27 Haziran 2023 Salı

Milliyetçi Edebiyatın Neresindeyiz?

 



Milliyetçi bir edebiyat mümkün müdür?

Milliyetçi bir edebiyat gerekli midir?

Sürdürülebilir bir milliyetçi edebiyat mümkün müdür?

 

Yazıya sorularla başladık ama bunu düzgünce akıl yürütebilmek için yaptık. Sorulardan bir yol açıp arada başka duraklara uğrayabilmek için yaptık…

 

Herşeyden önce milliyetçi bir edebiyattan ne anlayabiliriz? Milliyetçi bir edebiyat aslında ülkesinin şartlarına göre bir uyanıklık, bir farkındalık, bir farklılık edebiyatıdır.

 

“Ülkenin şartları” ülkeyi kuran milletin dünyadaki konumu, önemi ve etkisiyle ilgili. Öte yandan bu şartların asıl belirleyicisi, ülkeyi kuran milletin  sahip olduğu öz saygı ve özgüven.

 

Dolayısıyla aslında her milletin edebiyatı, kendi şartları içinde milliyetçi. Çünkü, her milletin edebiyatı, “dilin sahiplenilmesi ve onurlandırılması” demek.

 

Bizimki gibi daha özel bir örnekte ise milliyetçi edebiyat, millet düşmanlarına karşı, milleti uyanık tutmak için yürütülen bir estetik faaliyet demek.

 

Demek ki milliyetçi bir edebiyat mümkün ve aslında basbayağı da var.

 

Türkiye özelinde milliyetçi edebiyat gerekli mi? Kesinlikle gerekli, çünkü estetiğin her alanı, Türk kimliğini silmek için adeta “silahlanmış/donanmış” kitlelerin elinde. Etik ve estetik felsefe, “ insanlığa karşı Türk” sözde tezadını kafalara yerleştirmek için alabildiğine istismar ediliyor.

 

Bu durumda da Türk’e ait söyleyişler, Türk bilincini uyanık tutmak için elzem haline geliyor.

 

Peki ama Türk milliyetçilerinin edebiyata bakışları ne? Bu soruya sağlıklı ve net bir cevap verebilmek zor.

 

Öncelikle Türk milliyetçiliğinin 1969’dan bu yana saplandığı dinci- muhafazakâr popülizmden kurtulabilmesi zor görünüyor.  Daha da doğrusu, milliyetçiliğin bu popülizme esir edilmesi, estetik üretimin siyasi milliyetçiliğin taşralı muhafazakâr kafasının izni ve icazetiyle düşünmek mecburiyetini doğuruyor.

Hal böyle olunca da “milliyetçi bir yazar”, ancak MHP’nin işine yaradığı, izin verdiği kadar “değerli” olan bir kalem erbabı haline geliyor. Bütün “bilgeliği”, Anadolu’daki tarikat oy paketlerinden, uzlaşabildiği kadarıyla oy devşirmek olan bir siyasi pratiğe esir olarak Türkiye’nin insanlarına ve sorunlarına şefkatle, duygudaşlıkla ve ilgiyle yaklaşabilmek de mümkün değil.

 

Söz gelimi, yerel sapkınlıklarla cinsiyet değişimine zorlanmış sayısız insanın yaşadığı cinsel istismara “Müslüman olduğu” için göz yuman bir milliyetçinin gerçekten edebiyat yapması zor. Ya da çocuklarını besleyemediği için yan odada kendisini asan Türk kadınını “intihar haramdır” mantığıyla görmezden gelen veya intiharı doğuran fakirlikle yüzleşmeyi “komünistlik” sayan bir milliyetçinin edebiyat yapması ancak saçmalık sayılabilir.

 

Keza ülkemizin son on beş yılın damgasını vurmuş  kumpas davaları hakkında en ufak bir fikri olmaksızın,  askerlerimize “cezalarına müstahak dinsizler” olarak bakıp da yüksek bir stratejik zekâyla din kardeşi muktedirlere sessiz kalan bir insanın “milliyetçi bir edebiyat” yapması mümkün müdür?

 

Oysa bütün bunlar olup biterken milliyetçi camia sessizdir. Milliyetçi camianın tek arzusu, büyüklerinin rahle-i tedirisinden geçtiği bilinen, teba bilincine sahip, “emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerle müeddep”, kadın ( ya da ekek) sevmez/aseksüel,  siyasal milliyetçiliğin açık faydasına doğrudan yönelmiş, mümkünse taşralılıktan kopmamış, etliye sütlüye bulaşmayan, camianın malı olmaktan başka bir arzusu olmayan kalem esnafı yetiştirmektir.

 

İşin kötü tarafı şudur ki milliyetçi camia “kalem esnafı” yetiştirecek profesyonelliğe sahip değil. Çünkü milliyetçi camia kaleme para verecek kadar cömert ya da bilge değil. Milliyetçi camianın tek motivasyonu/müşevviği uygun gördüğü birilerini “sen ben bizim oğlan” amatör şöhret dairesine ya da basın köşelerine taşıması.

 

Türkiye’de milliyetçi camia son otuz yıldır tek bir yeni yazar yetiştirememiştir.  Sayısı beşi geçmeyen yarışmalarla ya da ödüllerle sanırım bu hedefleniyor ama burada da iki sorun ortaya çıkıyor:

 

Bu yarışmalarda “profesyonel yazarlar mı” yetişiyor?  Yani ekmeğini kalemiyle kazanan estetik erbabı mı yetiştiriyoruz? Yoksa gelgeç heveslerle yazıp ikici bir kitabı asla gelmeyecek amatörlerin sırtını mı sıvazlıyoruz?

 

Şüphesiz ikincisi de bir tür hizmet. Ama asıl noktayı gözden kaçırıyoruz: Kurumlaşmak…

 

Milliyetçi camia bir yayınevi kuracak kafa yapısına maalesef sahip değil. Çünkü milliyetçi camia bir kalem erbabı ordusu kurmak ihtiyacını hissetmiyor ve bunun gereğine de zaten inanmıyor. Çünkü zaten sahipleri milliyetçi olan bir iki gazetenin MHP ya da İYİP gibi partilere desteği ve bunlarla yürüttüğü polemik savaşları milliyetçilerin maddi ve fikri ilgilerini yeterince tatmin ediyor.

 

Çok değerli hocamız İskender Öksüz, bir yazısında yarışmaların kazandırdığı kalemlerden bahsetmiş. Bir kısmını okuduğum o yazarları anması beni cidden duygulandırdı. Sorun şu ki bahsettiği yazarlar artık bir şekilde üretmiyor. Daha kötü olan sorun şu ki onları yazarlığa iten yayınevi kurumlaşması artık yok.

 

Peki ne yapılabilir?

 

Türk milliyetçilerinin, her sözcüklerinde yaşadıkları dinden imandan çıkıp çıkmak korkusunu yenmek artık mümkün değil. Yapılacak şey milliyetçi kaygılara sahip yazarları profesyonel olarak destekleyecek yayınevleri kurmakla başlayabilir. Bu yayınevleri birer edebiyat okulu gibi çalışabilir ve bir tür milliyetçi edebiyat fabrikası gibi işleyebilirler.

 

Elbette bir işin neden ve nasıl yapılamayacağını herkesten iyi bilen milliyetçi camiaya akıl öğretmek haddimiz değildir.

 

Öte yandan zaten milliyetçi camianın sizin ürettiklerinize de yolladığınız örneklere de ihtiyacı falan yok.

 

Güven Park’ı bombalayan alçak için hikâye yazanların Türk edebiyatını işgal edebildiği bir dönemde, milliyetçi camianın eline tutuşturduğunuz herhangi bir dosyanın, ortaokul öğrencisi kompozisyonu kadar bile değerli sayılmaması elbette milliyetçi camianın “yüksek seçici zevkinin ve basiretinin, hikmetinden sual edilemeyecek tebarüzüdür”.

 

Bir yayınevi, edebiyatın ayar merkezidir. Edebiyata ya kendi ayar damganızı basarsınız ya da elinize geçecek üç beş milliyetçi, muhafazakâr metin için bir sonraki yarışmayı beklersiniz.

 

Bir yayınevi, bir söz fabrikasıdır. Ya kendi sözlerinizi dinler, okur ve yayarsınız ya da başkalarından yazı dilenirsiniz.

 

Bakıp da görmeyen, işitip duymazdan gelen, olmaması için uğraşan milliyetçi camia bana öyle geliyor ki milliyetçi bir edebiyatın önündeki en büyük engel olarak dikiliyor. “Tanrı” deyince dinden çıkacağını sanan, Arapça, Farsça terkip ve telâffuz kullanmayı edebiyat sanan camiamıza rağmen…

 

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

 

 

 

 

 

 

26 Haziran 2023 Pazartesi

Milliyetçilik Nemiz Olur?

 



Bir milliyetçi nelerle ilgilenir?

 

Meselâ iki aşık arasındaki cinsel çekim hakkında yazabilir mi?

 

Ya da meselâ bir transseksüelin dramından bahsedebilir mi?

 

Borçlu bir esnafın bunalımından, intihara meyilli bir gencin depresyonundan bahsedebilir mi?

 

Elbette hayır. Çünkü milliyetçi olmak demek yalnızca siyasi bir tarafgirlik,  bir partinin menfaatinin kollanması veya ideolojik bir tellâllık anlamına gelir.

 

Türkiye’de milliyetçilik dinciliğin yöntemini ve anlayışını kullanır. Türkiye’de milliyetçilik ancak dinin cevaz verdiği kadarından bahsedebilen bir taşra muhafazakârı “selefi  yaklaşımlı” bir siyasi kamptır.

 

Böyle bir kampın, öpüşen gençleri gösteren tek bir kare film çekmesi, bir intiharı kaleme alması düşünülemez.

 

Çünkü Türkiye’de milliyetçilik kendisini taşra muhafazakârlığından ve dini taassuptan kurtaramamıştır.

 

O yüzdendir ki tek bir yeni yazar yetiştirememiştir. O yüzdendir ki bir film çekmesi bir yüz yıl daha mümkün olmayacaktır. O yüzdendir ki tek bir aşk şarkısı, besteleyememiş tek bir türkü bile yakamamıştır.

 

Türkiye’de milliyetçilik aşk türkülerini görmezden gelip kültürden bahseden, nü sanatı ağzına bile almadan sanatta gelişmeyi hayal edebileceğini sanan dar kafalı bir siyasi kampın yankı odasından ibarettir.

 

Türkiye’de milliyetçiler estetikten habersiz, kafalarındaki dinin onlara izin verdiği kadar güzellikle ilgilenen Türklükle ancak dinleri kadar ilgilenebilen Araplaşmaya eğilimli dindar bir kitledir.

 

Böyle bir kitleye yeni şeylerden bahsetmeniz, üretmeniz, düşünmeniz, yaratmanız vs anlamsızdır. Türkiye’de milliyetçiler seleflerinin şöhretiyle ve üretimiyle sınırlı kalmış , akıldan çok nakle önem veren, huzuru nakilde, yankılamakta ve tekrarlamakta bulan , özgün bir Türk medeniyeti fikrine  kökten yabancı, yaratıcılıktan ölesiye korkan  bir kitledir.

O yüzden meselâ size akıl almaz isabetli siyasi analizler yapan herhangi bir milliyetçiye izlenimcilik hakkındaki fikrini sorduğunuzda sizinle sohbeti o anda kesecektir. Ya da sevdiği herhangi bir yazarın, yönetmenin olup olmadığını sorduğunuzda size herhangi bir milliyetçi teşkilattaki bin yıllık okuma listesi ezberi dışında bir şeyden bahsedemeyecektir.

 

Herhangi bir milliyetçiye mesela bir distopya yazdığınızı söyleseniz size muhtemelen delirmişsiniz gibi bakacaktır.

 

Herhangi bir milliyetçiye mesela bir türkü yaktığınız söyleseniz muhtemelen Arvasi efendi hazretlerinin Türklükle ilgili herhangi bir fetvasına göre bunun caiz olup olmadığına dair muhteşem bir akıl yürütmeyle sizi değerlendirecektir.

 

Türkiye’de milliyetçilik artık ne yazık ki  siyasi bir kampın, kendi ideolojik  savunmasından,  taraftarlık sancağından ve kaba nostaljisinden  başka bir şey değildir. Türkiye’de milliyetçilerin içine sıkışıp kaldıkları Arap hayranlığıyla, Arap mitolojisiyle, selefi tavır ve yöntemle Türk’e özgü bir şey yaratmaları mümkün değil. Türk milliyetçileri bir Türk medeniyeti yaratmak ve yaşatmak konusunda son derece kısır, içe kapalı ve umursamaz.

 

Türk milliyetçileri bu denli umursamaz, tembel, ilgisiz, tutucu ve selefi olunca doğal olarak milliyetçilik de hiç kimsenin hiçbir şeyi olamıyor.

 

Oysa gönül isterdi ki Türk milliyetçileri, Türk Milleti’nin kâğıt toplayıcılarından transseksüellerine kadar her ferdinin derdiyle dertlenebilsin, milletin her ferdinin öyküsünü önemsesin.

 

Evet, Türk milliyetçileri, milliyetçilikle ilgili koca laflar edip milletlerinin en küçük ferdiyle bile ilgilenmekten ölesiye korkan “soluk tenli Araplar” olarak yazıp çiziyor.  Milliyetçiliğin aczini ve umursamazlığını görünce insanın aklına başka bir şey gelmiyor.

 

İşte bu sebepten bir ülkenin yönetiminin omurgasını oluşturmasını beklediğimiz milliyetçilik, hiç kimsenin dönüp bakmadığı bir tuhaflık olarak bir köşede kazanabildiği üç beş vekillikle kendisini avutuyor.

 

“Kimsesizlerin kimsesi” olması gereken cumhuriyetin kurucu düşüncesi, bugün bir kenarda hiç kimsenin hiç kimsesi olarak  kederlenip duruyor.  “Tanrı” dediğinde dinden çıkacağında  korkan milliyetçilere rağmen ben söyleyeceğim:

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

 

 

 

 

 

 

 

9 Haziran 2023 Cuma

Sevgili Aldous İzninle Kendime Biraz Acıyabilir Miyim?

 

 


“Loudun Şeytanları’nı” okuyorum. Aldous Huxley’nin belgesel bir romanı… Pek kolay okunmuyor, ne yalan söyleyeyim. Hristiyan ilâhiyatı alabildiğine kurmaca.

 

Kitabı okurken  yazarın kesin inançlara ve kimlik felsefelerine yaptığı atıflar ilgimi çekti. Yazar, bütün problemlerini halletmiş ya da en  azında halledebilecek medeniyete sahip bir toplumun üyesi. Dolayısıyla meselâ bizdeki gibi bir etnik terör, etnik bölücülük, demokrasi istismarı, egemenliğin suiistimali gibi konularla boğuşmak zorunda değil.

 

Şimdi düşünüyorum da neden mesele hep bunlara geliyor?

 

Çünkü muktedirlerin de onların karşıtlarının da bütün meşgalesi Türklüğün silinmesi. Nasıl olur da bir memlekette siyasetin bütün derdi, memleketi kuran milleti yok etmek olabilir?

 

Şeytan, Tanrı, şeriat, ruhbanlık vs. hep kendi meşruiyetini kendi zorbalığıyla kurmak isteyen bir kurumun parçaları gibi görünüyor.

 

Belki de Tanrı’yı bunlardan ayırmak lâzım. Çünkü o “kavranamaz” bir varlık. Belki de insanoğlu kavrayamadığı şeyler olduğunun farkına vardı ve hepsini özetleyen en büyük varlığın  Tanrı olduğunu düşündü. Kim bilir?

 

Şurası kesin gibi ki 17. y.y’da Fransa’da yaşanan otoriter ikiyüzlülük, bugün İslâm ülkelerinin hepsinde, rejimleri ne olursa olsun istisnasız yaşanıyor.

 

Bugün bir makale bitirdim. Yani sanırım bitirdim. Çok yorucuydu…

 

Bundan hemen sonra bir de hikâye yazmalıyım ama yazdıklarımı kim okuyacak hiç bilmiyorum.  Çünkü bütün yazdıklarım içleri çok beğenilerek yendikten sonra kubura atılan gofret ambalajları gibi…

 

Ne var? Milyonluk arabalara binip milyonlarca liralık atlın ziynetler takıp kendilerine her gün acıyan insanların egemenliğinde yaşarken benim de azıcık kendime acımaya hakım olmasın mı?