25 Şubat 2023 Cumartesi

Ulus Bilinci ve Ulus Psikolojisi

 


Uluslar dünyada bağımsız yaşasalar da ayrı ayrı yaşamıyorlar. Dolayısıyla dünyayı algılayışları da birbirlerinden etkileniyor.

 

Uluslar, dünyada, kendi bağımsızlık bilinçlerine erişmiş, “toplum” olmanın gereklerine kavuşmuş, kendi içlerinde kurallı bireysel ilişkileri ve iş bölümünü geliştirebilecek olgunluğa ulaşmış, insan beraberlikleri. Bütün bunlar da ancak “devletleşme” ile ortaya çıkıyor.

 

Sorun şu ki devletleşme bir sonuç.

 

Yani yukarıda saydığımız unsurları içeren bir olgunlaşma sürecini tamamlayamamış insanların beraberlikleri, devletleşebilseler bile ulus olamıyorlar.

 

İyi ama neden?

 

Eğer vergi alacak bir zor kullanıcı örgütlenme kurabiliyorsak, ellerine silah verdiğimiz insanlarla sokaklarda kendi sözümüzü geçirebiliyorsak yeterince devletleşmiş sayılmaz mıyız? Böyle bir örgütlenmeye devlet diyebiliriz ama bu örgütlenme bizi bütün zor kullanma gücüne ve törenlerine rağmen ulus yapabilir mi?

 

Maalesef hayır.

 

Çünkü ulus olmak, ırk aynılığının üstünde soyut bir beraberlik arzusu ve bilincini gerektirir. Yani? Öncelikle diğer uluslardan ayrı olduğunu bilen bireylerin var olması gerekir. Bu  farklılığı yalnızca ırk kökeninden dolayı değil de toplumunu oluşturan değerler, beraber geçilmiş zaman, davranış benzerlikleri (kültür) ile yaşayan bireylerin var olması gerekir. Yani? Birbirini sadece izlenebilir akrabalık bağlarıyla tanımayan, yemek yerken, konuşurken, tanışırken kendisi gibi davrandığını gördüğü insanları, akrabalık ilişkisi olmasa bile kendinden bilen bireylerin var olması gerekir.

 

Bu, ulus kimliğinin edilgen yönüdür. “Her topluluk bu özellikleri taşımaz mı?” diye sorulabilir. Şüphesiz eğer bir yerde bir beraberlik varsa zaten benzerlikleri tanımak asgari şarttır.

 

Ulus beraberliğinde ise “benzerlik” şartları çok daha ayrıntılı, çok daha fazla sayıda ve çok daha karmaşıktır.  Uluslaşmamış toplumların bireyleri, birbirlerini benzer konuşmalardan dolayı tanıyabilir ama hemen sonra birbirlerine hangi kabileden olduklarını soracaklardır. Çünkü uluslaşamamış toplumlar ancak “topluluk” seviyesinde bir kimlik, bir benlik bilinci geliştirebilir. Onlar için hâlâ önemli olan, sadece aşiretleri, kabileleri, izlenebilir soy bağlarıdır.

Ulusun bireyleri,  benzerliği kendi haline bırakmaz. Benzerliği büyütmeyi ve sürdürmeyi arzu eder.  Dolayısıyla uluslaşamamış toplumlarla/topluluklarla ulus arasındaki fark burada ortaya çıkar.

 

Kapalı toplumlar/topluluklar fiziksel benzerlikleri, soy benzerliğini yeterli görürken ulusların bireyleri benzerliklerini artırmayı, genişlemeyi, ayrı bir şekilde yaşama arzusunu, devam ettirmek ister. Uluslar bu arzularını gelecek nesillere aktarmak ister.

 

Herhangi bir kabilede “tarih” ancak efsanelerden ibaretken bir ulusta tarih, “beraber olmak arzusunun” her şekilde sürdürülmesi arzusunun bir kaydı olarak yazılır ve nesilden nesle aktarılır. Bu da ulus bilincinin iradî, etkin yönüdür.

 

Ulus böylece iradi bir varlık olarak ortaya çıkar. Ulus, ayrı, bağımsız, büyük, etkileyici bir beraberlik kurmak isteyen bireylerin bir beraberliğidir. Bu beraberlik zamanla nüfusça kalabalıklaşır, kültürel olarak genişler, karmaşıklaşır, gelişir. Ulus örgütlenmesi zamanla ayrıntılı kurumlar yaratır.

 

Oysa herhangi bir kabilenin “devleti”, en fazla silahlı bir vergi toplama örgütü halinde kalır.

 

Böylece ulus bireyleri arasında kendiliğinden bir “üstünlük” duygusu meydana gelir. Bu üstünlük duygusunun gerekçeleri tarihle ortaya konur.  Bu açıdan tarih ulusların objektif  ve tarafsız Tanrısal kronolojik olay kaydı değildir. Tarihler ulusların kendileri tarafından oluşturulur ve yazılır. Bundan dolayıdır ki bir savaşın tarafları sonuç ne olursa olsun bu savaşı kendi  bilinçlerine göre “yorumlar”.

 

Bunların bizi getirdiği noktada şu gerçeği görmeliyiz:

 

Türklerin tarihleriyle övünmeleri onlara has bir “yanılgı” değildir ve dahası bu bir “yanılgı” ya da anomali  değildir. Ulusların, tarihleriyle övünmeleri, onları var eden farklılık bilincinin ve “üstünlük psikolojisinin”  bir sonucudur ki bu da insan doğasının gereğidir.

 

Dünyada “üstünlük bilinci” taşımayan tek bir ulus bile yoktur. Bu psikolojiyi kabileler bile taşır ve kendilerince gerekçelendirmeye uğraşır. Sorun şudur ki pek az insan beraberliği büyük  sonuçlar yaratabilecek işler yapmıştır.

 

Hiçbir ulus kendi kendisine “tarafsız”, “objektif” ya da başkalarının gözüyle empatiyle bakmaz. Bu, ulus bilincinin doğasına aykırıdır. Hiçbir ulus kendi varlığını ve eylemlerini empatik bir yargılamayla gerçekleştirmez. Çünkü ulus oluşumu, zaten büyük bir nüfusa sahip bir insan beraberliğinin  “farklılık bilinci” ile yaratılmış bir sonuçtur. Bu sonuç, en büyük ve en ayrıntılı kurumlaşma olan devleti yaratır.

 

Fakat yine belirtmeliyiz ki adına “devlet” denen her örgütlenme,  devletin gereklerini taşıyamayabilir ve gerçek bir devlet olmayabilir.

 

Dolayısıyla meselâ “Bir Türk dünyaya bedeldir!” sözü, boş bir övünç değildir.   Bu söz gerekçesini tarihten alan, beraberlik arzusunu en eski zamanlardan beridir sürdüren bir ulusun, kesintisiz gelen iradesinin ve üstünlük duygusunun bir tezahürüdür.

 

Türk olmak, Türklükle övünmek ahlâka ve insanlığa aykırı bir şey değildir; diğer ulusların sahip oldukları farklılık bilincinin ve üstünlük duygusunun bir başka örneğidir.

 

Türklükle övünmek bu yüzden boş bir inanç veya kibir değildir. Türklükle övünmek, Türklüğü yaratabilmenin getirdiği bir haktır.

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: