Herkes sanıyor ki dünyadaki makbul ve arzu edilir
demokrasiler, kimliksiz, ideolojisiz ve nötr devletlerde ortaya çıkıyor.
Bu hayali ya da safsatayı memlekete liberalistler
yaydı. Bu liberalizmin kötülüğü mü? Hayır. Çünkü herkesin ağzının suyunu akıtan
bütün o müreffeh demokrasilerin hepsi istisnasız. liberal demokrasi…
Peki bu ne demek? O ülkelerde herkes canının ,
istediğini yapabiliyor mu? O ülkelerde vahşi bir kapitalizm herkesi sömürüp
fakirleştiriyor mu? Ne tuhaf ki asgari ücretli işçilerin alım gücü bizimkilerle
kıyaslanmayacak kadar yüksek.
Toplumsal kodların farklılığı, dünyaya bakıştaki
aykırılıklar ve başka çelişkiler ya da kaçınılmazlıklar sanırım biraz da
moralimi bozuyor. Çünkü bir film de bir rüya gibi sizi etkiler. Çünkü şeylerin
dimağımızda yarattığı izlenimler aslında onların kendilerinden daha çarpıcı
olabiliyor.
Öyle bir hayal yaratılıyor ki o hayalî ülkede hiç kimsenin
bir kimliği yok. O ülkede herkes sadece insan olduğu için değerli görülüyor. O
ülkede, o hayalî ülkede hiç kimsenin sadakat duyduğu bir kimliği, korumak
istediği bir kültürü ya da değerleri yok.
Elbette o ülkenin dilinin ne olduğu, nasıl
belirlendiği ya da o ülkeyi kimin kurduğu, dahası o ülkenin nasıl kurulduğu
gibi konulara ise hiç değinilmez. Ya da o ülkede kimin sözünün geçtiğinden söz edilmez.
Bir ülke söz konusu olduğunda bir egemenlikten
bahsetmemek mümkün mü?
Peki dünyada herhangi bir savaşla ya da mücadeleyle
elde edilmemiş bir egemenlik söz konusu mu? Belki ama herkesin bildiği gibi
istisnalar kaideyi bozmaz. Bugün haritadaki bir toprak parçasından ibaret
olmayan bütün devletler bir savaş veya mücadeleyle kurulmuştur. O halde böylesi
yüksek bir bedelle kurulan devletlerin hiçbirinde bu bedeli ödeyen ulusun
iradesi dışında bir irade hüküm süremez.
İşte bu, egemenliktir. Bazı romantik liberalistler
bunun “demokrasi” adına ihmal edilebilecek ya da vazgeçilebilecek bir şey
olduğunu savunurlar ama ideolojilerini ödünç aldıkları hiçbir ülkede bu hayal
ciddiye alınmaz.
Egemenlik, bir ülkede kurucu ulusun, o ülkenin rejimini,
toplumsal düzenini, belirleyebilmesi yetkisi demektir. Bu yetki de ancak başkalarıyla savaşılarak alınır. Ve bu yetki bir kez alındı mı ancak yine savaşla
kaybedilebilir.
Bu da demektir ki demokrasiler, kuruldukları
ülkelerde, kurucu ulusun parmak izini taşırlar ve bu parmak izi genellikle
kanla basılır.Dolayısıyla “demokrasi”
ancak kurucu ulusun varlığıyla anlam kazanır. Bir ülkede kurucu ulusun adının, kimliğinin ve
egemenliğinin o ülkede hukuka ve demokrasiye engel olduğunu düşünmek bu
yüzdendir ki ya hamakkattir ya da ihanet.
Demokrasi milli egemenliğin üstünde, onu aşkın bir
değer değildir.
Kısacası hiçbir ulus demokrasi adına ülkesinin
bağımsızlık senedine kanla bastığı parmak izinden vazgeçmez.
Herhalde bu soru, insan düşünce çabalarının en büyük
konusu.
Aslında pek çoğumuz, özellikle ahlâkî yargılarda
yanılma ihtimaline karşı bu soruda kaçınmaya eğilimliyiz. Öyle ya… Gerçeğin ne
olduğunu söylemek ne de olsa yargıların en büyüğüdür. Oysa gerçek, kişiden kişiye,
toplumdan topluma, zamana göre değişmiyor mu? Değişmeyen tek şey değişim, değil
mi?
Oysa gerçekten beklentimiz onun değişmeyecek bir şey
olması. Her şey değiştiğine göre aslında gerçekten de bahsedemeyiz.
Peki ama bu kısa akıl yürütme bizi gerçeği aramaktan
caydırıyor mu? Hayır. Peki ama aslında beyhude bir çaba gibi görünen gerçeği
bulmak, hâlâ neden bizim için en hayatî çaba? Bunun en hayatî çaba olmadığını
düşünüyorsanız hayatın anlamından her gün neden bahsettiğimizin de cevabını
biliyor olmalısınız.
Bütün hukuk sistemimiz, hayatımızı, yalanların, sahtekârlıkların
ve şiddetin zararlarından korumak üzerine kurulu. Hukuk sistemimizin nasıl
işlediğinin bir önemi yok. O, inşa amacına uygun kullanılmayan bir makine
olabilir ve böylesi bir kötü kullanım, onun mekanizmasını tahrip etmiş
olabilir. Ne olura olsun biz eylemlerimiz hakkında “yalın bilgiyi” yani gerçeği
bulmak için usuller ve süreçler icat etmiş bulunuyoruz.
Ya bilim çalışmaları? Bilim, dünyanın gerçekliğini anlayabilmek için
algı sınırlarımızda sürekli daha fazla bilgi biriktirebilmek için uğraşıyor.
Sanatın yaptığı da bu… Sanatçının ruhundaki, bakışındaki
yalınlığı ne kadar iyi görürsek insan özümüze kendimizi o kadar yakın hissetmiyor
muyuz?
Evet… Duyularımızın sınırlılığının farkındayız.
Algılarımız da buna bağlı olarak sınırlanıyor. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz
aslında bu sınırlılıkla kayıtlı. Peki ama sınırlı duyularımıza rağmen neden
hâlâ çabalıyoruz?
Çünkü gerçeğin var olduğunu biliyoruz ve her seferinde
onun başka bir parçasını ya da daha büyük bir parçasını görebilmek için
uğraşıyoruz.
Gerçeğin var olduğunu nereden biliyoruz? Ya her şey bir
rüyaysa?
Bu soru bile aslında ancak gerçeğin var olmasına bağlı
olduğu için gerçeğin var olduğunu biliyoruz. Hayır… Bu bir diyalektik tahlil
değil. Çünkü diyalektikte kavramların önceliksiz bir beraberliği vardır. Yani?
Yani zıtlar birbirinin varlığını gösterir ve bu yüzden aslında neyin ne olduğunu
söylemek de mümkün değildir. Ayrıca diyalektiğe göre zıtlar birbirini gidermez;
bir araya gelip bambaşka bir şey yaratırlar.
Sorun bu sözde
sentez ürününün neyin zıttı olduğunu bilmemektedir. Bir başka sorun şudur ki
zıtların bir araya gelmesiyle ikisinden de farklı bir şey mi ortaya çıkar,
yoksa zıtlardan biri diğerini yok eder mi? İşin aslı şudur ki böyle bir sentez
yoktur ve bu özellikle Marks tarafından fark edilmiş, kendisinin çelişki dediği
şey de Marksizm’de, zıtlardan birinin diğerini yok etmesiyle ortadan
kaldırılmıştır.
Diyalektiğin öldürücü yanlışı şudur ki doğadaki “sentezler”
, zıtların birliği değildir. Doğada elementler birbirilerinin zıttı, değillemesi
değildir. Doğada elementler, kendi atomik düzenlerine göre diğer elementlerle “iş
birliği” yapan maddelerdir.
O halde gerçeği nerede bulacağız?
Gerçeğin varlığı iki noktadan bilinebilir. Bunlardan
birivar olduğumuzu bilmemizdir. Var
olup olmadığımızı bilebilir miyiz? Eğer varlığımız bir rüyadan ibaretse…
Hepimizin paylaştığı ve kesintisiz bir istikrarla süren bu rüyaya gerçek
demekten başka ne yapabiliriz?
Doğumumuzdan itibaren dünyayı etkileyip dünyadan
etkilendiğimizde… Sevip sevildiğimizde… Zarar verdiğimizde…Acaba akıcı, değişken ve kavranamayan bir
rüyada mı sürükleniyoruz? Bunu bilmemiz mümkün müdür? Belki bunu bilmek mümkün
değildir ama o halde son bir atışla hedefi vuramaz mıyız? Ne fark eder? Yerçekiminin
varlığı bir hayalse bile uzay araçlarının atmosfer dışına çıkmalarından, bir
atmosferimizin var oluşuna kadar pek çok şey onun varlığıyla tutarlılık
gösteriyorsa yerçekiminin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek saçmalamak
olmaz mı?
Ama bu işin düşünce boyutu. Oysa bilim bize bunu
kanıtlarla göstermeye çalışır. Bunu nasıl yapar?
Bilim, duyularımızın sınırlarının ötesindeki
bilgileri, çeşitli yöntemlerle ve araçlarla duyularımızın sınırlarının içine
taşıyarak gerçeğin parçalarını bize gösterir. Söz gelimi kızıl ötesi gözlükler
spektrum dışındaki dalga boylarını tek renkli görüntüler haline getirerek o
görünmezliği, duyularımıza tercüme eder. Osiloskoplar sesleri çeşitli dalga
görüntüleriyle bizim için görülebilir hale getirirler. Radarlar çıplak gözle
göremediğimiz cisimleri görünür kılarlar.
O halde gerçeğin ne olduğunu bilip bilmemek
probleminin merkezinde bizim sınırlılığımız yer alır. Biz sınırlı olduğumuz
için gerçeği bütünüyle göremeyebiliriz ama en sonunda onun “kanıtlarıyla”
varlığını her seferinde daha güçlü görürüz. Gerçeğin kanıtları “doğrulardır”.
Ya da şöyle söyleyebiliriz: Gerçekle bağdaşmayan şeylere “yanlış” deriz. Eğer
gerçekle bağdaşmayan şey irademizle oluşturulan bir ifadeyse ona da “yalan”
deriz.
Bu yüzden… Sınırlı varlığımızın idrakiylesürekli ve tutarlı bir ilişkiler ve varlıklar
bütününde biz bu bütününişleyişini her
gün daha fazla anlamaya çalışıp sınırlılıklarımızı aşmak isteriz. Bunun dışında
bir gerçekliğin var olup olmadığını bilmemiz de mümkün değildir. Çünkü
bilgilerimiz ancak sınırlı duyularımız aracılığıyla oluşturulur ve insan “görmediği
şeyin rüyasını göremez.”
Matriks’te Morpheus’un Neo’ya söyledikleri aslında
konuyu özetler gibidir: “Matriks’te ölürsen gerçek hayatta da ölürsün, çünkü
vücut bilinç olmaksızın yaşayamaz.” O halde insanlar makineler bağlı olarak Descartes’ın
şeytanının elinde oyuncak olarak yaşasa bile içinde doğup öldüğü, her şeyiyle
tutarlı bir gerçeklikte yaşamak zorundadır. Dolayısıyla gerçeklik bizim onu
bilmemizden önce vardır. Buna karşılık biz onu ancak sınırlı duyularımızla ve
algılarımıza pek sınırlı bir şekilde
idrak edebiliriz.
“Başka bir gerçeklik” hayal edilebilir mi? Maalesef
hayır. Çünkü “başka bir gerçeklik” bile ancak ve yalnız şu anda tutarlığını
kaçınılmaz olarak gördüğümüz uzay zaman içinde var olmak zorundadır. Örneğin
sinema dünyasının belki de en çirkin ve vahşi kurmaca canlısı “ Alien/Yaratık/Zenomorf
bile iki ayak, iki el, omurga ve kuyruk sahibidir. Peki ama neden? Çünkü şunu biliyoruz ki
yerçekiminin var olduğu bir uzay-zamanda “canlılar”, ancak buna uyumlu
organlara sahip olabilirler.
O halde var olup olmadığımızı düşünüp dururken var
olmanın etkilerine gözlerimizi kapatarak
ancak havanda su dövmüş oluruz. Varız… Yok olur muyuz? Bunu kimse bilemez.
Bilemediğimiz şeyi yok saymamız mümkün mü? Bilim, bilmemenin zayıflığının bize
ati olduğunu göstermekten ibaret…
Felsefenin, üzerinde en çok durduğu konu sanırım “gerçeklik”.
Gerçeğin bilinip bilinemeyeceği öyle çok tartışılıyor ki felsefe, bu tartışmalar yüzünden girdaplarla dolu kapkara bir denize benziyor. Felsefe bu yüzden, aklımızı aydınlatmak yerine, bizi cevapsız soruların bataklığına çekiyor ve cevaplar vermekten çok bizi sorulara boğuyor.
Peki ama gerçek neden bu kadar önemli?
Eğer hiç bir şey gerçek değilse hayat anlamını yitirir. Yaşamak gerçek değilse ölmemizi engelleyen ne kalır ki? Kendi hayatımıza son vermek bir yana başka hayatları yok etmemizi ne engelleyebilir ki?
O halde gerçeklik arayışımız sadece bir mantık veya fizikokimya sorunu olamaz.
Gerçeği neden arayıp durduğumuz sorusu belki de gerçeğin varlığını ispatlamaktan daha önemlidir.
Çünkü en nihayetinde gerçekliğin varlığı bizi “anlama” götürecektir.
Belki bu noktada plâğı tersten dinlemeliyiz. Yani gerçeklik arayışımızı “anlam oluşturmak” faaliyetimizden başlayarak incelemeliyiz.
Gerçek var mı yok mu diye yıllardır tartışıyoruz, çünkü her seferinde karşımıza onun ya da o sandığımız şeyin farklı “görüntüleri” çıkıyor. Bütün bu yeni görüntülere bakarak iki sonuca ulaşıyoruz:
i- Gerçeği bilemeyiz.
ii- Gerçek diye bildiğimiz görüntülerden ibarettir ve aslında gerçek bir yanılsamadan ibarettir.
Her iki sonuç da görünüşte son derece bilgece ve alımlı “vargılar” olarak karşımıza dikiliyor ve son sözü söylemiş gibi bize alaycı bir biçimde gülümsüyor.
Peki ama bu bilgeler bize “gerçekten” birer cevap sunuyorlar mı? Eğer gerçek hakkında bütün bilebileceklerimiz ancak bu olası cevaplardan ibaretse örneğin temel bilimler neden hâlâ atom altı parçacıklarla uğraşıyor?
Buradaki esas yanlışlık insanı felsefenin dışına atmaktan kaynaklanıyor. İnsan, diğer nesneler gibi bir nesne değil.
Öncelikle şu “sorumsu cevap” aklımızın bir köşesinde durmalı: “ Ne fark eder?” Bu kestirme cevaba nasıl ulaşıverdiğimize az sonra bakacağız. Ama önce insanın, kendi kendine var olan bir otomatizm evreninde istisnai bir varlık olduğunu varsaymamız gerekiyor.
Felsefenin “en başındaki” soruları atlayıvermiş olablir miyiz? Şüphesiz evet. O halde o soruları cevaplamadan bu varsayıma nasıl ulaşabiliriz ki değil mi?
O halde bilimin bize öğrettiği inkâr edilemez ve tartışılamaz bir veriyle başlayabiliriz ki o da insanın sınırlılığı.
Bu ne demek? Bu, insanın ancak duyularının sınırlı kaynağının izin verdiği kadar anlam ve bilgi oluşturabildiği anlamına geliyor. Sözgelimi dil ve gerçeklik tartışmasına girdiğimizde “dilimizin anlamsızlığı” veya yetersizliği gibi bir tartışmaya girerek gerçeğin bilinmezliğinden bahsetmek bu yüzden saçmadır.
Eğer gerçek bilinemez, kavranamaz ve dolayısıyla varlığı inkâr bedilebilir bir şeyse sayesnde bunca tartıştığımız dili neden terk ederek hayvanlar gibi yaşamadığımızı biri cevaplamalı.
Dikkat edersek aslında bir ters mühendislik yürüttüğümüz görülebilir. Neden böyle yapıyoruz? Eğer her şey anlamsızsa ve gerçeklik yoksa “ne fark eder ki?” Eğer gerçeğe yaklaşabiliyorsak ve ayağımızı basacak bir zemin elde edebiliyorsak “ne fark eder ki?”
Bugün Twitter’da genç bir “hoca” gördüm. (Artık
kafasına bir sarık saran herkes ne de olsa hoca…)
Cinlerin
padişahıyla nasıl çarpıştığını, onu nasıl öldürdüğünü anlatıyordu.
Bir başka hoca, bir
halifenin hikmetiyle güneşin kararabildiğinden
bahsediyordu.
Her şeye gücü yeten
bir Tanrı’ya inanmak kişinin idrakine bağlı bir şey. Aslında “her şeyi
yapabilmenin” objektif bir ölçüsü ve
tanımı yok. Kimlerine göre böylesi bir güç herkesi yok edebilmek demekken
kimlerine göre karbon atomunu ya da diğer elementleri, değişmeyecek
özelliklerle yaratabilmek kudreti anlamına gelebilir.
Bugün artık Türkiye’de
kadir-i mutlak bir Tanrı’dan anlaşılan şeyse canının istediğini canının
istediği gibi yapabilen, insanlara Arapça seslenip Arap üstünlüğünü telkin
eden, insani bütün özelliklerin en mükemmel hallerini taşıyan, kullarıyla
pazarlık edip onlardan intikam alabilen… Kısaca insan gibi davranan ama insanla
kıyaslanamayacak kadar kadir bir yaratıcı.
Yanıltıcı
tartışmalar Tanrı’nın nitelikleri üstüne yapılıyor… Oysa hiç kimse Tanrı hakkında
konuşmaya haddimizin yetip yetmediğini tartışmıyor.
Kafasına bir sarık
sarıp Arapçayla uğraşan herkes kendisinin, kendiliğinden Allah’a daha yakın olduğunu
iddia edebiliyor. Öyle ki Arapça bilmeyenlerin Allah’la yakınlaşması ya da
ondan bir şey istemesi bile pek zor addediliyor.
Ve bu imtiyazlı
insanlar, bilinmeyen âlemlerin kapılarını açıp bilinmeyen varlıklarla iletişim
kurabildiklerini söyleyebiliyorlar. Onlara “nereden bildiklerini” bile
soramıyoruz. Çünkü sözde Arapça
bilgileriyle zaten “iman yolunda” bizden çok önde gidiyorlar ve onları
sorgulamak doğrudan doğruya imanı tehlikeye atmak anlamına geliyor.
Hiç kimse de o
insanlara “İyi de senin benim imanım hakkında ahkâm kesmeye ne hakkın var?”
diye sormak aklına gelmiyor. Ya da… “Senin inandığına inanmıyorum ki neden
bahsettiklerinle beni sürekli sıkıyorsun?” diye sormak artık memlekette “Allah’ın
düşmanı” sayılmanın eşiği sayılıyor.
Birer macera öyküsü
ya da romanı gibi anlatılan sayısız öykü, mesel ya da menkıbe bizim için karbon gibi
yaşamsal bir elementin yarattığı sayısız olasılık kadar şaşırtıcı ve
düşündürücü olabilir mi? Yoksa biz aslında nefsimizin korku, şehvet ve macera
arzusunu anlatılanlarla tatmin edip de delinmez bir zırhla bütün ahlâkî sorumluluklardan
kurtulabilmek mi istiyoruz? Bu dünyada ahlaksızlık sayılan her şeyin sınırsızca
yaşanabileceği bir yerin vaadiyle itaat talep eden insanların peşinden
gidildiğinde varoluşum gerçek mucizelerinin gerçek hayranlığına ve minnettarlığına
ulaşılamayacaksa eğer… Başlarına sarık
sarıp cinlerle savaşan insanlara itaat ederek gerçekten karbon atomunun yaratıcısının
sonsuz idrakine yaklaşabilmek mümkün müdür?
Tanrı’nın ne
istediğini sürekli bize dayatan insanlar karbon atomunu yaratan varlığa karşı
hadsizlik ettiklerini bir an bile düşünüyorlar mı? İman onların denetiminde bir bilinç mi? Yoksa
biz mi köleliğin sorumsuzluğuyla zevk ırmaklarında yüzmek mi istiyoruz?
Nasıl düşüneceğimiz
bize öğretilmediği için el yordamıyla ve kesin inançlarımızla kendi düşünme
şeklimizi belirliyoruz.
Aslında
düşünmüyoruz da… Düşündüğümüzü sanıyoruz. Yani nasıl?
Şöyle… Kesin inançlarımız
ve kabile güdülerimizle şartlanmış kafalarımızla, ezberlediğimiz sözleri ve
bize belletilen sloganları, kaba kıyaslamalarla destekliyoruz.
Bu mukayeseleri
nasıl yapıyoruz? Bu mukayeseleri, “Tencere didin kara, seninki benden kara”
çarpık mantığıyla yapıyoruz.
İyi de bunun ne
önemi var ki?
Şu önemi var: “Kötü
örnek, örnek sayılamaz.”( Sui misal emsal teşkil etmez) ilkesi gereği, kötü davranışlar,
suçlar birbirlerine örnek/emsal teşkil etmez. Eğer böyle bir şey kabul edilirse
kötülüğün, suçun önü alınamaz.
Oysa günümüzde,
Türkiye’de siyaset tam da bu ilkenin tam zıttına sığınılarak yürütülüyor.
Haydaaa! Bir anda felsefeden siyasete nasıl atladık, değil mi?
Düşünmeyi öğrenmek
için felsefeyle uğraşmak lâzım. Felsefeyi lüzumsuz bir iş gibi gördüğümüzde,
düşüncelerimizin akşının ahlâkla, faydayla ilişkisi kaybolur. Yani düşüncenin
kendisi kaybolur. Çok mu muğlak oldu?
O halde şöyle
söyleyelim: İnsan düşünmeden yaşayamaz. Neden? Çünkü insanın vücudu,
içgüdülerle yaşayan canlıların vücutları gibi doğaya dayanamaz. İnsanın var
olabilmesi için bütün ihtiyaçlarını
kendi başına, kendi aklıyla gidermesi gerekir. Bunu yaparken insan “inşa eder”.
İnşa etmek,
tutarlılığı gerektirir. Tutarlı olmayan
düşüncelerle hayatı devam ettirecek yapılar kurulamaz.
İşte “Tencere dibin
kara seninki benden kara…” sözde mantığı, karşıtımızın kötülüğünü açıklamak
dışında hiçbir işe yaramaz. Bu mantık karşımızdakinin ahlâkî tutarsızlığını
belki gösterir ama kendi ahlâkî tutarlılığımızın geçerliliğini kanıtlayamaz.
İyi de “ahlâkî
tutarlılığın” konumuzla ne ilgisi var?
Çünkü ahlâk “ zarar
vermemek iradesi” dir. İnsanlar ahlâkın bu tanımını belki tam bir açıklıkla
ifade edemez ama zararsızlık iradesi yönündeki yaygın uzlaşma yoluyla bir arada
kalabilirler. Oysa“tencere dibin kara”
diyen insan için bunun tam tersisöz
konusudur.
Ahlâk, insanî inşaların, insanî ilişkilerle
sürdürülebilmesinin tek yoludur. Oysa kötü örnek kabulü ile insanların bir araya gelerek insanî
yapıları/kurumları kurabilmeleri mümkün değildir.
Çünkü tencere dibi
mantığı ile herkes insanî inşaları meydana getirecek insanların, birbirlerine
zarar vermeyeceğine dair üstünde
uzlaşılan zararsızlık ilkesi geçersizleştirilir. Bir kez insanların
birbirlerine zarar verebilmelerisöz konusu
olursa karşımızdakiyle herhangi bir işbirliğine girebilmemiz için hiçbir sebebimiz
ve imkânımız kalır.
Peki ama gene de
bir arada kalabiliyorsak bu nasıl mümkün olabiliyor?
İnsanların “medeniyet”
yaratabildikleri beraberlikleri ahlâkî tutarlılıkla bir arada tutulan
beraberliklerdir. Medeniyetten uzaklaşıldığında ilkelerden uzaklaşılıyor
demektir. Peki ama ilkelerin yerini alabilecek bir şey var mıdır?
İlkelerin yerini
başka hiçbir şey alamaz amaonları dışladığımızda
yerlerini derhal “kabile mensubiyeti” alır. Böylece aynı ilkelerle bir araya
gelmiş farklı insanların beraberliğinin yerini, tenlerinin dokusunu, kokusunu,
rengini, dillerinin farklılığını, fark
edilebilir kabile mensubiyetlerini koruyan kalabalıkların zoraki beraberliği
alır.
İşte Türkiye’de
düşünmeyerek beyinlerinin mantarlaşmasından rahatsız olmayan kitlelerin zoraki
beraberliğinin ana hatları budur.