Şeriat savunulabilir mi?
Şeriatı savunmanın bugün için
mümkün görünen tek zemini, “inanç-ibadet hürriyeti hakkı”.
Peki ama şeriat ne?
Şeriat, din denen kurumun
uygulanma şekli. Peki o halde din ne?
Din de içinde kitap, elçi, şeriat
ve kilise/ruhban kurumlarını barındıran siyasi egemenlik biçimi.
Dini diğer siyasal egemenlik
biçimlerinden ayıran şey ne? Dini diğerlerinden ayıran şey, meşruiyetini Tanrı’ya
dayandırması. Peki ama bunu nasıl yapabiliyor? Bunun için insanların Tanrı
inançlarını kendi üstüne alıyor.
Yani Tanrı’ya inanan herkesin bir
dini olması gerektiği kanısını insanlara dayatıyor. Tam bu noktada öncelik sorununu tersine
çeviriyor. Nedir o öncelik sorunu? Öncelik sorunu şu: İnsan dine, Tanrı’ya inanıyorsa
inanır, ama dine inandığı için Tanrı’ya inanmaz. Kısacası, insanlar din sahibi
olmadan da Tanrı inancına sahip olabilir. Bunun örneği İbrahim’in Tanrı’yı bulma
kıssasıdır. İbrahim Tanrı ontolojisine ulaşırken ona herhangi bir din yol
göstermemiştir. İbrahim Tanrı fikrine herhangi bir kilisenin herhangi bir
ruhbanının telkiniyle ulaşmamıştır. Ona herhangi bir elçi de ayet
getirmemiştir.
O halde Tanrı fikri dinin çok ötesinde
bir fikirdir. Dolayısıyla da Tanrı inancı, “dine inanmayı” gerektirmez. Tanrı’nın
varlığına “inanmak”, onun bilgimiz ötesinde kaldığı düşüncesinin bir eseridir.
Hakkında yaratılmışlar gibi bir fikre sahip olamayacağımız için Tanrı’ya “inanırız”.
Oysa din böyle bir şey değildir.
Din, bir “kurumdur”. Yani hem davranışlarımıza yön veren bir “kurallar” sistemi
olmaktan ötürü hem de insanların bir “kurmacası” olduğu için, “insan yapısı”
bir kurumdur. Burada temel sorun, dinin, kendisinin Tanrı’dan geldiğine bizi
inandırmasıdır.
Burada iki sorun vardır:
Bu sorunlardan birincisi, “kavranamaz”
bir varlığın “sözlerini” kavrayıp kavrayamayacağımız….
İkincisi, kavranamaz bir varlığın
neden bizim gibi bir canlı türünün gündelik hayatının tüm ayrıntılarını
düzenlemek isteyeceği…
Din ise hakkında konuşmamızın
imkânsız olduğu Tanrı hakkında sürekli konuşur ve dahası, onun “adına” konuşur
ve zor kullanır.
Sorun şudur: Tanrı’ya inancımız,
din kurumunu nasıl yetkilendirir? Herhangi bir “âlimin” bizim inancımız ile
yetkilendirilmesi mümkün müdür? Ya da insanlar Tanrı’ya, birileri Tanrı adına
konuşsun da Tanrı adına zor kullanabilsin diye mi inanır? Elbette böyle
değildir. Tanrı inancımızdan, kendi zor kullanma yetkileri için yetki devşirmek
din profesyonellerinin işidir.
Neden bazı insanların Tanrı’yı “daha
iyi anladığını” düşünmemiz gerektiğini açıklamak da mümkün değildir. Meselâ
Tanrı’yı anlamak için neden belli bir dili bilmemiz gerektiği de belli
değildir. Ya da o dili bilenlerin arasında bile Tanrı telâkkisi ve “şeriat”
gibi fiilî uygulamalarda neden bu kadar fark olduğunu açıklamak da mümkün
değildir.
Din, kendisini, insanların “bilgi
dışında kalan” inançlarının dokunulmazlığıyla zırhlandırır. İnsanların
inançlarının “dokunulmazlığı”, bu inancın “tartışma” dışı olduğuna dair yaygın uzlaşmadan
kaynaklanır.
Oysa din, Tanrı adına konuşan,
akıl yürüten ve hüküm veren insanların faaliyet sahasıdır. İçinde insan aklının
sınırlılığını ve yanlışlanabilirliğini barındırdığı içindir ki din, “inancın”
kutsallığına ya da dokunulmazlığına sahip olamaz.
Din Tanrı’dan gelmiş bile olsa,
onun uygulanmasıyla ilgili bütün alt kollar, (mezhepler) tartışmalı ve sınırlı
insan aklının ürünleridir. Mezhepsiz din olamayacağına göre de dinin Tanrı’dan
geldiğini düşünmemiz çelişkidir. Bu durumda Tanrı’dan gelmeyen bir “kurum”,
tartışmaya kapatılmış ve kaynağından rasyonalite olmayan bireysel “inancın” kutsallığını
sahiplenir, temellük eder. Böylece şeriat, inancın dokunulmazlığını kendi
hesabına geçirir.
Günümüz Türkiye’sinde şeriat
taraftarlığının alabildiğine at koşturması, din ve inanç arasındaki ayrımın
üstündeki “dokunulmazlık” tabakasının
incelmesine yol açıyor.
Din ve inanç arasındaki ayrım
netleştirilmedikçe siyasal İslâmcılığın
popülist vicdan sömürüsünün serinkanlılıkla ortaya konması mümkün görünmüyor.
Devam edeceğiz…