Uluslar dünyada bağımsız
yaşasalar da ayrı ayrı yaşamıyorlar. Dolayısıyla dünyayı algılayışları da
birbirlerinden etkileniyor.
Uluslar, dünyada, kendi
bağımsızlık bilinçlerine erişmiş, “toplum” olmanın gereklerine kavuşmuş, kendi
içlerinde kurallı bireysel ilişkileri ve iş bölümünü geliştirebilecek olgunluğa
ulaşmış, insan beraberlikleri. Bütün bunlar da ancak “devletleşme” ile ortaya
çıkıyor.
Sorun şu ki devletleşme bir sonuç.
Yani yukarıda saydığımız unsurları
içeren bir olgunlaşma sürecini tamamlayamamış insanların beraberlikleri,
devletleşebilseler bile ulus olamıyorlar.
İyi ama neden?
Eğer vergi alacak bir zor
kullanıcı örgütlenme kurabiliyorsak, ellerine silah verdiğimiz insanlarla
sokaklarda kendi sözümüzü geçirebiliyorsak yeterince devletleşmiş sayılmaz mıyız?
Böyle bir örgütlenmeye devlet diyebiliriz ama bu örgütlenme bizi bütün zor kullanma
gücüne ve törenlerine rağmen ulus yapabilir mi?
Maalesef hayır.
Çünkü ulus olmak, ırk aynılığının
üstünde soyut bir beraberlik arzusu ve bilincini gerektirir. Yani? Öncelikle diğer
uluslardan ayrı olduğunu bilen bireylerin var olması gerekir. Bu farklılığı yalnızca ırk kökeninden dolayı
değil de toplumunu oluşturan değerler, beraber geçilmiş zaman, davranış benzerlikleri
(kültür) ile yaşayan bireylerin var olması gerekir. Yani? Birbirini sadece
izlenebilir akrabalık bağlarıyla tanımayan, yemek yerken, konuşurken,
tanışırken kendisi gibi davrandığını gördüğü insanları, akrabalık ilişkisi
olmasa bile kendinden bilen bireylerin var olması gerekir.
Bu, ulus kimliğinin edilgen
yönüdür. “Her topluluk bu özellikleri taşımaz mı?” diye sorulabilir. Şüphesiz
eğer bir yerde bir beraberlik varsa zaten benzerlikleri tanımak asgari şarttır.
Ulus beraberliğinde ise “benzerlik”
şartları çok daha ayrıntılı, çok daha fazla sayıda ve çok daha karmaşıktır. Uluslaşmamış toplumların bireyleri,
birbirlerini benzer konuşmalardan dolayı tanıyabilir ama hemen sonra
birbirlerine hangi kabileden olduklarını soracaklardır. Çünkü uluslaşamamış
toplumlar ancak “topluluk” seviyesinde bir kimlik, bir benlik bilinci
geliştirebilir. Onlar için hâlâ önemli olan, sadece aşiretleri, kabileleri, izlenebilir
soy bağlarıdır.
Ulusun bireyleri, benzerliği kendi haline bırakmaz. Benzerliği
büyütmeyi ve sürdürmeyi arzu eder. Dolayısıyla uluslaşamamış toplumlarla/topluluklarla
ulus arasındaki fark burada ortaya çıkar.
Kapalı toplumlar/topluluklar
fiziksel benzerlikleri, soy benzerliğini yeterli görürken ulusların bireyleri
benzerliklerini artırmayı, genişlemeyi, ayrı bir şekilde yaşama arzusunu, devam
ettirmek ister. Uluslar bu arzularını gelecek nesillere aktarmak ister.
Herhangi bir kabilede “tarih”
ancak efsanelerden ibaretken bir ulusta tarih, “beraber olmak arzusunun” her
şekilde sürdürülmesi arzusunun bir kaydı olarak yazılır ve nesilden nesle
aktarılır. Bu da ulus bilincinin iradî, etkin yönüdür.
Ulus böylece iradi bir varlık
olarak ortaya çıkar. Ulus, ayrı, bağımsız, büyük, etkileyici bir beraberlik
kurmak isteyen bireylerin bir beraberliğidir. Bu beraberlik zamanla nüfusça
kalabalıklaşır, kültürel olarak genişler, karmaşıklaşır, gelişir. Ulus
örgütlenmesi zamanla ayrıntılı kurumlar yaratır.
Oysa herhangi bir kabilenin “devleti”,
en fazla silahlı bir vergi toplama örgütü halinde kalır.
Böylece ulus bireyleri arasında
kendiliğinden bir “üstünlük” duygusu meydana gelir. Bu üstünlük duygusunun
gerekçeleri tarihle ortaya konur. Bu açıdan
tarih ulusların objektif ve tarafsız
Tanrısal kronolojik olay kaydı değildir. Tarihler ulusların kendileri
tarafından oluşturulur ve yazılır. Bundan dolayıdır ki bir savaşın tarafları
sonuç ne olursa olsun bu savaşı kendi bilinçlerine göre “yorumlar”.
Bunların bizi getirdiği noktada
şu gerçeği görmeliyiz:
Türklerin tarihleriyle övünmeleri
onlara has bir “yanılgı” değildir ve dahası bu bir “yanılgı” ya da anomali değildir. Ulusların, tarihleriyle övünmeleri,
onları var eden farklılık bilincinin ve “üstünlük psikolojisinin” bir sonucudur ki bu da insan doğasının
gereğidir.
Dünyada “üstünlük bilinci”
taşımayan tek bir ulus bile yoktur. Bu psikolojiyi kabileler bile taşır ve
kendilerince gerekçelendirmeye uğraşır. Sorun şudur ki pek az insan beraberliği
büyük sonuçlar yaratabilecek işler
yapmıştır.
Hiçbir ulus kendi kendisine “tarafsız”,
“objektif” ya da başkalarının gözüyle empatiyle bakmaz. Bu, ulus bilincinin
doğasına aykırıdır. Hiçbir ulus kendi varlığını ve eylemlerini empatik bir
yargılamayla gerçekleştirmez. Çünkü ulus oluşumu, zaten büyük bir nüfusa sahip
bir insan beraberliğinin “farklılık
bilinci” ile yaratılmış bir sonuçtur. Bu sonuç, en büyük ve en ayrıntılı
kurumlaşma olan devleti yaratır.
Fakat yine belirtmeliyiz ki adına
“devlet” denen her örgütlenme, devletin
gereklerini taşıyamayabilir ve gerçek bir devlet olmayabilir.
Dolayısıyla meselâ “Bir Türk
dünyaya bedeldir!” sözü, boş bir övünç değildir. Bu söz
gerekçesini tarihten alan, beraberlik arzusunu en eski zamanlardan beridir
sürdüren bir ulusun, kesintisiz gelen iradesinin ve üstünlük duygusunun bir
tezahürüdür.
Türk olmak, Türklükle övünmek
ahlâka ve insanlığa aykırı bir şey değildir; diğer ulusların sahip oldukları
farklılık bilincinin ve üstünlük duygusunun bir başka örneğidir.
Türklükle övünmek bu yüzden boş
bir inanç veya kibir değildir. Türklükle övünmek, Türklüğü yaratabilmenin
getirdiği bir haktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder