İnsana dair hiçbir şey
insanüstü bir otoriteden gelmemiştir.
Bu insan icadı olan
hiçbir şeyin anlamsız olduğunu göstermez.
Çünkü insan, kendi
dünyasını yaratmak, inşaa etmek zorundadır. Hiç bir şey, insana önceden verili sunulmamıştır.
Bu yüzden insan
toplumlaşmasına dair hiçbir şey, insan icadı olmasının ötesinde bir anlam
taşımaz.
Yani inan kendisine
kendisinden üstün bir otoritenin v erdiği bir düzen ya da toplum telakkisiyle
var olmamıştır. İnsan kendisinin farkında olmak zorundadır.
Bunun nasıl olduğunu
bilmiyoruz. İnsana varoluşunun farkında olmasını sağlayan varlığın Tanrı mı yoksa “evrim” mi
olduğunu bilmek imkânsızdır.
Ama insan bir kez
var olduğunu anladığında… Daha doğrusu “varoluş” ortaya çıktığında ki insan
dışındaki hiçbir biyolojik tür böyle bir bilince sahip değildir, hiç bir tür yok olup
gitmek korkusunu taşımamaktadır.
Değer üretmek yalnızca
insana özgü bir yetenektir. “Değer nedir?” diye soracak olursak bu, “Elde edilmek
istenen ve elde edildiğinde de korunmak istenen varlık” anlamına gelmektedir ki hiç bir hayvan türünün böyle bir ayırt
etme yeteneğinden bahsedilemez.
Bu yetenek, insan denen
hayvan türüne Tanrı tarafından mı bahşedilmiştir yoksa evrimin rastlantısallığının
bir sonucu mudur bilinmez ama madem bir kez ortaya çıkmıştır, bu bilinç
türümüzü diğer türlerden (aslında cinslerden) ayırt eden tek özelliktir.
Karşı cinsiyetle
her halükârda ilişkiye girmek isteyen bir hayvan türünün kaçınılmaz
dürtüleriyle bir toplumsal düzen kurmak isteyen insanların, aynı zamanda bu
hayvanca dürtülerine söz gelimi karbon atomunu yaratan bir yaratıcıyı şahit ve
dahası “sahip” göstermesi bu yüzdendir ki insanı diğer hayvanlardan ayıran varoluş
bilincinin açık sömürüsüdür.
Yani? İnsan
toplumlaşması “doğal” değildir, doğaya aykırıdır. Neden böyledir? Çünkü insan
toplumlaşması, toplu bir anlamlandırma işlevinin soncudur.
Ve fakat…
İşte tam da bu
sebepten toplumlaşmaya girişen insanların ortak bilinç geliştirebilme
yetenekleriyle sınırlıdır.
Dolayısıyla… Zürafa
doğanın bir “emri” iken Türk, Arap ya da Kürt kimlikleri, doğanın bir emri
değildir. Bu kimlikler, bu kimlikleri zaman içinde oluşturan toplumların
eseridir.
Öte yandan bu kimlikler
birbirleriyle eşit değildir, çünkü bu kimliklerin oluşma biçimleri, içerdikleri
toplumsal birikim ve kültürel gelişmişlik eşit değildir.
O halde şunu
anlamalıyız ki her toplumsal oluşum, hukuk geliştirici ve devlet yapabilen ulus
seviyesine ulaşamadığı gibi aynı derecede bir “etikete” de sahip olamaz.
O halde hepimiz “hayali”
kimliklere” sahibiz. Hepimiz bu hayali kimliklere sahipken hepimiz bu
kimlikleri oluşturan anlam geliştirme yeteneğimizi ortak anılar biriktirerek
gelecek nesillere aktarıyor ve buna “tarih” diyoruz.
Burada da ortaya
bir sorun çıkıyor ki o da kimi toplumların( ulusların) ortak anıların kendilerinin
yazması, ulus olamayan, egemen olamayan, uydu olan, kurban duygusunu içinden
atamayan, bağımlı bir takım toplulukların
“tarihin” içinde, tarihi yazanların kendilerinden söz ettiği kadar var
olabilmeleri. ( Bu ayrı bir konudur…)
O halde… İnsanın “hayali”
sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği
anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur.
2 yorum:
"O halde… İnsanın “hayali” sanılan bütün kimlik oluşumları aslında onun dünyaya kendince verebildiği anlamlarla ilgilidir ki her toplumun bunu yapabilecek kaabiliyeti yoktur." NOKTA.
Teşekkür ederim hocam. Her zaman beklerim.
Yorum Gönder