Şeriatçılığın müdafaası iki ayak
üzerine oturtuluyor:
Bunlardan birincisi popülist
siyasal söylemin dayandığı “İnandığını yaşamak” sloganına dayanıyor.
İkincisi ise biraz daha az bilinen “ Medeniyet üreten
İslâm” söylemine dayanıyor.
İkincisinden başlamakta sakınca
görmüyorum. Sık sık kullanıldığı gibi İslâm bir ortak medeniyet üreticisi
olduğu algısı maalesef yanlıştır.
Çünkü öncelikle birbirleriyle ortaklaştırılan Müslüman toplumların Tanrı
telâkkileri Arap’ların bütün ırkçı ve baskıcı egemenliklerine rağmen asla
aynılaştırılamamıştır. Bu egemenlik esnasında Araplar yalnızca kendileri kadar
geniş bir siyasallaşma imkânına ve ifade aynı zamanda dilsel ifade imkânına
sahip olmayan küçük toplumları Araplaştırabilmiştir. Oysa asimile edemedikleri
Türk Ulusu için “Allah” bugün dahi Arap’ların Yahudi’ler’den ve Arap’lardan
edindikleri, “kahhar”, “müntekim” “oyun kuran” ilahından ayrı bir üstün
varlıktır.
Bu genel sebebin hemen arkasından,
ilâhını insanlaştıran bir siyasal yapı olarak İslâm’ın, insanlaştırılmış bir
(Antropomorfizm) yaratıcı güç adına karar veren insanların yorumlarıyla
hükmetmesi olayı gelir.
İşte bu noktada işin merkezine “Tanrı’nın
halifelerinin” egemenliği oturur. Böyle bir egemenliğin temelinde de “ölçü”
olarak Arap örfü oturtulur.
Buna nasıl hükmedebiliyoruz?
İslâm yaygınlaşmağa başladığında toplumsal konularda Kur’anda pek az hüküm vardır. Bu gün din dediğimiz
hükümler içinde “ peygamberin, öğrettiği dine uygun olduğunu düşündüğü Arap
örfünün unsurları” bulunduğunu hadis profesyonellerinden öğreniyoruz. İslâm’ın
tek Tanrıcılığı’nın dışında hiçbir kurumsal özelliğinin olmaması durumu, yasama
problemini Arap örfünü ikame ederek
aşılmağa çalışılmıştır. Bu noktada “kutsal” Tanrı inancı , “beşeri bir
yorumlama egemenliği” haline
getirilmiştir.
Buradaki sorun şudur: Buradaki “beşeri
yorum”, sözde Tanrı kutsallığıyla
yetkilendirildiği için başka insanların akıllarının düzelticiliğine
kapatılmıştır. Bu noktadan sonra da “din kurumunun” dışında kalan insan
eylemlerinin “ Tanrı halifelerinin akılları” dışında düzenlenmesinin imkânı kalmamıştır. Belki sözü çok fazla dolandırmış olabiliriz
ama “din kurumu” dışında kalan insan eylemlerinin, o eylemlerinin akıllarıyla
değil de ancak ve yalnız “Tanrı halifelerinin” akıllarıyla yönetilebileceği hükmü ile medeniyet üretme kapasitesi bitmiştir.
Peki “ İslâm medeniyeti” denen
şey o halde nasıl meydana gelmiştir?
“İslâm medeniyeti” diye bir şey
yoktur. Çünkü birbiriyle benzeşen, mutlu olabilen, anlaşabilen, bir ümmet olmadığı gibi ikinci olarak İslâm’a
atfedilen bütün medeni etkinlikler aslında “ Tanrı halifelerinin” hükümlerine
rağmen geliştirilen ürünlerden ibarettir. Çünkü “medeniyet”, insanın yaratıcı ve
varoluşu destekleyici etkinliklerinin ürünlerinden oluşur. Bundan dolayı
da bir siyasal egemenlik kurumu olan
dinle ilgili olabildiği gibi bununla ilgisiz de olabilir.
Oysa İslâmcı’ların hepsinin
istisnasız dedikleri gibi “İslâm’ın müdahale etmediği herhangi bir nokta
yoktur. Ve Müslüman’lar için “dar-ül
İslâm”, dinin, hayatı külliyen düzenleyebildiği ülke demektir. Bunun anlamı “Tanrı adına hükmeden tanrı
halifelerinin hayatın her alanına müdahale edebildiği ülke” demektir.
Dinin özünde medeniyetin
unsurlarından hiç birine yer yoktur. Bunun temel sebebi de “adına egemenlik yetkisinin” kullanılan Tanrı’nın sözlerini içinde medeniyetin, yani “varoluşu
destekleyici etkinliklerin ürünlerin” yer almamasıdır. Dinin temelindeki inanç,
Tanrı’nın bölünmezliği ve bundan çıkarsanan
bölünmez ve sürekli bir ahlâk inancıdır. Eğer Tanrı bize bir şeyler söylemişse
bu kapsam dışında bir şey söylemiş olması onun kutsallığına ve dokunulmazlığına
ve erişilmezliğine aykırı olurdu.
Oysa din, “Cennete kimin
gireceğine karar veren insanların egemenliğinden” ibarettir.
Hal böyle olunca da ortaya İbn-i
Sina’nın tıbbı ki İbn-i Sina otopsi çalışmalarını, din adamlarının hayatına
kast etmeleri tehdidine rağmen yapabilmiştir dinin, bilimi teşvik ediciliğinden
dolayı değil- sadece onun kültürel kimliğinin etiketini taşır; mensup olduğu
toplumun toplumsal düzeninin etkilerini taşımaz.
İşte dinin medeniyet karşıtı bu “akıl
dışı-kutsalcı” doğasından dolayıdır ki bütün mensupları dinle ilgili çalışmayan bütün bir ulusun
toplumsal hayatını ilgilendiren yasama ürünlerinin,
“Tanrı halifelerinin” kısıtlı bilgi ve akıllarının hükümlerine terk edilmesi
mümkün olamaz. Çünkü “Tanrı adına”
konuştuğunu iddia edenlerin “Tanrısallığa” ortak olmaları “birlik inancına”
açıkça aykırıdr.
Varlığı doğrudan doğruya “var oluşu
destekleyen etkinliklere ve bu etkinliklerin ürünlerine” yani “medeniyete”
aykırı olan bir siyasal kurumun hayata müdahalesinin kesin şekilde engellenmesi
ihtiyacı, lâikliği doğurmuştur.
İnsan dinle var olmaz ve din için
de var olamaz. İnsan yaratışının getirdiği doğal yaratıcılıkla toplumsallaşır. Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak
varlığımızı destekleyen etkinlikleri yani medeniyeti korumamız icap eder ki bu
da ancak dinin toplumsal düzenleyicilik
iddiasının kesinlikle engellenmesini yani lâikliği korumayı gerektirir.
2 yorum:
Sayın Yazar,'İslamın medeniyet üretme' varsayımından yola çıkarak 'neden laiklik' sorusunu yanıtlamış. İnandığını yaşamak, alanına girmemiş, iyi de yapmış..Malum, günümüzün ön değerli kavramlarından kişisel özgürlükler alanı.Tabii, İslamiyet bir medeniyet yaratamamış noktasında diğer dinler birer medeniyet yaratmış ve-veya yaratmaya devam ediyor mu, sorusunu da daha geniş bir bakış açısıyla ele alırsa, biz okuyucularını sevindirir.
Diğer yandan kişisel görüşüm, kişilerin sadece dini olacağı, kurumların, toplumların ve devletlerin dini olamayacağı yönündedir. Bu noktadan hareketle kişisel yaşam alanına giren dini de açıklamış oluyoruz.Akılınıza sağlık, sayın yazar.
Değerli yazarımız eklsik olmayınız. Güzel bir yorum olmuş. yazının ekonomisi gözetilerek kapsam dar tutuldu.
Dinin anlamı, bağlamı ve kapsamına başka bir yazıda değinelim. Eksik olmayın. Saygılar.
Yorum Gönder