28 Şubat 2023 Salı
27 Şubat 2023 Pazartesi
25 Şubat 2023 Cumartesi
Ulus Bilinci ve Ulus Psikolojisi
Uluslar dünyada bağımsız
yaşasalar da ayrı ayrı yaşamıyorlar. Dolayısıyla dünyayı algılayışları da
birbirlerinden etkileniyor.
Uluslar, dünyada, kendi
bağımsızlık bilinçlerine erişmiş, “toplum” olmanın gereklerine kavuşmuş, kendi
içlerinde kurallı bireysel ilişkileri ve iş bölümünü geliştirebilecek olgunluğa
ulaşmış, insan beraberlikleri. Bütün bunlar da ancak “devletleşme” ile ortaya
çıkıyor.
Sorun şu ki devletleşme bir sonuç.
Yani yukarıda saydığımız unsurları
içeren bir olgunlaşma sürecini tamamlayamamış insanların beraberlikleri,
devletleşebilseler bile ulus olamıyorlar.
İyi ama neden?
Eğer vergi alacak bir zor
kullanıcı örgütlenme kurabiliyorsak, ellerine silah verdiğimiz insanlarla
sokaklarda kendi sözümüzü geçirebiliyorsak yeterince devletleşmiş sayılmaz mıyız?
Böyle bir örgütlenmeye devlet diyebiliriz ama bu örgütlenme bizi bütün zor kullanma
gücüne ve törenlerine rağmen ulus yapabilir mi?
Maalesef hayır.
Çünkü ulus olmak, ırk aynılığının
üstünde soyut bir beraberlik arzusu ve bilincini gerektirir. Yani? Öncelikle diğer
uluslardan ayrı olduğunu bilen bireylerin var olması gerekir. Bu farklılığı yalnızca ırk kökeninden dolayı
değil de toplumunu oluşturan değerler, beraber geçilmiş zaman, davranış benzerlikleri
(kültür) ile yaşayan bireylerin var olması gerekir. Yani? Birbirini sadece
izlenebilir akrabalık bağlarıyla tanımayan, yemek yerken, konuşurken,
tanışırken kendisi gibi davrandığını gördüğü insanları, akrabalık ilişkisi
olmasa bile kendinden bilen bireylerin var olması gerekir.
Bu, ulus kimliğinin edilgen
yönüdür. “Her topluluk bu özellikleri taşımaz mı?” diye sorulabilir. Şüphesiz
eğer bir yerde bir beraberlik varsa zaten benzerlikleri tanımak asgari şarttır.
Ulus beraberliğinde ise “benzerlik”
şartları çok daha ayrıntılı, çok daha fazla sayıda ve çok daha karmaşıktır. Uluslaşmamış toplumların bireyleri,
birbirlerini benzer konuşmalardan dolayı tanıyabilir ama hemen sonra
birbirlerine hangi kabileden olduklarını soracaklardır. Çünkü uluslaşamamış
toplumlar ancak “topluluk” seviyesinde bir kimlik, bir benlik bilinci
geliştirebilir. Onlar için hâlâ önemli olan, sadece aşiretleri, kabileleri, izlenebilir
soy bağlarıdır.
Ulusun bireyleri, benzerliği kendi haline bırakmaz. Benzerliği
büyütmeyi ve sürdürmeyi arzu eder. Dolayısıyla uluslaşamamış toplumlarla/topluluklarla
ulus arasındaki fark burada ortaya çıkar.
Kapalı toplumlar/topluluklar
fiziksel benzerlikleri, soy benzerliğini yeterli görürken ulusların bireyleri
benzerliklerini artırmayı, genişlemeyi, ayrı bir şekilde yaşama arzusunu, devam
ettirmek ister. Uluslar bu arzularını gelecek nesillere aktarmak ister.
Herhangi bir kabilede “tarih”
ancak efsanelerden ibaretken bir ulusta tarih, “beraber olmak arzusunun” her
şekilde sürdürülmesi arzusunun bir kaydı olarak yazılır ve nesilden nesle
aktarılır. Bu da ulus bilincinin iradî, etkin yönüdür.
Ulus böylece iradi bir varlık
olarak ortaya çıkar. Ulus, ayrı, bağımsız, büyük, etkileyici bir beraberlik
kurmak isteyen bireylerin bir beraberliğidir. Bu beraberlik zamanla nüfusça
kalabalıklaşır, kültürel olarak genişler, karmaşıklaşır, gelişir. Ulus
örgütlenmesi zamanla ayrıntılı kurumlar yaratır.
Oysa herhangi bir kabilenin “devleti”,
en fazla silahlı bir vergi toplama örgütü halinde kalır.
Böylece ulus bireyleri arasında
kendiliğinden bir “üstünlük” duygusu meydana gelir. Bu üstünlük duygusunun
gerekçeleri tarihle ortaya konur. Bu açıdan
tarih ulusların objektif ve tarafsız
Tanrısal kronolojik olay kaydı değildir. Tarihler ulusların kendileri
tarafından oluşturulur ve yazılır. Bundan dolayıdır ki bir savaşın tarafları
sonuç ne olursa olsun bu savaşı kendi bilinçlerine göre “yorumlar”.
Bunların bizi getirdiği noktada
şu gerçeği görmeliyiz:
Türklerin tarihleriyle övünmeleri
onlara has bir “yanılgı” değildir ve dahası bu bir “yanılgı” ya da anomali değildir. Ulusların, tarihleriyle övünmeleri,
onları var eden farklılık bilincinin ve “üstünlük psikolojisinin” bir sonucudur ki bu da insan doğasının
gereğidir.
Dünyada “üstünlük bilinci”
taşımayan tek bir ulus bile yoktur. Bu psikolojiyi kabileler bile taşır ve
kendilerince gerekçelendirmeye uğraşır. Sorun şudur ki pek az insan beraberliği
büyük sonuçlar yaratabilecek işler
yapmıştır.
Hiçbir ulus kendi kendisine “tarafsız”,
“objektif” ya da başkalarının gözüyle empatiyle bakmaz. Bu, ulus bilincinin
doğasına aykırıdır. Hiçbir ulus kendi varlığını ve eylemlerini empatik bir
yargılamayla gerçekleştirmez. Çünkü ulus oluşumu, zaten büyük bir nüfusa sahip
bir insan beraberliğinin “farklılık
bilinci” ile yaratılmış bir sonuçtur. Bu sonuç, en büyük ve en ayrıntılı
kurumlaşma olan devleti yaratır.
Fakat yine belirtmeliyiz ki adına
“devlet” denen her örgütlenme, devletin
gereklerini taşıyamayabilir ve gerçek bir devlet olmayabilir.
Dolayısıyla meselâ “Bir Türk
dünyaya bedeldir!” sözü, boş bir övünç değildir. Bu söz
gerekçesini tarihten alan, beraberlik arzusunu en eski zamanlardan beridir
sürdüren bir ulusun, kesintisiz gelen iradesinin ve üstünlük duygusunun bir
tezahürüdür.
Türk olmak, Türklükle övünmek
ahlâka ve insanlığa aykırı bir şey değildir; diğer ulusların sahip oldukları
farklılık bilincinin ve üstünlük duygusunun bir başka örneğidir.
Türklükle övünmek bu yüzden boş
bir inanç veya kibir değildir. Türklükle övünmek, Türklüğü yaratabilmenin
getirdiği bir haktır.
24 Şubat 2023 Cuma
23 Şubat 2023 Perşembe
Edebiyatın Lüzumsuzluğu
Edebiyata ne gerek var?
Edebiyatı kim yapıyor?
Türkiye’de edebiyat bitti.
Türkiye’de edebiyat, her kabilenin kendi şöhret makinesiyle besleyip biçimlendirdiği
ham bir kitle.
Edebiyat eskiden güzel söz
söyleme ve yazma sanatı olduğu kadar dilin okulu olarak çalışıyordu. Şu anda
politik propagandadan ve psikolojik kusmuktan öteye gidemiyor.
Maruzatım budur.
20 Şubat 2023 Pazartesi
18 Şubat 2023 Cumartesi
15 Şubat 2023 Çarşamba
Nefret Dalgası
Bazı arkadaşlarım beni sosyal
medyada engelliyor.
Muhtemelen beni faşist, ırkçı,
insanlık düşmanı bir suçlu gibi görüyorlar.
Onlara göre ben muhtemelen
Türklüğü savunduğum için faşist, ırkçı, ayrımcı bir insanım.
Burada benden nefret edebilmek
hakkını kendilerinde görüyorlar. Onlara göre
ben, gene muhtemelen Kürt düşmanı, göçmen düşmanı, ayrımcı, ırkçı, faşist bir
insan olduğum için benden nefret ederlerken rahatsızlık hissetmiyorlar.
Beni muhtemelen nefret etmekle
suçlarken beni “meşru bir nefret objesi” sayabiliyorlar.
Ölçülerine göre Türkiye Türklere
ait bir toprak değil. Onlara göre Türk çocuklarının,
kendi milletlerini üstün, övünülesi, değerli
görmesi “normal” değil. Onlara göre Türk
çocuklarının, vatanlarını sahiplenmesi, koruması, savunması, güzelleştirmesi
normal değil.
Onlara göre “insan” kimliksiz,
tarihsiz, kültürsüz bir uhrevi yaratık.
Kafalarında ahlâkî bir insan
idesi yaratıyorlar ve bu idenin her türlü kimlikten bağımsız ve üstün olduğunu düşünüyorlar. En azından “insan”
dedikleri zaman neden bahsettiklerini anlıyoruz.
Bu beni acı acı güldürüyor. Peki neden?
Çünkü beni sosyal medyada engelleyip
de benden nefret etmeyi insanlık ve ahlak gereği sayan arkadaşlarım, nefret
ettiğimi düşündükleri insanların amaçlarını, dünya görüşlerini, bakış açılarını
ya bilmiyor ya da bilmezden geliyorlar.
O arkadaşlarım, mesela Kürtçülerin,
Türk adından ve egemenliğinden nefret etmesini, Türk vatanının bir bölümünü
terörle, ihanetle ayırmaya çalışmasını meşru kabul ediyor.
Gel gelelim meselâ hakkını
savundukları Kürtçülerin kan dökerek elde etmek istedikleri topraklarda,
herkese Kürtçe konuşturacaklarını, sözde ulusları ile övüneceklerini, çocuklarına
sözde uluslarını sevdireceklerini, sözde tarihlerini ellerinde tuttukları
topraklarda herkese dayatacaklarını ya bilmiyorlar ya da bilmezden geliyorlar.
Bu bir komplo teorisi gibi gelebilir
ama benden nefret ederken vicdanları hiç sızlamayan bazı eski arkadaşlarım, vizesi için neredeyse
yalvaracakları ulusların, kendi ülkelerinde nasıl davrandığını gizliyor.
Burada aklıma şu geliyor.
Nefretsiz bir dünya mümkün değil.
İnsan mutlaka bir şeylerden nefret eder.
Nefretimizin her zaman bir hedefi
olur.
Biz ancak Türk’ten nefret edenden,
Türk’e karşı olandan, Türk’ü kabul etmeyenden nefret ederiz. Neden böyle? Çünkü
Türklük, ahlâka aykırı bir olgu değil. Çünkü Türk olmaktan vazgeçerek “insan”
olunamaz.
Bir nefret dalgası var ama bu
nefret Türk çocuklarından kaynaklanmıyor.
Keşke askerlerimizi,
öğretmenlerimizi, bebeklerimizi, şehit
eden, öldürenlerin içindeki Türk nefreti de arkadaşlarımı azıcık rahatsız etseydi.
14 Şubat 2023 Salı
Depremin Ahlâk Terazisi
Ahlâk tedirgin edici bir şeydir.
Ahlâk bir günahsızlık, ayıpsızlık ideali midir? Herkes ahlâkı öyle kabul eder. Belki en dar anlamıyla ahlâk böyle bir şeydir.
Ahlâk ne zaman aklımıza gelir?
Ahlâk, ayıbımız ortaya çıkarıldığında mı aklımıza gelir; yoksa başkasının
ayıbını keşfettiğimizde mi?
Cinsel korku yegâne sakınma
ölçüsü ise ahlâk da ancak örtmekle, saklamakla, kaçmakla kaçınmakla ortaya
çıkar, şekillenir.
Deprem, ölümle sonuçlanan
hırsızlıkları ortaya çıkardı. Oysa hiç kimse bundan utanmadı.
Toplumun bütün derdi, kendisiyle
ilgili herhangi bir ayıbın açıklanmaması.
Ülkemizde güç ve iktidar da artık
başkasının ayıbını açıklayabilmek yeteneği demek.
O halde ahlâk ne demek?
Ahlâk öncelikle “zarar vermemek
iradesi” demektir. Yani başkasına zarar vermemek için bilinçli davranan insan,
ahlâklı insan demektir.
“Deprem yönetmeliğine uygundur”
dediği evi satıp da altında onlarca insanın ölmesine sebep olanların, meselâ mahrem
görüntüleri ortaya çıkmadığı için yaptıklarının utandırıcı olmadığını düşünebilmesi
hiç kimseyi düşündürmüyor.
Çünkü ahlâk bireysel bir şeydir.
Çünkü ahlâk, yani “zarar vermemek iradesi” ancak bireyin, kendi aklınca ve
kendi vicdanıyla zarar vermemeye karar vermesidir.
Oysa dinin emriyle
sınırlandırılmış davranışla, ahlâkî değildir.
Çünkü dinin emriyle hareket
ettiğini düşünen insanlar, emrin kudretini, kendi iradesinin önüne koyar.
Peki bir insan bunu neden gönüllü kabul
eder, yapar?
Çünkü böylece insan, eylemlerinin
sorumluluğundan kurtulabilir.
Bir noktaya dikkatimizi
vermeliyiz ki o da şudur: İradesini bir başkasına ipotek edip de eylemlerinden
bu dünya da sorumsuz olmak isteyenler, başka bir dünyada bu dünyada yaşamadığı kadar
sınırsız ve sorumsuz zevkler yaşamak istiyor.
Bir başka dünyada asla “ahlaksızlık”
sayılmayacak zevkleri bu dünyada “günah”, “ahlaksızlık” sayan insanlar, “başkasına
zarar vermemek iradesinin” bireyselliğini, sorumluluğunu üstlenmekten
kaçınıyor.
Sonra… “İnanç ve ibadet hürriyeti”
adına demokrasiyi ele geçiriyorlar, ülkeyi fiilen şeriata sürüklüyorlar.
Ülkede şu anda bütün işler fiilen
şeriata dayandırılıyor mu? Evet. Sivil toplum örgütlerinden, bürokrasinin
yüksek makamlarına kadar devletin işleyişine şeriat hâkim mi?
O halde ülkede en üstün ahlâkî
ölçüler sayılan din ölçülerinin egemen olduğunu söyleyebilir miyiz? Evet.
Peki yirmi yıldır gelinen nokta
nedir?
Gelinen nokta on şehrin depremde
tahrip olmasıdır.
O halde artık kendimize “Kasetle
gelip kasetle gelen” insanların siyasetiyle nereye varılabileceğini sormanın
zamanı gelmiştir de geçmiştir.
8 Şubat 2023 Çarşamba
Deprem Öldürmezse…
Depremin üçüncü günü…
Depremden kurtulan dostlarım
depremin dehşetini anlattı. Ben de deprem dehşetini yaşadım ama anlattıkları
kanımı dondurdu.
Bu kadar büyük, dehşetli bir gücü
hayal etmek çok zor.
İnsan önce depremin gürültüsüyle
dehşete düşer. Sonra gerçekten yer insanın ayaklarının altından kayar.
Bunlar tamam ama… Annesinin
boynuna sarılmış ve annesiyle beraber ölmüş çocuğumuzu gördüğümde boğazıma bir
şey oturdu.
İnsanlar yalnızca depremden
ölmüyor, soğuktan da donmak üzereler.
Ne demek lâzım?..
6 Şubat 2023 Pazartesi
Depremden Ne Öğrenmeliyiz?
Doğayı ikna edemiyoruz.
Doğa bizden büyük.
Doğaya uyum sağlamamız gerekiyor.
Doğa kanunlarını neden anlamamız
gerektiği artık anlaşılmalı.
Rahmetli babam, “Araziyi inkâr
ederek yol yapamazsın.” Derdi.
Cennete gitmek için kıyameti
bekleyenlere bu felâket
bir ibret olur mu?