17 Haziran 2024 Pazartesi

Dokunulmaz Şeriat ve Kısıtlanan Tanrı İnancı 1


Şeriat savunulabilir mi?

 

Şeriatı savunmanın bugün için mümkün görünen tek zemini, “inanç-ibadet hürriyeti hakkı”.

 

Peki ama şeriat ne?

 

Şeriat, din denen kurumun uygulanma şekli. Peki o halde din ne?

 

Din de içinde kitap, elçi, şeriat ve kilise/ruhban kurumlarını barındıran siyasi egemenlik biçimi.

 

Dini diğer siyasal egemenlik biçimlerinden ayıran şey ne? Dini diğerlerinden ayıran şey, meşruiyetini Tanrı’ya dayandırması. Peki ama bunu nasıl yapabiliyor? Bunun için insanların Tanrı inançlarını kendi üstüne alıyor.

 

Yani Tanrı’ya inanan herkesin bir dini olması gerektiği kanısını insanlara dayatıyor.  Tam bu noktada öncelik sorununu tersine çeviriyor. Nedir o öncelik sorunu? Öncelik sorunu şu: İnsan dine, Tanrı’ya inanıyorsa inanır, ama dine inandığı için Tanrı’ya inanmaz. Kısacası, insanlar din sahibi olmadan da Tanrı inancına sahip olabilir.  Bunun örneği İbrahim’in Tanrı’yı bulma kıssasıdır. İbrahim Tanrı ontolojisine ulaşırken ona herhangi bir din yol göstermemiştir. İbrahim Tanrı fikrine herhangi bir kilisenin herhangi bir ruhbanının telkiniyle ulaşmamıştır. Ona herhangi bir elçi de ayet getirmemiştir.

 

O halde Tanrı fikri dinin çok ötesinde bir fikirdir. Dolayısıyla da Tanrı inancı, “dine inanmayı” gerektirmez. Tanrı’nın varlığına “inanmak”, onun bilgimiz ötesinde kaldığı düşüncesinin bir eseridir. Hakkında yaratılmışlar gibi bir fikre sahip olamayacağımız için Tanrı’ya “inanırız”.

 

Oysa din böyle bir şey değildir. Din, bir “kurumdur”. Yani hem davranışlarımıza yön veren bir “kurallar” sistemi olmaktan ötürü hem de insanların bir “kurmacası” olduğu için, “insan yapısı” bir kurumdur. Burada temel sorun, dinin, kendisinin Tanrı’dan geldiğine bizi inandırmasıdır.

 

Burada iki sorun vardır:

Bu sorunlardan birincisi, “kavranamaz” bir varlığın “sözlerini” kavrayıp kavrayamayacağımız….

İkincisi, kavranamaz bir varlığın neden bizim gibi bir canlı türünün gündelik hayatının tüm ayrıntılarını düzenlemek isteyeceği…

 

Din ise hakkında konuşmamızın imkânsız olduğu Tanrı hakkında sürekli konuşur ve dahası, onun “adına” konuşur ve zor kullanır.

 

Sorun şudur: Tanrı’ya inancımız, din kurumunu nasıl yetkilendirir? Herhangi bir “âlimin” bizim inancımız ile yetkilendirilmesi mümkün müdür? Ya da insanlar Tanrı’ya, birileri Tanrı adına konuşsun da Tanrı adına zor kullanabilsin diye mi inanır? Elbette böyle değildir. Tanrı inancımızdan, kendi zor kullanma yetkileri için yetki devşirmek din profesyonellerinin işidir.

 

Neden bazı insanların Tanrı’yı “daha iyi anladığını” düşünmemiz gerektiğini açıklamak da mümkün değildir. Meselâ Tanrı’yı anlamak için neden belli bir dili bilmemiz gerektiği de belli değildir. Ya da o dili bilenlerin arasında bile Tanrı telâkkisi ve “şeriat” gibi fiilî uygulamalarda neden bu kadar fark olduğunu açıklamak da mümkün değildir.

 

Din, kendisini, insanların “bilgi dışında kalan” inançlarının dokunulmazlığıyla zırhlandırır. İnsanların inançlarının “dokunulmazlığı”, bu inancın “tartışma” dışı olduğuna dair yaygın uzlaşmadan kaynaklanır.

 

Oysa din, Tanrı adına konuşan, akıl yürüten ve hüküm veren insanların faaliyet sahasıdır. İçinde insan aklının sınırlılığını ve yanlışlanabilirliğini barındırdığı içindir ki din, “inancın” kutsallığına ya da dokunulmazlığına sahip olamaz.

 

Din Tanrı’dan gelmiş bile olsa, onun uygulanmasıyla ilgili bütün alt kollar, (mezhepler) tartışmalı ve sınırlı insan aklının ürünleridir. Mezhepsiz din olamayacağına göre de dinin Tanrı’dan geldiğini düşünmemiz çelişkidir. Bu durumda Tanrı’dan gelmeyen bir “kurum”, tartışmaya kapatılmış ve kaynağından rasyonalite olmayan bireysel “inancın” kutsallığını sahiplenir, temellük eder. Böylece şeriat, inancın dokunulmazlığını kendi hesabına geçirir.

 

Günümüz Türkiye’sinde şeriat taraftarlığının alabildiğine at koşturması, din ve inanç arasındaki ayrımın üstündeki  “dokunulmazlık” tabakasının incelmesine yol açıyor.

 

Din ve inanç arasındaki ayrım netleştirilmedikçe  siyasal İslâmcılığın popülist vicdan sömürüsünün serinkanlılıkla ortaya konması mümkün görünmüyor.

 

Devam edeceğiz…

 

 

 

 

 

 

 

12 Haziran 2024 Çarşamba

Aşırı Sağ Hurafesi ve Göçmen Tepkisi

 

Avrupa’da “aşırı sağ” yükseliyor, diye herkes korkuyor, üzülüyor. Sanırım “aşırı sağ” denen partiler iktidara gelince artık hiç birimizin Avrupa’ya turist olarak bile gidemeyeceğimizden falan korkuluyor.

 

Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor. “Aşırı” nitelemesi, solcular

a ait. Solcular siyasetin, etiğin, demokrasinin kısacası insani olan her şeyin ölçüsünün üstüne oturdukları için normları da kendilerine göre belirliyorlar.

 

Şunun anlaşılması lazım: “Aşırı sağ” diye marjinalize edip karikatürleştirmeye çalıştıkları partilerin oyu yükselirken bu partiler, muhtemelen kendilerini sola eğilimli gören seçmenlerden de oy aldılar. Yoksa aşırı sağcı yeni bir nüfus doğmadı.

 

Bu kısım seçimlerin aritmetiği ve magazinidir.

 

Peki yıllarca “seçmece” göçmen kabul edip hümanizm taslayan Avrupa’da herkes birden faşist falan mı oldu?

 

Dediğimiz gibi Avrupa iki şekilde göçmen kabul ediyordu.

a İşine yarayan nitelikli insanları

b İşine yarayan “aparatları”.

 

Sorun şuydu ki doğudan başlayan ve Ümit Hoca’nın gayet mantıklı izah ettiği büyük göç dalgasıyla insan çöplüğü olması için taşeronlaştırılmış Türkiye bile baş edemedi. Dolayısıyla AB artık absorbe edemeyeceği, entegre demeyeceği büyük bir nüfus baskısıyla karşı karşıya kaldı.

 

Bu kaya sertliğinde bir gerçekti ve AB’nin hiçbir partisinin ideolojisi bu gerçeği öretecek kadar güçlü değildi. Dikkat edilirse AB’de vara  yoğa tepki gösteren en entipüften ( Yeşiller gibi) partiler bile “sığınmacı-göçmen” akını konusunda hükümetlere muhalefet edemiyor. Bu konu da en muhalif partiler bile zımni bir rıza gösteriyor.

 

Kısacası AB’de “aşırı sağ” falan yükselmiyor. AB’de AB çatısını oluşturan ulusal egemenlikler artın kendi seslerini çıkartıp birbirlerinin arasındaki ve yanı sıra onlarla dünya arasındaki “yasa sınırlarını” kalınlaştırıyorlar. Kısacası AB ülkelerini ulusal niteliklerinin tehdit edildiğinin farkına varıyorlar. Dolayısıyla hiç biri de kendi egemenliklerini aşan, ulusal egemenliğe âmir bir uluslararası hukukun var olmayacağını dünyaya ilan ediyorlar.

 

Dolayısıyla yapılan işin “aşırılığı” falan yok. Seçmenler artık kendi emekleri ve kanları pahasına kurulmuş ulusal sınırlarında  başkasına taabi olmaksızın “tam bağımsız” olmak istediklerini söylemiş oluyorlar.

 

Ama tabii dünyaya sömürge aydını olarak bakan sağcı ve solcu okumuşlarımız, Türk’ten üstün saydıkları toplumların kendi başlarına düşünüp taşınmasına hele de “hümanizmin” önüne kendi ulusal egemenliklerini koymalarına şaşıp kalıyorlar.


AB’nin “göçmen karşıtlığı”, bu insansı tsunamisinden korunmak için aslında geç bile kalınmış bir karar… (“İnsansı” dememizin sebebi ne? Kendi ülkelerinde kendi zihniyetlerinin, güdülerinin, vahşetlerinin yarattığı ilkellikten, fakirlikten, zorbalıktan kaçarak aynı zihniyeti uygarlığını  göbeğine taşımak isteyenlerin “insan” olarak nitelenmesi mümkün değil…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8 Haziran 2024 Cumartesi

Ulusalcı Solun Öfkesi Kime?

Sosyal medyada  “Veryansıncı” bir hanımın Ümit Özdağ hakkında düşüncelerini okuyunca çok üzüldüm. Ona göre Ümit Hoca, AKP rejiminin devşirdiği herkesle bir dönem beraber olmuş. Bu yüzden de Atatürk resminin altında çektirilmiş fotoğrafı aslında uygun değilmiş.

Bu yaklaşım üç açıdan hatalı, hem de çok hatalı.

Öncelikle Atatürk’ü “ata” sayan, Türk adını ve egemenliğini savunan hiç kimsenin birbirine hain muamelesi etmeye hakkı yok. Atatürk’ü ata sayan ve Türk Milleti’ne şeksiz, şüphesiz bağlı herkesin yolu zaten aynıdır. Bu yol, ulusal egemenlikle ve vatanın bölünmez bütünlüğü ile çağdaş uygarlığın ötesine geçmek ve (sanırım) ayrıca diğer Türk  topluluklarıyla kurulabilecek en yakın ve sağlam birlikleri kurmaktır. “Ulusalcı” denen sol vatanseverlik için Türk ülkelerini düşünmek Amerikancılıksa o noktada yollarımız onlarla ayrılır.

İkinci hata ki buna hata denebilir mi bilmiyorum:  Ümit Hoca Atatürk'le problemi olan herkese resti çekmiş, popülist ve pragmatist her türlü taşra siyaset esnaflığına kaıy en başta kapatmıştır. Parti yönetimindeki herkes makbul müdür? Meselâ Lütfü ŞEHSUVAROĞLU’nun Zafer gibi bir partinin profiliyle ilgisi çok az. Geçmişin “Türk-İslamcı/ şeriatçı” ülkücülüğünden gelen  ŞEHSUVAROĞLU ne yalan söyleyeyim bana güven vermiyor ve Zafer Partisi’nin de imajına zarar veriyor. Diğer yandan yaptığı  her işin hesabını hâlâ veren, neyi, niçin yaptığını sürekli açıklayan bir siyasetçi Ümit Hoca. Bunda da sanırım bilim insanlığının etkisi var. CHP ile yapılan protokole “gizli saklı” diyenlerse ne tuhaftır, görünüşte birbirlerine düşman kamplar.

 CHP'liler buna kızdı, şimdi ulusalcılar kızıyor.  İyi de “gizli saklı” denilen protokolün “gizlilik kaydı” ortadan kalktığı anda, onu kamuoyuna Ümit Hoca açıklamadı mı? Protokolün açıklanan maddeleri içinde ulusal egemenliğe, bütünlüğümüze aykırı herhangi bir madde var mıydı? Sinan Oğan herkesi yaya bıraktığında, Ümit Hoca ne yapmalıydı mesela? Gidip hırçın solcu ergenler gibi onunla kavga mı etmeliydi?

Üçüncü hata ise solun yapısal sorunu olan hırçınlık, saldırganlık. Aslında bu huyları, karşı olduklarını iddia ettikleri şeriatçıların tavırlarının  ayna görüntüsü. Neden böyle? İki kamp da mutlak  hakikate ve ahlâkî doğruluğa sahip olduklarına öyle kesin inanıyorlar ki başkalarına hakareti, ithamı vs kendilerine “hak” görüyorlar.

Her iki kamp da “amaç güdülü” bir ahlâkı paylaşıyorlar. Yani hedeflerine ( şeriat veya devrim) ulaşmak için adeta Tanrısal bir dokunulmazlığa ve haklılığa ve daha kötüsü masumiyete sahip olduklarına inanıyorlar. Bu yüzden de düşüncelerinin, inançlarının yanlışlığı gibi bir ihtimali bile kabul edemiyorlar. Dolayısıyla kendilerine uymayan hiç kimsenin temel haklarına saygı duymak gereği hissetmiyorlar. (Stalinizm bu açıdan istisnai ve canavarca bir tasarım falan değildi. Solun özüne dönüşünün ve mutlak egemenliğinin kaçınılmaz sonucuydu; tıpkı şeriatçı yönetimlerde meydana gelen mutlak baskıcılık gibi... Sol aslında medeni hukuk  rejimlerinde gemlenebildiği için bugün modernizmin, hümanizmin, etiğin temsilcisi falan gibi görünebiliyor. Sol, dizginleri eline aldığında, mutlaka ama mutlaka diktatörlük, kan ve yıkım getirir.)

Bir başka hatalı bakış, "müteselsil suç icat etme". alışkanlığı. Ümit Hoca , muktedirlerin devşirdiği herkesle bir dönem çalışmış. Evet... Bir tespitin bu yarısına evet denince hepsine evet dememiz gerekiyor sanırım. Peki ama devşirilenlerle neden yollarını ayırmış, hiç buna bakılmış mı? Hayır. Üstelik de bütün bu ayrılışlar tam da gözümüzün önünde olmuşken hâlâ müteselsil suç isnadı, insaf ve vicdan sınırlarının ötesine geçiyor.

O halde sevgili ulusalcılara şunu sormak isterim: “Efsaneleriniz, mitleriniz olan insanların “Kemalizm faşizmdir!” demesinin hesabını verebildiniz mi? Ya da “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” derken ülkeyi aslında açıkça bölünmüş gören militanlarınızın hesabını verdiniz mi? Ya da “İstiklal Marşını tanımıyoruz!” diyen Behice Boran’ın hesabını henüz vermediğinizin farkında mısınız?”

Ama daha kötüsü “ THKP-Cyi mirasımız kabul ediyoruz, DEV-GENÇ bizim de mirasımızdır diyen PKKlı köpeklerle aynı mirası sahiplenirken de Ümit Hoca’ya hakaret ederken duyduğunuz vicdan rahatlığını duyabiliyor musunuz? Ülkenin kırk yılına mal olmuş bir narko-terör ihanetini koyununuzda beslemiş olmanın hesabını verdiniz mi?"

Şahsen Veryansın TV’yi çok seviyorum. İçlerinde çok sevdiğim, saygı duyduğum pek çok insan  var. Onlarla ideolojik mirasımızın, mitolojimizin örtüşmediğinin de farkındayım. Ama hiç birine “devşirme”, “hain” vs çağrışımlarla bakamam. Ben kendi adıma sola duyduğum öfkeyi  ve kini, bir avuç solcu vatansever için susturuyorum ama görünen o ki sol, ister vatansever olsun ister Kürtçü ister Marksist, geçmişin kinlerinden ve öfkesinden beslenmeden edemiyor.

Düz bir mantıkla beni Zaferci ilan edeceklere söyleyeyim: Şu anda ZP bana MHP’den çok daha mantıklı, vicdanlı bir seçenek olarak görünüyor. Hiç bir partiye tapmam! Türk vatanının milleti ve devletiyle bölünmez bütünlüğüne saygı, Atatürk’ü devrimleri  ve Türkçülüğü ile birlikte benimsemek gibi konularda yan çize hiç kimseyle de bir adım daha yol yürümem!

Zaten yazıda Zafer’in beğenmediğim yönüne işaret ettim.

Devir, ideolojik taassuplarla birbirimizi kırmak devri değildir. Solcu dostlar şunu hatırlamalı ki bir milliyetçi olarak benim de kin gütme hakkım var ve sanırım benim hakkım çok daha fazla. Buna rağmen ya birbirimizle asgari müştereklerde buluşup bir “Türk Kurultayı aklı” geliştirmeliyiz ya da yollarımızı en baştan ayırmalı ve kimin safında olduğumuzu açıklamalıyız. Çünkü PKK vb.lerinin safı, daha çok Marksist bilinç kardeşliğinden dolayı solda gibi görünüyor.

Tanrı Türk’ü korusun!

1 Haziran 2024 Cumartesi

İnsanlık Nedir?

 

İnsanlığın biyolojik bir problem olmadığını “moderniteyle” ortaya koyduk. Modernite, kendi dışındaki topluluklara tavrı yüzünden eleştirilebilir.


 

Ne olursa olsun, “insanlık” modernitenin bir icadı.

Kısaca doğada “insanlık” diye bir şey yok.

 

O halde “insanlık” ne demek?

“İnsanlık”, insan ırkının her ferdinin korunması gerektiğine dair ahlâkî emir niteliğinde  bir koruma arzusu ve yüksek marjinal fayda davranışı. Buna ekonomik bir bakış fazlasıyla duygusuz ve ahlâksız görünebilir. Aslına bakılırsa insanlığın bu tanıma  her toplum seviyesinde rastlıyoruz.  Buradaki asıl ayrım, bu koruma arzusunun ve “marjinal değer” sezgisinin neye dayandığında ortaya çıkıyor.

 

Diğer yandan sanayileşmiş, tarıma daha az bağımlı, iş bölümü geliştirebilmiş toplumlarda “insan”, dünyayı ve daha önemlisi kendi kendini idrak edebildiği için değerli olan canlı anlamına geliyor.

 

Peki ama sanayileşmemiş, tarım toplumlarında, ilkel kabilelerde, kabile bilincinin egemen olduğu topluluklarda durum böyle değil mi? Hayır. İlkel toplumlarda, insan beraberliği ancak belirli somut “tanınabilirlik” ölçülerine dayanır.  İlkel topluluklarda, kabilelerde, aşiretlerde “tanınabilirlik” kanıtlanabilir kan bağına kısa süreli hafızaya dayanan bir beraberlik ölçütü. Ayrıca ilkel topluluklarda, toplumlaşamamış insan beraberliklerinde “insan” ancak ortak üretimde, savaşta ve çıkar mücadelesinde doğrudan ve açık faydası olduğu için  krounması gereken bir tür sanayii üretimi.

 

Bu yüzden de ilkel topluluklarda “oğullarla övünmek” (çünkü soyu sürdüren oğullardır), çoğalarak tehdit haline gelebilmek gibi davranışlar, başattır. Demek ki ilkel topluluklarda -ki buna modern dönemde bile ısrarla sürdürülen aşiretler de dahildir- “insan” ancak kısa vadeli faydaları sağlamak için mekanik bir araç olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.

 

Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor galiba: Sanayileşme, gökten gelen bir nimet değil. Sanayileşme, sosyolojik gelişmesini büyük ölçüde tamamlamış, kural egemenliğiyle yaşayan, iş bölümünü gerçekleştirecek kadar ayrıntılı bir hayat kurabilmiş toplumların eseri.

 

Neden böyle? Çünkü bu toplumlarda “kan bağı” ölçütü aşılmıştır. Bu toplumlarda kan bağı ölçütüyle oluşturulamayacak kadar büyük bir nüfusun bir arada tutulması mecburiyeti, kanun egemenliği, kural aynılığı ve “kültürleşme” ile sağlanmıştır.

 

Kültürleşme, bir insan grubunun diğerine kendi kültürünü aşılaması olarak kabaca tanımlanabilir. (Bu “kötü” müdür? Herkes “eşit” ve “âdil” yaşayamaz mı? Konu hakkındaki sanırım en ayrıntılı ve tutarlı incelemelerden biri Locke’un “Hükümet Üzerine Birinci ve İkinci İncelemesi”dir. İnsan doğası, eylemsiz, barışçı, pasifist değildir. İnsan doğası kötülüğü de içinde barındırır. Bu kötülüğe engel olabilmek için insanlar bir arada yaşamak zorundadır ve bu beraberliklerin sürdürülebilmesi aynı zamanda insan neslinin korunabilmesi anlamına gelir. Sorun burada ortaya çıkar.  “Beraberliği oluşturan ve sürdürülmeye değer kurallar nelerdir? Bu kuralları kim belirlemiştir? Bu kuralları kim sürdürmelidir? Bütün bu soruların cevabı tek bir sözcükte yatar: “Egemenlik”.  Dolayısıyla insan toplulukları arasında bir “egemenlik mücadelesi” hem doğaldır hem de kaçınılmazdır).

 

Siyasî egemenlik, üreme ile gerçekleştirilemeyecek büyük nüfus artışları sağlamıştır. Oluşturulan büyük nüfus beraberliklerinde artık kabile ölçütleri geçerli olmayacağından ötürü de bu beraberlikleri güvence altına alan bir “zor kullanma” mekanizması kurulması gerekmiştir.  Şüphesiz aşiret, kabile yapılarında da bazı kurallar ve zor kullanıcılar vardır. Ancak bu zor kullanma yetkisi ve onun gerekçesi, aşiretin sınırlarında biter.

 

Oysa siyasi egemenlik kurabilen ve bu yolla kısa zamanda büyük nüfusları teşkilatlandırabilen toplumlarda (uluslar) durum farklıdır. Uluslaşmış toplumlarda artık insanlar salt aynı kanı taşımaktan ötürü değer taşımazlar. Uluslarda insanlar aynı değerleri, aynı duyguları, aynı kültürü sürdürebilmek arzusundan dolayı birbirlerini tanır ve birbirlerine bundan dolayı “değer” verirler. Uluslaşmış toplumlarda kanın, aşiretin, ağanın vs yerini “ortak değer yargıları”, “ortak geçmiş bilinci” (efsaneler ve tarih), ortaklaşmış bir ruh hali (sevinçte ve kederde ortaklık) gibi soyut ölçütler almıştır.

 

Sanayileşme ancak soyut düşünce, değer beraberliği gibi ölçütlerle bir arada yaşayabilen insanların yarattığı ayrıntılı iş bölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

 

İşte bu yüzdendir ki günümüzün sanayi toplumları, istisnasız, uluslaşmış toplumlardır. Ya da ancak uluslaşabilmiş toplumlar sanayileşme denen büyük ve ayrıntılı üretim ve dağıtım ağını yaratabilmişlerdir. Dolayısıyla uluslarda insan, aşiretlerin mekanik iş gücü ve savaş aracı olmanın ötesinde bir “anlam” taşırlar. Dolayısıyla “insan” ancak  yukarıda saydığımız “anlamları” oluşturabilen “modern” toplumların, ulusların var ettiği bir kavram ve değerdir.

 

Bugünün asıl sorunu ise moderniteyi yaratan uluslarla hâlâ ilkel ve animal kalmakta ısrarlı toplulukların aynı anda var olmasıdır.

Varlık sebepleriyle, varlık gerekçeleriyle, değer farklılıklarıyla birbirinden tamamen ayrı seviyelerdeki insan beraberlikleri için “insan” tanımında kendiliğinde bir fark ortaya çıkar.

 

Bugün ulus devletlerinin yapılarını tehdit eden demografik işgalin en büyük tehlikesi, modern toplumların, ulusların “insan” kavramını paylaşmayan, anlayamayan topluluklardan, bu devletlere doğru akan büyük ilkel nüfus gücüdür.

 

Toplumun değerlerine katkısı olduğu için aynı toplumun beraberliğini önemsediği için “önemli” sayılan insanla aynı dili konuşan, aynı doğal düşmanlarla savaştığı için önemli sayılan “animal” insan aynı şey değildir.

 

Modern toplumlar her Homo sapiensi “insan” olarak görürken ne yazık ki her Homo sapiens aynı değerleri, ölçüleri onlarla paylaşmıyor.

 

Dolayısıyla Homo sapiens, insan, insanlık gibi “kavramların” artık aynı çağda yaşadıkları için çağdaş sayılan toplumlarda aynı şeyi ifade etmediğini anlaşılması gerekiyor.

 

Modern toplumlarda, uluslarda, her biri bir ayrı değer ifade eden, kişilik ve niteliğini geliştirmek için uğraşan , dolayısıyla kendisiyle birlikte toplumuna değer katan bireylerin, aşiret, kabile mensupları tarafından her gün vahşice öldürülmesi veya kısıtlanması, “insan” tanımının bir daha gözden geçirilmesini gerektiriyor.