29 Nisan 2019 Pazartesi
28 Nisan 2019 Pazar
19 Nisan 2019 Cuma
Kürt Görünürlüğü Ve Ayrımcılık
Orhan Türkdoğan’ın “Etnik
Sosyoloji” adlı kitabı özellikle “görünür
farklılıklarıyla” Amerikan etnik toplulukları
hakkında örneklemleri ile dikkat çeken bir eser.
Kitapta “etnikliğin” tanımı yapıldıktan sonra son on yılda liberallerin kullanıma soktukları “
görünürlük” ve “ayrımcılık” terimleri hakkında aydınlatıcı bilgiler veriliyor.
Buna göre bir etnik topluluğun “görünürlüğü”
onun taşıdığı bir özellik olmaktan ziyade, onu tanımlamaya ya da “ayırmaya”, “ayırt
etmeye” yönelik bir çoğunluk davranışı
olarak ortaya çıkıyor. Yani görünürlük bir etnik topluluğun iradesinden ziyade
bir çoğunluğun ona bakışıyla ilgili bir durum.
“Görünürlük” durumunun en trajik
ve belirgin örneği belki de Nazi Almanyası’ndaki Yahudi’lerin “işaretlenmesi”
olayıdır. Bu olayda Yahudileri görünür kılan Alman çoğunluğunun siyasi iradesi
olmuştur. Yahudiler, adları, gelenekleri, kültürel farklarıyla bir ölçüde zaten
bilinmekle birlikte Alman toplumunun genel yaşayışına ve egemenliğine adapte
olmuş, kendi aralarında bile Almanca’yı
işlek kullanan bir topluluktu. Onlar “bilinmelerine” rağmen “görünmeyen” bir
topluluktu. Naziler, onları “görünür” kılarak bir tür
“duygusal hedef” haline getirdiler.
Bu durumun bir başka örneği Irak,
Suriye ve İran Kürt’leridir.
Bu üç ülkede Kürt’ler, “istemedikleri
halde” görünür durumdadırlar. Çünkü bu ülkelerin egemen ulusal çoğunlukları,
onları, ülkenin anadilini akıcı konuşabilmelerine rağmen kendi ulusal
çoğunluğuna dahil etmemek, kendi kültürel yapılarına dahil etmemek ve ayrı
tutmak istemiştir. Bu durumda da bu üç ülkede Kürt’ler kesin bir şekilde ayı
toplumsal kompartımanlar haline yaşamışlardır ve bu durum günümüzde de
değişmemiştir.
Almanya’da Türk’ler, Yahudilerin
durumundadır: bilinirler ama bir ölçüde “görünmezdirler”. Çünkü Nazi sonrası Almanya’da resmi ayrımcılığın
tabu haline gelmesinin yanında Türk toplumunun,
uluslaşma tecrübesi ile kazandığı inanılmaz “uyum yeteneği” ile Türk
azınlığın, Alman ulusal çoğunluğuyla bütünleşmesi mümkün olabilmiştir. Buna
rağmen Türk’lerle Almanlar arasında bir ölçüde “uzlaşmaz bir kültürel” fark her
zaman var olacaktır. Çünkü bu iki toplum “ulusal” düzeyde birbirlerinden ayrı
iki toplumdur.
Türkiye’de Kürt’lerin “görünmezliği”
ise İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den farklı olmak üzere , onların “benimsenmesinden”
kaynaklanmaktadır. Atatürk tarafından, Hun’lardan beri sürdüregeldiğimiz “siyasal
uluslaşma” tavrının modernize edilmiş uygulamasıyla Kürt’ler, tarihi beraberliğimizin ve bundan
kaynaklanan yoğun toplumsal geçişliliklerin doğurduğu kültürel benzeşmeler de göz önüne alınarak Türk
toplumunun ayrılmaz bir parçası sayılmışlardır.
Dolayısıyla Türk toplumu, Kürt’leri,
“görünür” kılmak istememiştir. Türk toplumu
Kürt’leri toplumsal, siyasal ve kültürel anlamda “ayrıştırmak”
istememiştir.
Oysa Kürt’ler İran, Irak ve
Suriye’de siyasi irade eliyle toplumsal, siyasal ve kültürel olarak resmen
ayrıştırılmış ve “ görünür” kılınmıştır.
Bu ülkelerde Kürt’ler “görünür”
kılınarak o ülkelerin egemenlik hakkının kullanımından mümkün olduğunca dışlanmışlardır.
Bugün Kuzey Irak yönetiminin Amerikan destekli
bir zorlama egemenlik alanı olduğu açıkça ortadadır. Suriye’de Kürt’ler
resmen vatandaş bile değildir.
Türkiye’de süreç tersine
çevrilerek Kürt’ler PKK eliyle “görünür” kılınmak istenmektedir.
Yani PKK eliyle yürütülen Kürtçülük, PKK eylemleriyle Türk toplumunda
Kürtler aleyhinde bir duygu durumu yaratarak onların, toplumsal, siyasal ve
kültürel olarak “ayrıştırılmasını” istemektedir.
Bu mümkün olabilir mi? Yeterince
Türkleşmemiş, Türklüğün siyasal, tarihsel ve kültürel anlamını yeterince idrak
edememiş siyasal iradelerin, Türk Devleti’ni Kürtçülerin istekleri
doğrultusunda yönetmeleri, son on yedi yılın genel karakteristiğidir. Doğu’da
Ve Güneydoğu’da yerel yönetimlerdeki Kürtçü baskıya ve propagandaya, ülke
geneline yayılmış , resmi kabul görmüş ayrılıkçı Kürtçü söylemlere ve eylemlere rağmen Kürt’ler hâlâ “görünür”
değildir. Çünkü Türk toplumsal yapısına kabul edilişleri, Türk toplumu
tarafından uluslaşmaya dahil edilmeleri, bunun inanılmaz bir yaygınlıkla
görülen aile birleşmeleriyle ortaya konması, Kürt’lerin “görünür” kılınması
gibi bir problemimiz olmadığının en önemli kanıtlarıdır.
Üstelik bu durum, Türk dışı ve
açıkça Türk düşmanı bir siyasal İslamcılık egemenliğinde, devletin bütün
imkânlarının, Kürt ayrılıkçılığının emellerine dolaylı olarak hizmet etmesi
yönünde kullanılmasına rağmen gerçekleşmemiştir.
“Türkiye Cumhuriyeti devletiyle hesaplaştık”. “Abdullah
Öcalan’ın fikirleri bizim de fikirlerimizdir.” “ Elhamdülillah Türk olmaktan
kurtulduk.” gibi ifadelerle Kürt ayrılıkçılığının söylemlerini benimsemenin, toplumsal
bütünleşmeyi sağlayacağını sanan resmî egemen siyasal İslamcılığa rağmen Türk
toplumsal yapısının ahlâkî, tarihi ve kültürel derin kökleri Kürt’leri, ayrılıkçılığı besleyecek bir
ayrımcılık tavrı olarak “görünürlük” durumunu desteklememiştir. Umarız asla da
desteklemez.
17 Nisan 2019 Çarşamba
Siyasal Realizm- İdeoloji Açmazında Türk Milliyetçiliğine Kısa Bir Bakış
Öyle görünüyor ki Milliyetçi
Harekete Partisi’nin kuruluşu, Türk siyasi tarihine sadece yeni ve kalıcı bir
oyuncunun girişinden çok daha derin bir etki meydana getirmiştir.
MHP ile “milliyetçilik”, artık
küçük bir okumuş çekirdekten milletin tamamına doğru taze bir güçle filizlenen siyasi bir iddia ve
dava haline gelmiştir.
Uluslaşmayı tam idrak edememiş
toplumlar siyasi bağlamda “oy paketlerinden” ibarettir. Bir “oy paketi”, yasama
organına etki ederek belli bir görüşü
topluma dayatmak arzusuyla hareket eden büyük oranda homojen ve kemikleşmiş
seçmen grubundan ibarettir. Bu oy paketleri örneğin Kürtçülük’te etnik tutuculuk, İslamcılık’ta
tarikatlık, sosyal demokraside çeşitli
maddi çıkar talepleri ile kendilerini belli ederler. “
Ve sorunlar daha partinin kuruluş
aşamasında başlamıştır. Çünkü partinin kuruluş fikriyle beraber “ne pahasına
olursa olsun yaygınlaşmak” aceleciliği ve bunun yanı sıra taşra taassubuna
sahip Müslüman dindarlığın yaygın seçmen
potansiyeli gibi iki büyük etken, “partinin”
, bilinen milliyetçilikten yani Türkçülükten uzak düşeceğini daha ilk andan
itibaren kanıtladı.
Bunun sonucunda Türkiye dışındaki
Türk’leri de dikkate alan ve onların istikbalini Türkiye Türklüğüyle
birleştiren “Turancı” idealizm, yerini “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” slogan
milliyetçiliğine bıraktı. Bu yeni tür siyasal milliyetçiliğin ilgi alanı
Türkiye Türklüğü’nden ibaretti. Özünde Türkiye Türklüğü’nü, “Turancılığın”
idealizmiyle ele almıyordu.
Yaygınlaşmak, “oy paketlerine”
bir an önce ulaşmak arzusu, MHP’yi , siyasal milliyetçiliği, tutucu dindarlığın değerlerini ve terimlerini
benimsemeğe itti. “Köyünü çevreleyen dağların dışında bir dünya tanımayan ve
kısa vadeli menfaatleri dışında bir menfaat” de bilmeyen Türk köylüsü,
karşısında “ Sizden oy istemiyorum, ben yine de size hizmet etmeğe devam
edeceğim!” diyen Burdur milletvekili adayı Merhum Galip Erdem’i bu yüzden
anlayamadı.
MHP’nin kuruluş kongresinin daha
ilk dakikalarında, anlaşılan oydu ki siyasal milliyetçilik, yolunu Atsız’ın
kristalize Türkçülüğünden ayırarak, Türkçülüğü, taşra Müslümanlığının bulanık
çorbasında eriterek herkesi bu tür bir şeyle beslemeye meyledecekti. Oysa
bilmedikleri şey şuydu ki İslamcılık çorbası içinde eriyen Türkçülükten geriye
en ufak bir tat bile kalmamıştı. Türk köylüsü için MHP, çocuklarını yolladıkları Süleymancı yurtlarını
olumlayan, onaylayan bir ılımlı dindar partiden başka bir şey değildi. MHP’nin
siyasal realizmi, “partisinin milletçe nasıl anlaşıldığını” görebilecek kadar
gelişememişti, çünkü siyasetin ufku, kendi “gerçekçiliğinden” ötürü seçimden
seçime alınan oy sayısından ibaretti.
Türkiye’deki gelişmeler şunu
gösteriyordu ki siyasal realizm/gerçekçilik, “sonuçların gerçekliği” dışında
bir şeyle ilgilenmeyen kısa vadeli bir
şartlama mekanizmasından başka bir şey değildi. Bu “gerçekçilik”
anlayışı düşüncelerin oluşma süreçleri
ile zerrece ilgilenmediği gibi millet hafızasının uzak uçlarından gelen
değerlerin nasıl aktarılması gerektiğiyle de ilgilenmiyordu.
Ve kuruluşundan pek kısa bir
zaman geçtikten sonra herkese nasıl milliyetçi olacağını öğretmek iddiasındaki
MHP, kendi örgütündeki gençlere Atsız’ın
kitaplarını yasaklayabiliyordu.
Bugün bu sorun, artık bağımsız
Türk devletlerinin birbirlerine karşı tutumlarındaki belirsizliğinde temel
sebebidir.
Atsız’ın, Ziya Gökalp’in
Turancılığını “tehlikeli hayalcilik” olarak gören ve aslında Türk’e dışardan
bakan yabancıların görüşlerini kullandıklarını anlayamayanlar için “Türk
birliği” neredeyse gereksiz bir işti. Bazıları Türkeş’in Türk dünyası ile
ilgili tutumunu örnek göstererek iddiamızı yanlışlayabilir. Buna rağmen MHP siyasetinin omurgası maalesef uzun vadeli, geniş ufuklu bir Türk birliği
düşüncesi olmamıştır. Bunu da SSCB dağıldığında, partinin içine düştüğü
şaşkınlıktan anlamak mümkündür. Türkiye’de “ kendisini milliyetçi sanan gençler”
yaratmakla övünen MHP, Türk Dünyası’ndaki devasa değişimi ne tahmin edebilmiş
ne de bu değişimde etkin bir siyasal söylem geliştirebilmiştir.
Bunun sebebi, siyasal realizmin/gerçekçiliğin, sonuca odaklı ve kısa
vadeli çıkarcılığından ideoloji çıkarılabileceğinin sanılmasıdır.
İdeolojik düzlem belli bir
kararlılık taşır. Oysa siyasal düzlem sürekli savrulmalar yaşar. İşte
Türkçülük, ne yazık ki kısa vadeli
vaatler dışında bir şey yapamayan Türk siyasasına feda edilmiştir.
Peki ne yapılmalıdır?
Görünen odur ki Türk ülkelerinde
büyük bir tek Türk siyasi birliği kuracak bilinç mevcut değildir. MHP’nin bu
konuda bir önerisi var mıdır? Yoktur. Oysa MHP hâlâ Türk milliyetçiliğinin ki
aslında bu terim de Türkçü olmamak için uydurulmuş bir tür ılımlılık ifadesinden başka bir şey değildir,
yegâne mekânı ve sahibi olmak iddiasındadır.
Kısa vadede bir büyük Turan
devleti gerçekleştirilemeyecek olması bu fikrin geçersizliğini göstermez,
sadece gerçekleştirilmesinde bir zorluğu ifade eder. Peki bu fikir tümden mi yanlıştır? Elbette
değildir. Taşralı MHP seçmeni için milliyetçilik Süleymancı yurtlarından
yetişmiş bir Kur’an okuyucu evlattan ve
devlet dairesinde bir memuriyetten ibarettir diye Türk’ün büyük düşüncesini bu
köylü ufukla sınırlamak hiç kimseye bir
fayda getirmez.
Bu durumda yapılması gereken
şudur:
Türkçüler, “Türkçülüklerini” hiç
bir siyasi partiye yüklemeden ve ipotek etmeden kendi başlarına ve tavizsiz
biçimde savunmalıdır. Türk Ulusal
birliğinin ve egemenliğinin Türkiye’den başlayarak bütün Türk Dünyası’nda tartışmasız bir biçimde
sağlamlaştırılması üzerinde sürekli kafa yorulmalıdır. Bu açıdan da olmak üzere
Türk ülkelerinin birbirlerine her anlamda yakınlaşmaları için her türlü yollar
düşünülmeli ve denenmelidir.
Bütünleşmiş ve bölünmez bir büyük
Türk ülkesi olarak Turan belki hayaldir. Fakat
temeli atılmayan ve yalnızca çizgilerde bir proje olarak belirmiş bir
bina da bir hayalden ibarettir.
İdeallere ulaşıp
ulaşamayacağımızı bilemeyiz. İdealler/ülküler ulaşılabildikleri için
benimsenmezler. Onlar bize belirsiz bir ufukta yol gösteren kerterizler
sağladıkları için benimsenirler. Hiç kimse Kutup Yıldızı’na ulaşamaz, ama o bütün
denizcilerin yol göstericisidir.
Turan ülküsü de Türkçülerin Kutup
Yıldızıdır.
Türkçüler, kendilerini
dalgalardan korumak için çırpınan ve bütün amaçları yağmalayacak kalıntılar
bulmak olan korkak denizciler değildir.
Türkçüler, denizlerin azgın dalgalarını yerken bile Kutup Yıldızlarının
gösterdiği yolda ilerleyen kahraman denizcilerdir.
15 Nisan 2019 Pazartesi
Haklar Kuramı Hakkında
Peki ama haklar bu denli geniş bir çerçeveyi oluşturur mu? Kısacası her menfaat bir hak sayılabilir mi? Ya da her iyilik elde edilmesi gereken bir hak mıdır?
Marksist bağlamda hakkı belirleyen şey yalnızca ihtiyaçtır. Öyleyse herhangi bir insan yoksunluğunu çektiği her şeyi elde etmelidir. Gerçi burada ihtiyacın yoksunluk hissiyle mi yoksa keyfi bir arzuyla mı belirlendiği açıklanmamıştır ama Marksistler bunu
önemsemezler.
Hakkın Marksist olmayan tanımında da ya da yaklaşımında da hak bir “ menfaat” olarak gözetilir. Buradaki fark, liberal hak anlayışının, hakkın doğallığına ve maliyetsizliğine dayanmasıdır.
Buna göre “hak”,; insan varoluşunun mütemmim cüzü sayılabilecek menfaatlerle sınırlıdır.
Bu yaklaşımın kendiliğinden gelen sonucu ise hak sayılan doğal menfaatlerin maliyetsizliğinin zorunlu oluşudur. Bu da hak sayılan menfaatin, kendiliğinden bir başkasının var oluşu üzerinde herhangi bir azalmaya, kısıtlamaya yol açmaması durumudur.
Bu durumda, “ Bir başkası tarafından yaratılmış ve maliyet ile yüklenerek var edilmiş bir menfaat”, o menfaati var eden insan dışındaki hiç kimse için “ hak sayılamaz”.
Bundan dolayıdır ki meselâ Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk Milleti’nin fertlerinin kahir ekseriyetinin kanı pahasına elde edilmiş menfaatler ancak bu değeri benimseyenler için bir “ haktır”. ( Devam edecek)
5 Nisan 2019 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)