“Loudun Şeytanları’nı” okuyorum. Aldous Huxley’nin belgesel bir romanı… Pek kolay okunmuyor, ne yalan söyleyeyim. Hristiyan ilâhiyatı alabildiğine kurmaca.
Kitabı okurken yazarın kesin inançlara ve kimlik
felsefelerine yaptığı atıflar ilgimi çekti. Yazar, bütün problemlerini
halletmiş ya da en azında halledebilecek
medeniyete sahip bir toplumun üyesi. Dolayısıyla meselâ bizdeki gibi bir etnik
terör, etnik bölücülük, demokrasi istismarı, egemenliğin suiistimali gibi
konularla boğuşmak zorunda değil.
Şimdi düşünüyorum da neden mesele hep bunlara geliyor?
Çünkü muktedirlerin de onların karşıtlarının da bütün
meşgalesi Türklüğün silinmesi. Nasıl olur da bir memlekette siyasetin bütün
derdi, memleketi kuran milleti yok etmek olabilir?
Şeytan, Tanrı, şeriat, ruhbanlık vs. hep kendi meşruiyetini
kendi zorbalığıyla kurmak isteyen bir kurumun parçaları gibi görünüyor.
Belki de Tanrı’yı bunlardan ayırmak lâzım. Çünkü o “kavranamaz”
bir varlık. Belki de insanoğlu kavrayamadığı şeyler olduğunun farkına vardı ve
hepsini özetleyen en büyük varlığın Tanrı olduğunu düşündü. Kim bilir?
Şurası kesin gibi ki 17. y.y’da Fransa’da yaşanan
otoriter ikiyüzlülük, bugün İslâm ülkelerinin hepsinde, rejimleri ne olursa
olsun istisnasız yaşanıyor.
Bugün bir makale bitirdim. Yani sanırım bitirdim. Çok
yorucuydu…
Bundan hemen sonra bir de hikâye yazmalıyım ama yazdıklarımı
kim okuyacak hiç bilmiyorum. Çünkü bütün
yazdıklarım içleri çok beğenilerek yendikten sonra kubura atılan gofret
ambalajları gibi…
Ne var? Milyonluk arabalara binip milyonlarca liralık
atlın ziynetler takıp kendilerine her gün acıyan insanların egemenliğinde
yaşarken benim de azıcık kendime acımaya hakım olmasın mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder