Feodalizmde Görmezden Gelinen
Etnik Kültür
Sosyalist okumuşlarımız için
dünya iki şeyden ibarettir:
1-
Sınıf mücadelesi
2-
Ekonomik şartlar
Sosyalistlere göre insanlar,
mensup oldukları sınıfa göre davranış gösterirler. Mensup oldukları sınıfı da
onların ekonomik şartları belirler. Dolayısıyla söz gelimi herhangi bir
işçinin, burjuva alışkanlıkları geliştirmesi, öncelikle ekonomik şartlarından
dolayı, sonra da “sınıf bilinci” sebebiyle neredeyse imkânsızdır.
Marksizm, kendi tarih şablonu ve
içeriksiz terimleriyle öyle kapalı bir devre kurmuştur ki mekanizması yukarıdaki
iskelete dayanan bu kapalı devre, bir kesin inanç motivasyonuyla sürekli
hareket ettirilir. İşte bu hayalî devr-i
daim makinesine “devrim” denir.
Devrimci bakışa göre dünya
tarihini oluşturan şey bir sınıflar mücadelesidir. Dolayısıyla Marksizmin “insanı”
da aslında liberalistlerin kavramsal
bireyi olan Homo economicustur. Aralarındaki tek fark, Marksizimin sınıf bilinci denen kurgudur. Feodalite de tarihin eski
dönemlerine ait bir ekonomik sınıf kategorisi olarak kabul edilir.
Dolayısıyla Marksizme göre bu eskimiş, köhnemiş bu sınıfa
ait şeyler, devrimci bilinçle, sınıf egemenliğiyle bağdaşmayan gerici eylemler
ve durumlardır.
Marksizm dünyayı ve tarihi “en
akılcı” şekilde açıkladığını düşünmesine rağmen teknolojinin akıl almaz biçimde
gelişip emeğe dair bütün hipotezlerinin birbiri ardınca çöpe yollandığı
günümüzde, sözgelimi Türkiye’de “feodalitenin” nasıl olup da varlığını hâlâ
sürdürebildiğini açıklayamaz.
Bunun en büyük sebebi, Türk
solunun, bir “sömürge aydını” zümresi olmasıdır. Türk solu için gündem ya da
sorunsal takımı, ideoljisinin ana ekseninde “bağımsız” şekilde
oluşturulmamıştır, Türk soluna sorunsal, başta SSCB olmak üzere komünist
şefleri tarafından dikte edilmiştir.
Bundan dolayıdır ki dünyanın geri kalanında “ulusal sol” partiler kendi
ülkelerinin refahıyla ilgili sorunlara eğilirken Türk solu, Türk olan her şeyden
alabildiğine nefret eden, enternasyonalist, Rus-Çin vesayetçisi ve başlıca
uğraşı Kürt etnik ırkçılığının Marksist örgütlenmesine odaklanan, yabancılaşmış
bir sömürge işbirlikçisi aydın tugayı haline gelmiştir.
(Bu bağlamda Atatük’ün “yenileşme
ve ilerleme” amacıyla kurduğu “inkılâpçılık”
da basit ve ucuz bir eşseslilik oyunuyla “devrimcilik” adıyla alabildiğine
sömürülmüştür.)
Peki ama bütün bu anlatılanların
konuyla ilgisi nedir?
Sol, dünyayı yukarıda sözü geçen ölçütlere
göre kendince açıkladığında, bu etkenlerin dışında kalan her şeyi, “ikincil”, “etkisiz”,
“önemsiz” ve “edilgen” faktörler olarak görür. Bu tutumu “üst yapı” olarak
tanımlar. Buna göre sözgelimi “kültür”, aslında belirleyici olmayan, sadece
ekonomik şartların etkisiyle şekillenen bir “üst yapıdır”.
Bütün bu düşünce nebulası,
Türkiye’de solun Kürtçü demir çekirdek eylemciliğinin merkezi etrafında döner.
Hal böyle olunca Türkiye’de Kürt
feodalitesi, solun ancak “Ulusal Sorun’dan” gelen “halkların kendi kaderini
tayin hakkı” safsatası kadar anlamlıdır. Sol için “Kürt” kimliği, tarihsel
materyalizmin şablonu içinde “ezilen halklar” kategorisinin “şanlı” bir üyesidir.
Öyle ki sol Lenin’in “Milliyetçilik, azınlıklar için devrimcilik; çoğunluklar içinse
faşizmdir!” sözde vecizesi ile Türk karşıtlığını kendi ideolojik etiğinin
merkezi yapmıştır.
Son on yıldır, milliyetçiliğin
gerekliliğini istemeden de olsa fark etmeye başlayan “ulusalcılar” belki biraz
Türk düşmanlığından sıyrılsalar da hâlâ Ortadoğu’da artık ülkelerin bütünlüğünü
terk eden Kürt feodalitesine salt ekonomik/Marksist bakışlarını sürdürüyorlar.
Onlara göre Kürt feodalitesi bir ekonomik sorundan ibaret. Doğu ve Güneydoğu ekonomik olarak kalkındığı
anda insanların feodal bağları çözülecek ve sınıf bilinci her şeyi halledecek
sanıyorlar.
Bu noktada “kültürü” bir üst yapı
olarak küçümsedikleri için düğünlerinde tonlarca altın takılan, Türkiye’nin
geri kalanı kadar kaçak elektrik kullanan, kişi başına düşen lüks araç
sayısında ülkenin geri kalanından çok önde olan insanların nasıl olup da
Marksist bir narko-terör örgütünün ideolojisiyle güdülenebildiğini
açıklayamıyorlar.
Kültür için Erol Güngör “
hayatına ihtiyaçlarına cevap verme tarzı”
gibi bir tanımlama getirir. Şüphesiz coğrafya, geçim şartları vs bu cevap tarzını etkiler. Öte yandan “değerler”
toplumdan topluma değişir. Değerler Ayn Rand’a göre “ edinilmek ve edinildiğinde de korunmak istenen varlıklar”dır.
Bunlar maddi olabildikleri kadar manevi şeylerdir de. Öyle ki muhakememize ölçü
olur ve “değer yargıları” üretirler.
O halde feodaliteye bakarken
feodalliği bir “değer” olarak koruyan toplulukların ekonomik koşullarının
ötesine bakmak gerekir. Eğer böyle bir
bakış geliştiremezsek ideolojisi açıkça Marksist olan etnik ırkçı partilerin nasıl
olup da etnik feodal oy paketleriyle beslendiklerini anlayamayız.
Burada anlaşılması gereken şey,
feodalitenin, “etnik” denen ikincil kültür yapılarının içe kapanık, korumacı,
tepkisel kültürlerinin bir sonucu olduğudur.
Her topluluk/toplum, birleştirici
ilkeler ve semboller arar. Bu semboller hem ona bir hareket amacı verir hem de
onun kimliğini gösterir.
Feodalite sadece bir değerler ve
simgeler kurumu değildir. O aynı zamanda bu değerler ve simgelerle berkitilmiş
kapalı toplumun egemenlik ve yönetim biçimidir.
Fransız Devriminin getirdiği dönemde
cumhuriyet olgusu ile artık başta Fransa
olmak üzere, kurucu bir ulusun egemenliğinin nişanelerinin bağlayıcılığı,
vatandaşların ayrımsızca hukuk önünde eşitliği, bölünmez ve tartışılmaz bir
ulus egemenliği gibi kavramlar modern ulus devletinin tanımlayıcı unsurları
olmuştu. Modern Fransa sadece aristokrasiyi yıkmadı, ülkede “Fransız” adının
bölünmesine yol açabilecek bütün “etnik”
kültürleri bastırdı.
(Etnisite, Orha Türkdoğan’ın ve A.
T. Önder’in aktardıkları gibi “ana kültürden ayrılan ikinci kültür grupları”
anlamına gelir. Etnisite “soy bağını” tanımlamaz.)
Bu şekilde ulus devletine rakip
olabilecek potansiyel feodal unsurları ortadan kaldırdı.
Oysa 21. YY Türkiye’sinde
feodalite, salt bir kültürel renk olarak yaşamıyor; doğrudan doğruya Türk
Devleti’ne rakip bir egemenlik odağı olarak varlığını sürdürüyor. Feodalite,
Doğu ve Güneydoğu’da siyaseti oy manipülasyonlarıyla doğrudan etkilediği gibi
günlük hayatı ve asayişi dahi kendi etnik/ikincil kültürüne göre
şekillendirebiliyor, baskılayabiliyor. Bütün bu etnik/ikincil kültürel yapılar,
“sınıf bilinci” açıklamasına hiçbir şekilde uymamasına rağmen doğrudan
sosyalist Kürtçü siyasetin omurgasını oluşturabiliyor.
Ulustan ayrı bir kimlik
geliştirmesine izin verilen bir feodal egemenlik kurumunun ulus egemenliğini
tanıması, bu egemenliğin sağladığı hukuk, eğitim, sağlık birliğini tanıması ve
benimsemesi çok zordur. Çünkü feodalitenin dayandığı değerler ve kültür, ulus devletinin
ortaya koyduğu “ayrımsız vatandaşlık”, “ ulus birliği”, “hukuk önünde eşitlik”,
“bireysel değer” gibi kavramlarla taba
tabana zıttır. Feodal kültür “Aynı derebeyine bağlı olanlar ve
olmayanlar” dışında bir kimliklendirme geliştiremez. Bu kimliklendirme de “türdeş
olanların korunması, diğerlerinin umursanmaması” dışında bir değer yargısı
geliştiremez.
Bundan dolayıdır ki feodal kültür,
kurban psikolojisiyle geliştirilen bir toplayıcılık güdüsünden ibarettir. Peki
ama bunu sol şablonla açıklamak mümkün müdür? Hayır.
Çünkü feodal kültür, kendi mevziinden çıksa bile
kafalardaki yerini korur ve en bireyci, özgürlükçü refah ülkelerinde bile
kendisine uymayana karşı hırçınlık gösterebilir.
Demek ki feodalite ekonominin
zorunlu bir sonucu değildir. Feodalite, değer ve kültür üretiminde kısır kalmış
kapalı toplumların sığınağı ve yegâne “yönetim biçimidir.”
Türkiye’nin esas sorunu, Türk
Devleti’nin egemenlik nişanelerinin bir kısmını feodaliteye terk edip
etmeyeceğidir.
Narin olayının da öğretmen ,
asker, polis şehadetlerinin de esas sebebi budur.