgi devşirme zanaatine” bırakıyor ki bu da en nihayetinde bilgi insanını, başkalarının geliştirdiği yöntemlerle ve kuramlarla çalışarak kendisini güvenceye almış bilgi derleyicisi haline getiriyor.

Bir bilgi derleyicisine, herhangi bir olgunun veya kavramın farklı bir tanımı olabileceğini anlatamazsınız. Bir bilgi derleyicisi için mevcut düşüncelerden, bilgi asimetrisi kalkanı arkasında kalmaya hak kazanmış olanlarının dışında bir “bilgi” olamaz. Yani “atıf” almamış hiçbir düşünce, bir bilgi derleyicisi için “bilgi” sayılmaz.

 

Bizim gibi bilgi derleyiciliği memuriyetinin yerleştiği bir memlekette felsefenin gelişememesinin en büyük sebebi de budur.

 

“Hakkında düşünülmeyen” bilgi, ancak devşirilmiş bilgidir ki o da ancak tek senelik bir tohum gibidir.

 

Bilgi asimetrisinden beslenen akademik imtiyaz, bizim gibi geri kalmış toplumlarda  insanları düşüncenin kendisinden çok “düşünenin imtiyazı”na  götürüyor. Böylece gerçekten düşünen ve üreten bir insan olmak yerine, en kısa yoldan akademik imtiyaza ulaşmak en makbul yol oluyor.

 

Özetle budur.

 

 

 

 

 

 

 

2 Aralık 2024 Pazartesi

Suriye'de Taraf Olmak


Bizim Suriye ile ne ilgimiz var?

Biz Suriye ile iki açıdan ilgilenmeliyiz.

İlk olarak Suriye’nin bir Kürdistan’a kuluçkalık etme
mesi…

 

İkincisi Suriyeli Türkmenlerin refahı ve emniyeti.

Bunların dışında Suriye’de hangi rejimin sürdüğü ya da sürmesi gerektiği bizi kesinlikle ilgilendirmiyor, ilgilendirmemeli de…

 

Bütün yapmamız gereken, ülkeyi yöneten Arap çoğunluğunun ülkelerinin Kürdistan denen hayali/vekil bir toprakla parçalanmamasını sağlamak. Bu bizim için neden önemli? Çünkü ABD ve diğer develtler bölgedeki enerji kaynaklarına doğrudan müdahale edebilmek için bağımlı bir Kürt devleti yaratmak istiyor da ondan… Peki bu sözde devlet nasıl yaratılacak? Elbette Ortadoğu’nun dört ana ülkesi Kürtleri beslemek için bölünerek.

 

Bu yüzden aklımızı başımıza alarak Esad ile derhal iş birliğine giderek sözde Kürdistan kuluçkası olan Kuzey Suriye’deki Kürt silahlanmasını ortadan kaldırmalıyız. Bu, aslında Irak’ta da yapılmalıydı ama ne yazık ki biz bir Türk devleti olarak yaşamıyoruz.

 

Biz Suriye’deki oyuncuların arasında kendisine patron seçmesi gereken bir ulus değiliz. Biz Suriye’de siyasetin egemen tonunu belirlemesi gereken bağımsız bir ulusuz. Her şeyden önce ve önemli olarak anlamamız gereken, budur.

 

 

 

 

22 Kasım 2024 Cuma

Mutluluk Teğetleri ve İyimserlik

 

Aslında hepimiz hayata her gün teğet geçeriz.

 Peki ama hayat zaten yaşadığımız şey değil midir?

Galiba pek öyle değil.


Çünkü aslında hayat aslında “idrak ettiğimiz” şeydir. Şimdilerde buna “farkındalık” da deniyor.

İdrak edemediğimiz şey bizim için var mıdır? Belki de sormamız gereken soru budur.  Ya da idrak ve varlık arasındaki ilişkinin farkına varmak, bu soruyu sorabilmemizin sebebi değil midir?

Hayır… Konuyu dağıtmayacağım.

Hayat idrak edebildiğimiz şeydir. İdrak edemediğimiz şeyleri unutmaya eğilimliyizdir.

Bugünlerde “Atomik Alışkanlıklar” diye bir kitap okuyorum. Aynı zamanda Carl Jung’un  “İnsan ve Sembolleri’ni” okuyorum. (Bunlardan neden bahsettim? Çünkü bir insanın düşüncelerinin nasıl geliştiği sanırım biraz da onun okuma macerasıyla ilgili).

Peki ama bu “teğet” benzetmesi neyin nesi?

Hayat düz bir çizgide akıp gitmiyor mu?

Hayat bazı düşüncelerde bir tür “çarka” benzetilmiş. Neden? Çünkü hareket ya da  ilerleme, ancak bir yüzeye geçici bir süre hatta bir an denebilecek kadar kısa bir süre temas etmekle yani bir tekerleğin hareketiyle sağlanabiliyor. Bu kısa anlar da bir çemberin, bir tekerleğin, bir yüzeye “sürekli teğet geçmesi” ile harekete dönüşüyor.

Çemberin üzerindeki sayısız/sonsuz noktanın her biri, her bir an yola temas ettiğinde ya da edebilirse “hareket” meydana geliyor.

İşte hayatımız da aslında zaman ekseni ya da düzlemi üzerinde her biri eşsiz anlardan oluşan seçimlerimizin sürekliliğinden ibaret.

Bir an bir şey yapmayı “seçiyoruz” ve o anda eylem çemberimizde bir nokta, zaman düzlemine değmiş oluyor. Ama öylece kalmak istemiyoruz. Seçtiğimiz şeyi, bir başka seçimle destekliyoruz. Böylece yaşam tekerimizi ya da çemberimizin bir başka noktasının zaman düzlemine değmesini sağlıyoruz. Daha sonra ilgili (ya da ilgisiz) bir başka şey yapıyoruz ve bir başka noktanın yüzeye dokunmasına, temas etmesine sebep oluyoruz.

Peki ama bu sırada ne oluyor? Bu sırada her bir anlık seçim eylemi, birbiri ardına gelerek görünebilir, yargılanabilir bir eylem sürecini oluşturuyorlar. Seçimlerimizi birbiri ardına ekleyerek bunların bir bütün halinde kalmasını, bir “eylem” oluşturmasını istiyoruz. Çünkü “eylemezsek” yaşayamayacağımızı biliyoruz. Çok basit bir benzetmeyle köpekbalıkları gibiyiz: Hareket etmezsek ölürüz.

Ya hiçbir şey yapmamayı seçen düşünürler, filozoflar? Fıçı içinde yaşayan Diyojen kimdi peki? O boğuldu mu, öldü mü?

Elbette hayır. Onun “eylemi” de düşünmekti. Filozoflar, düşünmeyi, “salt eylem” haline getirmiş sanatçılardır.

Peki ama bütün bunların “mutlulukla” ne ilgisi vardır?

Filmin sonunu baştan söylemek istemezdim ama insan mutlu olmak için yaşar. Çoğumuz, çoğu zaman bunun, anlık zevklerden ibaret olduğunu düşünür, anlık zevklerin en büyüğüne ulaşarak mutlu olacağımızı sanır ve “hayat tekerimizi” buna göre hareket ettiririz; buna göre eyleme geçeriz.

Oysa hayat böyle işlemez.

Peki neden?

Çünkü genellikle “en büyük zevke” ulaşmak için yapılması gerekenleri yapmak için öyle otomatik, öyle hızlı hareket ederiz ki amacımızla ilgili olmayan her şeyi idrak dışında bırakırız. (Burada bazılarınızın, “idrak” kelimesi yerinde neden “algı” kelimesini kullanmadığımı sorabileceğini tahmin ediyorum. Çünkü “algı”, biz farkına varmadan da meydana gelir, oysa bir şeyi idrak edebilmek için algının, bilinçli/uyanık şekilde “işlenmesi” yani “idrak edilmesi” gerekir.)

Hayat ancak tekerleğimizin her bir seçimle zaman düzlemine temas ettiği anların idrak edilmesiyle yani eylemlerimizin farkında olmakla “yaşanır”. Demek ki “hayat”, biz hiç farkına varmadan geçip giden zaman değildir.

Belki de zamanı da seçim tekerleğimize/çarkımıza sürekli teğet geçen bir başka tekerlek/çark gibi düşünmeliyiz.

Soruyu tekrarlayalım:

Bunların mutlulukla ne ilgisi var?

Mutluluk sürekli bir zevk hali değildir, öncelikle bunu anlamamız lâzım. Mutluluk, hayatımızdaki “sevinç pırıltılarıdır”. O halde sürekli mutlu olamaz mıyız?  Sürekli olan sadece harekettir. Neyi nasıl idrak ettiğimiz ise sadece bizim seçimimizdir ki bu da çoğu zaman değişir.

Peki seçimimizi sürekli mutluluktan yana yapamaz mıyız?

Neden olmasın? Seçimini sürekli mutluluktan yana yapan insanlara “iyimser” deriz. Onlar hayat tekerleği üzerindeki sevinç pırıltısı anlarını hatırlamayı seçen insanlardır.

Böylece şuna geliyoruz: Hayat çarkı aslında bizi esir alan, bizden bağımsız bir kader tekerleği ya da çarkı değildir. O halde benzetmemizi bir adım daha ileri götürüp onu bir otomobil tekerleğine dönüştürebiliriz. Bütün otomobil tekerlekleri otomobilin hareketi için vardır. Onlar hem arabamızı hareket ettirir hem yolda tutunmasını sağlar. Buna karşılık hepsinin üstünde eşsiz kanal desenleri/örüntüleri vardır.

Biz, kendi tekerleğimizin desenlerini kendi seçimlerimizle oluştururuz.

İşte bu yüzdendir ki eylem tekerleğimizin zaman düzlemindeki her bir anlık teması yani “anlık teğeti”, seçimlerimize göre ya bir   mutluluk ya da bir mutsuzluk “teğeti” olarak işlenir, kaydedilir.

Bir tekerleğin sınırlı bir çevresi vardır ve üstündeki bir nokta pek çok kez yola temas eder. Fakat tekerlek her seferinde yolun başka bir yerine temas eder. Sürücü düzgün yollardan gittiğinde, tekerlek daha az yıpranır. Hepimiz hayat tekerleğimizi döndürürüz ama pek azımız o tekerlekte yani bilincimizde ve bilinç altımızda nelere sebep olduğumuzu düşünürüz. Hayat tekerleği döndürmek değildir, hayat tekerleğin dönüşünü idrak etmektir.

Ne diyordu Matrix’te Morpheus, Neo’ya? “Matrixte ölürsen, gerçek hayatta da ölürsün, çünkü insan bilinçsiz yaşayamaz.”

Özetle…

“İyimserlik” boş bir teselli değildir. İyimserlik her biri eşsiz olan hayat anlarını sevinçle ilişkilendirmek, yaşamın içindeki sevinç parıltılarını “seçmektir”. (Bundan dolayıdır ki aynı olayı yaşayan insanların bir kısmı o olayı mutsuzlukla bir kısmı da mutlulukla anar.)

O halde şu kısacık hayat serüveninde biz de sevinç parıltılarını seçsek pek güzel olmaz mı?

 

 

 

3 Ekim 2024 Perşembe

Somutlaşan Düşünceleri ile Kürtçülüğün ve Şeriatçılığın Boğucu İşgalleri

 

Düşünceler “bulut mudur”?

 

Onlar doğada yer işgal etmeyen, vazgeçilebilir, silinebilir, yok edilebilir şeyler midir?

 

Düşüncelerin “var olmayan” şeyler olduğunu düşünmemiz doğaldır. Çünkü onları ne görebilir, ne de onlara dokunabiliriz, onları beş duyumuzla algılayamayız.

 

Acaba öyle midir? Eğer onlar algılanamayan, dolayısıyla var olmayan şeylerse… Vücudumuzda herhangi bir etkilerinin olmaması gerekir; oysa düşüncelerimiz vücudumuzu sandığımızdan çok daha hızlı ve şiddetli etkilerler.

 

Beyinde ortaya çıkan herhangi bir düşünce, somut bir varlık gibi doğrudan etkileyebilir. Söz gelimi korku filmi seyrederken  algıladığımız korku uyaranları beyni ve limbik sistemi hızla etkiler. Olumlu ya da olumsuz düşünceler amigdala ile doğrudan doğruya limbik sistemi etkiler[1].   Stresli düşünceler hipotalamus aracılığıyla stres tepkilerinin doğmasına , kalbin daha hızlı atmasına vs. yol açabilir [2].

 

Ya da “depresyonun bilişsel modelinin öne sürdüğü bazı olumsuz bilişlerin depresyon durumunu üretebileceği ve sürdürebileceği yönündeki kanıtlar vardır.” [3].

 

Buraya kadar gösterilenler düşüncelerin somut dünyayla sanıldığından çok daha yakın olduğunu gösteriyor.

 

Bütün bu somut etkilerinden öte düşünceler daima somutlaşır. Buna “somutlaşma kuralı” diyebiliriz. Biraz iddialı durmakla birlikte bunun gerçekliği açıkça görülebilir. Öncelikle insan eliyle yaratılan her şey önce beyinde bir “hologram” ya da simülasyon (idea) şeklinde oluşturulur.

 

Sanat eserleri, beyinde yaratılan ideaların çeşitli sebeplerden dolayı eksik ya da sakatlanmış biçimleri olarak somutlaşır. Beyindeki sanat eserinin beyinde yaratıldığı gibi yansıtılması neredeyse imkânsızdır. Yine de beyinde yaratılmayan hiçbir şey “yaratılamaz”.  Bunu “Düşünmeyen yaratamaz” şeklinde özetleyebiliriz.

 

İşin ilginç yanı şudur ki insan yaratmaksızın yaşayamaz.

 

Şüphesiz çevremizde hiçbir şey yapmadan, yaratmadan duran, boşa vakit geçiren sayısız insan vardır. Buna rağmen insan sürekli yaratır. Çünkü insan sürekli “düşünür”.

 

Buradaki sorun şudur:  Bireylerin düşünceleri arasında sayı ve kalite bakımından yani nicel ve nitel olarak ciddi farklar  vardır. O halde üretilen düşünceler da farklı hacimlere ve farklı etkilere sahip olacaktır.

 

Düşüncelerin bir yer işgal edip etmediğine bakmak için sanalağ hizmet sağlayıcılarına bakmak aslında yeter de artar bile. Sanalağda yapılan her şey, hizmet sağlayıcıların “server”larında kaydediliyor. Bu kayıtlar fiziksel bir kayıt ortamında aynen elle tutulan, gözle görülen kâğıt arşivler gibi bir yer kaplıyor. Zamanla bilgisayarlarımızın bile artık yeni bilgileri depolamakta ya da işlemekte işlevsiz kaldığını görebiliyoruz.

 

Diğer yandan düşüncelerimiz somutlaşma kuralı gereği ya bir ürün ya da insani bir etki olarak ortaya çıkarılırlar. Somutlaşma kuralı,  düşüncelerin somutlaşmak üzere oluşturuldukları anlamına gelir. Düşüncelerin somutlaşması, içinde meydana getirildikleri beynin kastından ya da amacından bağımsızdır. Herhangi bir kasıt gütmeksizin ifade edilen her düşünce, somut bir etki yaratacak bir inşaa olarak dünyaya gelir. Söz gelimi sadece birer fikir olarak öne sürülen pek çok ideoloji ya da kurgu, toplumda kendilerinden beklenmeyen ölçüde cevaplar ve etkiler yaratmışlardır. O halde düşünceler, sadece atmosfere salınan ve ortadan kayboluveren buharlar, gazlar ya da soluklaşıp kaybolan ışık demetleri değildir. Bu gün ekonomi disiplini açısından romantik bir şiddet manifestosu olan Marksist ideoloji zamanında güçlü duygusal cevaplar ve etkiler yaratarak SSCB gibi bir dünya hapishanesinin doğmasına yol açmıştır. Diğer bir örnek Nazizmdir. 1. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkan bir ulusun gururunu ve dikkatini uyarmak için yazılan aşırı romantik ve şiddetli fikirler, Almanya’yı ilkinden daha büyük bir felâkete sürüklemiştir.

 

Bu durumda düşüncelerin hem evrende bir yer kapladıklarını hem de açık ve ölçülebilir etkiler yarattıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki ama hem evrende bir yer kaplayan hem de bir etki/iş yapabilen bir varlığın, “manevi”, “varsayımsal”, “hayalî” olduğu söylenebilir mi?

 

O halde düşünceler maddenin kurallarına taabidir. Maddeyle ilgili ilk kanun, “İki maddenin aynı anda aynı yeri kaplayamayacağıdır”.

 

Bu durumda sorun hangi düşüncenin nerede duracağı ya da durabileceğidir. Eğer düşüncelerin kaçınılmaz maddi etkileri olmasa bununla ilgilenmemiz gerekmezdi. Oysa şimdiye  kadar ki örneklerden gördük ki bir düşünce yayıldıkça hem beyinlerimizde daha fazla yer işgal ediyor hem de kendisiyle ürünler aracılığıyla ve ikna etkisiyle kendi doğasına uygun sonuçların doğmasına daha fazla yol açıyor.

 

Söz gelimi kadınla erkeğin otobüste yan yana   oturmamaları gerektiğine dair bir düşünce ilk ortaya atıldığında etkisiz bir gaz bulutu gibi görülebilir. Oysa bu düşünceye “inananların” sayısı arttıkça otobüslerde  iki cinsin birbiriyle yan yana gelmeme eğilimi yaygınlaşacaktır.  Bir  aşamadan sonra otobüste bir kadının yanına oturan erkeğin toplumun eğri kalanınca kınandığını görebileceğizdir.

 

Ya da… Söz gelimi “ Türkiye’de sadece Türkler yoktur!” cümlesi, ülkenin bütün kurucu ilkelerine ve  kurucu Türk egemenliğine, kısacası Türk Milleti’nin varlığına açıkça aykırıyken terörle ya da sayısız sahte mağduriyet hikâyeleriyle tekrarlanan bu saçmalık zamanla toplumda hatırı sayılır bir kabul görmeye başladığında, artık “Türk” isminin telaffuzu bile “ahlakdışı” hatta “insanlık dışı bir suç” gibi kabul edilemeye başlayacaktır.

 

Bu düşünceler, toplumsal bilincimizde moral değerler sahasını öldürücü parazitler gibi işgal ediyorlar. Diğer yandan omurgasız, kimliksiz bir basın yayın camiasında üretilen sayısız etnik ırkçı ve şeriatçı çöp düşünceler, yaşam alanımız pek çok fiziksel ürünle doğrudan doğruya işgal ediyor. Bu düşünceler davranışları da etkileyerek demokrasi sömürüsüyle medeniyet alanını, bu düşüncelere  inanan insanların sayısının artışıyla bu insanların fiziksel varlığının kapladığı yerin artışıyla gitgide daraltıyorlar.

Şu anda Türkiye’de toplumun bire bir yaşadığı ama bir türlü isimlendiremediği derin depresyonun ve boğulma hissinin gerçek sebebi, durmaksızın ortama salınan zehirli Kürtçülük ve şeriatçılık fikirlerinin birikimli etkisi.

 

İşte bundan dolayı da her düşünceye “özgürlük” tanınamaz, tanınmamalıdır da. Düşüncelerin somutlaşma kuralı onların doğrudan doğruya maddi zarar analizlerinin yapılmasını gerektirir.  Sonuçları toplumsal beraberliğe, ulusal egemenliğe, vatanın bütünlüğüne zarar verecek hiçbir düşüncenin üretilmemesi, zehirli artıkların üretiminin engellenmesi kadar önemli ve acil bir konu.

 

Sonuç itibariyle ülkede etnik ırkçı Kürtçü partilerin kurulması, sürdürülmesi, bu konuda bölücü yayın yapılması, şeriatçılığın günlük hayata “kutsalları” sömürerek müdahalesi, her iki kampında  Türk Milleti,, Türk egemenliği ve Türk vatanı hakkında düşmanca düşünceler üretmesi kesinlikle ve daimi olarak yasaklanmalıdır. Bu konu doğrudan vatandaşlık tanımıyla ve vatandaşlık sorumluluğu açısından kanuna bağlanmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] “Rajmohan, V., & Mohandas, E. A. S. T. (2007). The limbic system. Indian journal of psychiatry49(2), 132-139.

 [2] Yakar, S. K., Limbik Sistem. Limbik Sistem Nedir? Görev ve Bölümleri - Medicana Erişim tarihi: 02.10.2024

[3] Teasdale, J. D. (1983). Negative thinking in depression: Cause, effect, or reciprocal relationship?. Advances in behaviour research and therapy5(1), 3-25.

 

 

 

1 Ekim 2024 Salı

Türk Düşmanlığının Kutuplaşmasında Türkiye

 

Türkiye şeriatçı-Arapçılık ve Kürtçülük ikilemine hapsedildi.

 

Türk halkı bu iki kutbun dehşet dengesinde taraf seçmeye zorlanıyor. Ülkenin en büyük ikinci partisi sözde “muhalefet” mantığıyla Kürtçülüğün yanında yer alırken, adında “milliyetçi” sıfatı geçen bir parti de gerek maddi menfaatler gerekse gücün yanında yer alabilmek için şeriatçı Arapçılığı destekliyor.

 

Sonuçta Türkiye, yabancı ve dahası açıkça Türk düşmanı bir kutuplaşmanın geriliminde zaman ve enerji kaybediyor.

 

Neden böyle?

 

Çünkü Arapçılığı kültürmüze dayatan şeriatçılar da Marksizmle solu sömüren Kürtçü asalaklar da “normatif ahlâkı” açıkça küçümsüyor. Dolayısıyla kendi davranışlarını vicdanen denetlemeyen, vicdanın yerine hedefi, amacı koyan bu iki kutup da ülkeden Türk adını silmek için elinden geleni yapıyor.

 

Türk düşmanlığı, bu iki kutbun Türk ülkesinde her türlü düşmanca tutumunu kendilerince meşrulaştırıyor. Türk çocuklarının milli benliklerini oluşturan Andımız’ın kaldırılmasında her iki kutbun  sessiz ve tartışmasız mutabakatı bunun ne kesin örneği. Ayrıca Türksüz Anayasa tartışmalarında da iktidar ve muhalefet partilerinin tamamen mutabık olmaları da aynı şeyi gösteriyor.

 

Peki ama bu tavrın psiko-politiği ne?

 

Bunun kaynağı amaç güdülü yaşamak. Amaç güdülü bir insan ya da kitle amacı dışında hiçbir meşruiyet kaynağı ve ölçüsü bilmez ve tanımaz.

 

Dolayısıyla yabancılaşmış, Türksevmez insanlar için adında “Türk” olan, vatandaşlığı Türk’ten kaynaklanan bir ülkenin fiziken olmasa da manen yok edilmesi başat amaç. Bu amaca ulaşmak için her türlü manipülasyon, yönlendirme, şartlama ve hatta şiddet eylemi Türkiye’nin iki  fiilî yönetim kutbunun kabul ettiği yöntemler.

 

İslamcılar “darül harp” olarak gördükleri Türkiye’de Araplaşmanın ve şeriatın önündeki Türk adının, Türk kimliğinin, Türk bilincinin  devlet gücüyle silinmesi için uğraşıyor. Kürtçüler de egemen Marksist örgütlenmelerinin Lenin’den miras aldığı, iç savaş dahil her yolla Türkiye’yi Iraklaştırmaya çalışıyor.

İki kutbun da hiçbir “normu” ve ölçüsü yok. İki kutup da uluslaşma dışı kalmış, yabancılaşmış, yozlaşmış kitlelerin ham demokrasi sömürüsünden yararlanıyor ve hukukla denetlenemeyen bu oy çığı ve çılgınlığıyla devletin ulusal temellerini tahrip ediyor.

 

Türkiye iyiyle kötünün mücadelesine sahne olmuyor. Türkiye kendi düşmanlarının çekişmelerinin arasında yok oluyor.