Atsız’ın tavizsiz idealizminden ve romantizminden beslenen kuşakların,
başlığa itiraz etmesi kuvvetle muhtemeldir. Ve daha kötüsü, Atsız’ın tavrını “romantik” diye küçülttüğümün düşünülmesi daha da muhtemeldir.
Fakat Atsız’ın
romantizminden bahsetmek, onun ilmî ve pratik derinliğini küçümsemek değildir.
Atsız’ın “romantizmi”,
Türklük duygusunun gerek ahlâkî gerekse ülkücü yönlerinin en saf, en katıksız,
en kristalize ve tavizsiz halinin ifade edilmesidir.
Atsız’ın
romantizmi, Türklük duygusuna, lâyık olduğu mevkii vermek gayretidir.
Atsız’ın
romantizmi, kalplerin Türklük gururu ve sevinciyle atması demektir.
O halde felsefî bir
Türkçülükten ya da Türkçü bir felsefeden bahsettiğimizde, biz bu yüksek duygu
dünyasını red ya da ,inkâr etmeyiz, edemeyiz.
O halde felsefî bir
Türkçülükten neyi murat ederiz?
Bu, Türkçülüğü
felsefenin boyunduruğuna sokmak mıdır? Elbette hayır!
Felsefî Türkçülük, Türklük
bilincinin, sürekli bir uyanıklık ve farkındalık içinde kalmasını sağlamak,
bunu sağlamak için de onun içerdiği ve onu çevreleyen kavramlar/olgular dünyasını Türk aklıyla yorumlamak demektir.
Peki ama o halde
Türkçü felsefe ne demektir? Felsefenin Türkçüsü olabilir mi? Felsefe “kimlikler
üstü” bir kavrayış, insanlığı ortak bir malı değil midir?
Maalesef bu çocukça
bir yorumdur ve dünyanın gerçekliğiyle bağdaşmaz.
Mantık için bir
evrensellikten bahsedilebilir ama felsefe daima kültürün gölgesinde kalmaya
mahkûmdur.
Felsefe gerçeğin
aranması için uğraşmak demekse “gerçek” konusunda her ulusun kendi kültürünün
ağırlık merkezinin kavramlar uzayını kendine göre biçimlendirdiğini bilmemiz
gerekir. Kütle çekiminin ışığı bükmesi
gibi kültürler de kendi büyüklüklerine göre kendi gerçeklerini oluşturur,
gerçeği kendilerine göre bükerler.
Söz gelimi Plevne
bizim için şanlı bir müdafaa harbiyken
Ruslar için bir zaferdir.
İstanbul bizim için
fethedilmiş bir şehirken Rumlar için işgal edilmiş bir şehirdir.
O halde şu açıkça
anlaşılmalıdır ki toplumların kavrayışlarında objektif bilimsellikten eser
bulunmaz.
Söz gelimi Alma
idealizminin babası Hegel için “evren” Alman aristokrasisinin ve bürokrasisinin
kadir-i mutlak gücüyle şekillenmiş bir saray mutfağı gibidir.
O halde Türkçü
felsefe Türkçülüğün akıl yürütme biçimini ve gerçekleri oluşturma yetisini
geliştirmek demektir.
Peki bunlar neden
önemlidir?
Aslında Orhun
yazıtları bunların doğrudan cevabıdır. Onlar, Türk olarak neyi, kimi, nasıl kavramamız gerektiğini bildiren Türkçülüğün
ilk felsefe metinleridir.
Bütün bunlar neden
gereklidir?
Hayatı kendi
gözleriyle göremeyen, kendi aklıyla yorumlayamayan, kendi gerçeklerini
oluşturamayan toplumlar geri toplumlardır ve böyle toplumlar da av olmaya
mahkûmdur.
Çünkü uluslararası
ilişkilerde her koyun kendi bacağından asılır. Uluslararası ilişkilerde adalet,
merhamet, empati ve tevazu yoktur. Her ulus kendi dünyasını ancak ve yalnız
kendisi oluşturmalıdır.
Bu açıdan aslında
Kutadgu Bilig ve Divan-ül Lügat-it Türk, modern Türk kavrayışının temel
eserleridir dense herhalde çok da yanılmış sayılmayız.
Felsefe asla
korkakların sığınağı olmadığı gibi Türkçülük de Kürtçülüğün/etnikçiliğin/ırkçılığın
ayna görüntüsü bir kabilecilik fanatizmi
değildir.
İşte bu yüzden özgüvene
ve özsaygıya sahip bir toplum olmanın gereğini ancak kendimize özgü bir felsefe kavrayışı yaratarak
yerine getirebiliriz.
Ancak o zaman “Ne
mutlu Türküm diyene!” sözünün anlamını kavrayabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder