15 Şubat 2019 Cuma

18. ve 19. Yüzyıllarda Kazak Türkleri: Dr. Vecihi Sefa Fuat Hekimoğlu

Şöhret ve Olmak Üzerine



“Şöhret”… Ne cazip bir kelime! Herkesin  sevgisine ve ilgisine sahip olabilmenin anahtarı.

Eh… Toplumun genelinin sevgisine ve ilgisine sahipseniz sizi kim sorgulayabilir ki? Kim nerede yanlış yaptığınızı söylemeğe cesaret edebilir?

Şöhret aynı zamanda bir mekanizma galiba... Henüz işleyişini çözemedim.  Sadece görebildiğim kadarıyla kendi kendisini sürekli üretebiliyor.

Çalışmaksızın para kazanmamız mümkün değil. Bu yüzden sürekli çalışmak zorundayız. Yani değere karşılık değer üretmek zorundayız.

Peki şöhret “değer üreten bir mekanizma” mı?

Kendi kafamda bu soruya “Evet” diye cevap veremiyorum.

Şöhretle ilgili kafamda oluşan mekanizma kabaca şöyle:

Mekanizmanın başında birkaç görevli var. Onlar mekanizmayı, besleyip ondan büyük kitlesel gelir elde eden insanların emrinde çalıştırıyorlar. Bu mekanizma üretime beslenmiyor, sadece “taleple” besleniyor. Mekanizmanın başındaki insanlar da onu yeni talepler üretmesi için ayarlayıp duruyorlar.

Böylece makinenin ürettiği şöhretlerin aslında ne iş yaptıklarına artık hiç kimse dikkat etmiyor. Bütün istenen şöhret makinesinin sürekli çalışması oluyor.

Bu makine iki işe yarıyor.

Öncelikle yeni şöhretler yaratıyor.

Sonra da yarattığı şöhretlerin sürekliliğini sağlamak üzere şöhret yan ürünleri, yedek parçaları, haberler  ve dedikodular üretiyor.

Şöhret, müşteriler için bir mükemmellik sanısı yaratıyor.

Zaten şöhret tutkusunun en önemli ateşleyicisi de bu sanırım. Böylece meselâ bir yazar, geçerli referanslarla piyasaya girdiğinde “olduğunu” sanmaya başlıyor. Oysa asıl işin edebi olgunluk konusunda kendi kendisine hesap verebilmek olduğunu çabucak unutuyor.  Asıl sorunun, edebiyatın kendi hayatının ta kendisi olduğunu göremeden sadece beğenilmek için yazıyor.

Böylece aslında kim olduğunu, daha da önemlisi kim olmak istediğini düşünemez oluyor. Sonra yaşarken tek bir eseri bile basılmamış Kafka hakkında ucuz  felsefeler yumurtlarken onun kadar cesur ve olgun davranıp davranamayacağı sorusunu  aklına bile getirmiyor.

“ Olmak ya da olmamak… “derken Shakespeare  elbette varoluşçu bir ders veriyordu. Fakat bu noktada… Tam da şöhret tutkusuyla mükemmelleşmenin ıstıraplı yol ayırımında herhangi bir yaratıcı zekânın kendisine bu soruyu “ Olmak mı meşhur olmak mı?” diye  uyarlaması sanırım yerinde olurdu.

Çünkü bu soruya verilecek cevap insanı bambaşka noktalara sürükleyecektir. Şöhret yolunda ömrü harcayan insan, hedefe varamadığında, geride işe yarayacak pek bir şey bırakmayacaktır.

Oysa “olmak” yolundan giden insan attığı her adımda, olgunlaşmasının meyvelerinin tohumlarını serperek ilerler. Ve bu yolda ölse bile geride nesiller boyu yetecek bereketli meyveler bırakır.

Şöhret yolu, başkasının arabasıyla sürat yapmayı gerektiren bir yoldur. “Başkasının” becerisine ve hızına muhtaç olanın hedefine ulaşıp ulaşamayacağı ya da nereye kadara gidebileceği belirsizdir.

Oysa olmak için yürüyenlerin gittikleri her yol onların adımlarının izini taşır.

Evet….. Belki şimdi tekrar düşünmeliyiz: “Olmak mı olmamak mı?”

SEVGİ ÖLDÜRÜR MÜ?


Sevgi üzerine yapılan güzellemelerin vardığı en üst noktadır, sevgililer günü..Bu güne ilişkin olarak en sık dile getirilen eleştiriler ticari bir araç olarak kullanıldığı ve sevgiyi ifade etmenin günü olmadığı şeklindedir.Bu eleştirilerin kendi içinde doğruluk payı olabilir; karşı görüşlerde mutlaka vardır.Bu gün sevgi üzerine yazacakken ‘sevgililer günü’ ile başlamasam olmazdı.

Sevgi kavramı yüzyıllar boyunca insanoğluna ilham kaynağı olmuş, uğruna ne eserler yaratılmış, ne trajediler yaşanmış, ne savaşlar verilmiştir. Sevgi uğruna verilen savaşlar evet savaş! Ne ironik değil mi? Hatta Tanrı sevgisi, din sevgisi gibi sevginin boyut değiştirdiği durumlarda çok daha ironik!! Tanrı’nın işe karıştırılmadığı durumlarda ülke sevgisi devreye girer! Benim favorim insanlık adına verilen savaşlardır(!)
İnsanlara daha özgür, daha yaşanabilir bir hayat götürmek; demokrasi, hak hukuk için Orhan Gencebay’ın şarkısında olduğu gibi daha güzel bir dünya için, ‘Batsın bu dünya’ kıvamında verilen savaşlardır…

Sevgi ile ilgili ilginç benzetmeler vardır; sevgiyle ezmek, sevgiden öldürmek.. Adam karısına şiddet uygular neden sorusuna onu çok sevdiğim için kıskandım; çocuğuna şiddet uygular, severim de döverim de der. Bu sevgi ne acayip kavramdır ki içinde yok yoktur. Oscar Wilde, ‘The Ballad of Reading Gaol’ şiirinde ‘Herkes öldürür sevdiğini’ diyecek kadar ileri gitmiştir ya da sevgi üzerine en gerçek itirafı dile getirmiştir. https://youtu.be/fkJXBLhxS0k


Sevginin türleri ve familyaları vardır. Micro milliyetçilik türü, macro milliyetçilik familyasıdır. Şöyle ki Kasımpaşalı olmak türü, tek millet olmak familyası gibi. Arkadaş sevgisi türü,  aşk familyası gibi. Şekilleri vardır;yapış yapış sevmek,onurlu sevmek, adam gibi sevmek, öldüresiye sevmek..Sevginin ortak bir dili olduğu iddiası vardır.Bu dilin henüz bir alfabesi bile oluşturulamadığı halde.

Biz seksen küsur milyon artı 5-6 milyonu bulan Suriyeli sığınmacı nüfusu ile Hollandan’ın 6 katı, İsviçre’nin 10 katı nüfusa sahip bir ülkede yaşıyoruz. Bizler sığınmacılar yok iken zaten bir birimizi sevmiyorduk, seviyor gibi yapıyorduk. Üstüne kendi ülkelerinde bile sevilmeyen, devletleri tarafından ötekileştirilen sevgisiz bir sığınmacı topluluğu da eklendi, içimize. İşin ilginç yanı birbirimizi sevmezken nerdeyse bizim dışımızda Avrupalı Devletler başta olmak üzere dünya tarafından sevilmeyen, istenmeyen bu insanları aramızdan bazıları çok sevdi..Sığınmacıları sevmeyenlerde birbirlerini çok sevdi(!)

Birbirini sevmeyen insanlara, hatta kendinden başka kimseyi sevmeyen insanlara sevecekleri bir şey vermelisiniz ki bir arada yaşamaya çalışsınlar. Ya para  ya da gidecekleri başka bir ülke olmadığı için vatan sevgisi..Tek başına vatan yetmez, bayrak, toprak millet gibi bezemelerde olmalı. Bir zamanlar atların ve kılıçların kullanıldığı  ‘Kızıl Elma’ mitinin olduğu devirlerde nerenin elması güzelse oraya konulduğu, birbirini sevmeyenlerin, sevdiklerini bulup devlet kurduğu zamanlarda sevmek için daha çok seçenek vardı, mutlaka.

Sevgi üzerine sevgili üzerine yazılanlar söylenceler sevgi adına yapılan fedakârlıkları konu alır. Neredeyse sevgiden kazanan hiç yoktur. Öyle ki dinler bile Tanrı sevgisinin mükâfatını bu dünyada değil hep vaat edilen diğer dünyaya bırakmışlardır.

Sevmenin zorluğu değerini artıyor mu yoksa değersizleştiriyor mu? Başa dönersek, sevgi yüzünden bu kadar acı, ıstırap çekiliyorsa sonunda herkes sevdiğini öldürüyorsa senede bir gün birilerinin sevgiden fayda sağlamasına(Hoş siyasetçiler bolca sağlıyor ya o başka yazının konusu) para kazanmasına, bir günde olsa öldürmeden sevdiğini söylemesine izin verelim..



9 Şubat 2019 Cumartesi

Laiklik Neden Gerekir?



Şeriatçılığın müdafaası iki ayak üzerine oturtuluyor:
 
Bunlardan birincisi popülist siyasal söylemin dayandığı “İnandığını yaşamak” sloganına dayanıyor.

İkincisi ise  biraz daha az bilinen “ Medeniyet üreten İslâm” söylemine dayanıyor.

İkincisinden başlamakta sakınca görmüyorum. Sık sık kullanıldığı gibi İslâm bir ortak medeniyet üreticisi olduğu algısı maalesef yanlıştır.

Çünkü öncelikle   birbirleriyle  ortaklaştırılan Müslüman toplumların Tanrı telâkkileri  Arap’ların bütün  ırkçı ve baskıcı  egemenliklerine rağmen asla aynılaştırılamamıştır. Bu egemenlik esnasında Araplar yalnızca kendileri kadar geniş bir siyasallaşma imkânına ve ifade aynı zamanda dilsel ifade imkânına sahip olmayan küçük toplumları Araplaştırabilmiştir. Oysa asimile edemedikleri Türk Ulusu için “Allah” bugün dahi Arap’ların Yahudi’ler’den ve Arap’lardan edindikleri, “kahhar”, “müntekim” “oyun kuran” ilahından ayrı bir üstün varlıktır.

Bu genel sebebin hemen arkasından, ilâhını insanlaştıran bir siyasal yapı olarak İslâm’ın, insanlaştırılmış bir (Antropomorfizm) yaratıcı güç adına karar veren insanların yorumlarıyla hükmetmesi olayı gelir.

İşte bu noktada işin merkezine “Tanrı’nın halifelerinin” egemenliği oturur. Böyle bir egemenliğin temelinde de “ölçü” olarak Arap örfü oturtulur.

Buna nasıl hükmedebiliyoruz? İslâm yaygınlaşmağa başladığında toplumsal konularda Kur’anda  pek az hüküm vardır. Bu gün din dediğimiz hükümler içinde “ peygamberin, öğrettiği dine uygun olduğunu düşündüğü Arap örfünün unsurları” bulunduğunu hadis profesyonellerinden öğreniyoruz. İslâm’ın tek Tanrıcılığı’nın dışında hiçbir kurumsal özelliğinin olmaması durumu,   yasama problemini Arap örfünü ikame ederek  aşılmağa çalışılmıştır. Bu noktada “kutsal” Tanrı inancı , “beşeri bir yorumlama  egemenliği” haline getirilmiştir.

Buradaki sorun şudur: Buradaki “beşeri yorum”,  sözde Tanrı kutsallığıyla yetkilendirildiği için başka insanların akıllarının düzelticiliğine kapatılmıştır. Bu noktadan sonra da “din kurumunun” dışında kalan insan eylemlerinin “ Tanrı halifelerinin akılları” dışında  düzenlenmesinin imkânı kalmamıştır.  Belki sözü çok fazla dolandırmış olabiliriz ama “din kurumu” dışında kalan insan eylemlerinin, o eylemlerinin akıllarıyla değil de ancak ve yalnız “Tanrı halifelerinin” akıllarıyla  yönetilebileceği hükmü ile medeniyet  üretme kapasitesi bitmiştir.

Peki “ İslâm medeniyeti” denen şey o halde nasıl meydana gelmiştir?

“İslâm medeniyeti” diye bir şey yoktur. Çünkü birbiriyle benzeşen, mutlu olabilen,  anlaşabilen,  bir ümmet olmadığı gibi ikinci olarak İslâm’a atfedilen bütün medeni etkinlikler aslında “ Tanrı halifelerinin” hükümlerine rağmen geliştirilen ürünlerden ibarettir. Çünkü “medeniyet”, insanın yaratıcı ve varoluşu destekleyici etkinliklerinin ürünlerinden oluşur. Bundan dolayı da  bir siyasal egemenlik kurumu olan dinle ilgili olabildiği gibi bununla ilgisiz de olabilir.

Oysa İslâmcı’ların hepsinin istisnasız dedikleri gibi “İslâm’ın müdahale etmediği herhangi bir nokta yoktur. Ve  Müslüman’lar için “dar-ül İslâm”, dinin, hayatı külliyen düzenleyebildiği ülke demektir.  Bunun anlamı “Tanrı adına hükmeden tanrı halifelerinin hayatın her alanına müdahale edebildiği ülke” demektir.

Dinin özünde medeniyetin unsurlarından hiç birine yer yoktur. Bunun temel sebebi de “adına  egemenlik yetkisinin” kullanılan Tanrı’nın  sözlerini içinde medeniyetin, yani “varoluşu destekleyici etkinliklerin ürünlerin” yer almamasıdır. Dinin temelindeki inanç, Tanrı’nın bölünmezliği ve  bundan çıkarsanan bölünmez ve sürekli bir ahlâk inancıdır. Eğer Tanrı bize bir şeyler söylemişse bu kapsam dışında bir şey söylemiş olması onun kutsallığına ve dokunulmazlığına ve erişilmezliğine aykırı olurdu.

Oysa din, “Cennete kimin gireceğine karar veren insanların egemenliğinden” ibarettir.

Hal böyle olunca da ortaya İbn-i Sina’nın tıbbı ki İbn-i Sina otopsi çalışmalarını, din adamlarının hayatına kast etmeleri tehdidine rağmen yapabilmiştir dinin, bilimi teşvik ediciliğinden dolayı değil- sadece onun kültürel kimliğinin etiketini taşır; mensup olduğu toplumun toplumsal düzeninin etkilerini taşımaz.

İşte dinin medeniyet karşıtı bu “akıl dışı-kutsalcı” doğasından dolayıdır ki bütün mensupları  dinle ilgili çalışmayan bütün bir ulusun toplumsal hayatını ilgilendiren  yasama ürünlerinin, “Tanrı halifelerinin” kısıtlı bilgi ve akıllarının hükümlerine terk edilmesi mümkün olamaz.  Çünkü “Tanrı adına” konuştuğunu iddia edenlerin “Tanrısallığa” ortak olmaları “birlik inancına” açıkça aykırıdr.

 Varlığı doğrudan doğruya “var oluşu destekleyen etkinliklere ve bu etkinliklerin ürünlerine” yani “medeniyete” aykırı olan bir siyasal kurumun hayata müdahalesinin kesin şekilde engellenmesi ihtiyacı, lâikliği doğurmuştur.

İnsan dinle var olmaz ve din için de var olamaz. İnsan yaratışının getirdiği doğal yaratıcılıkla toplumsallaşır.  Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak varlığımızı destekleyen etkinlikleri yani medeniyeti korumamız icap eder ki bu da ancak  dinin toplumsal düzenleyicilik iddiasının kesinlikle engellenmesini yani lâikliği korumayı gerektirir.


5 Şubat 2019 Salı

Zıkkımın Kökü : Muzaffer İzgü

Yargılarımız

 İnsanlar iki farklı olayı, süreci ya da kişiyi karşılaştırırken belirsiz bir durum söz konusu olduğunda, "temsil edilebilirlik, bulunabilirlik, sayısal bir veri karşılaştırılıyorsa çıpa( Kişi başına günlük kalori ihtiyacı gelişmiş ülkelerde 3390 kalori, gelişmekte olan ülkelerde 2480 kalori, az gelişmiş ülkelerde 2070 kalori- yoksulluk sınırı, gibi..), kısa yollarını kullanarak bir yargıya varır.(Kahneman, Belirsizlik Altında Yargı, Makale)

Metroda yaşlı bir insana yer veren, yine metroda gözünü gözünüze dikmeden oturan birini 'iyi' olarak tanımlamakta bir sakınca görmeyiz çünkü daha yavaş, bilinçli ve zahmetli bir düşünme biçimini kullanmamış anlık karar verilmiştir.Yaşlıya yer veren, yaşlı kişinin kokusundan rahatsız olduğu için,
gözlerini size çevirmeyen kişinin psikolojik problemleri olduğu için bu davranışları yaptıklarını bilinse yine 'iyi' tanımı yapabilir miydi?

Duygular, sezgiler ve zor bir soru geldiğinde ikamenin farkına varmadan onun yerine daha kolay soruyu yanıtlamak olarak ortaya çıkan kısa yollar kararlarımızı etkiler. 31 Mart'ta yapılacak Yerel Seçimler ile ilgili sokak röportajlarında, hangi adaya oy vereceksiniz sorusu kolaylıkla yanıtlanırken , neden oy vereceksiniz sorusunun geçiştirilmesi gibi. Sorunların göreceli önemini belleklerinde ne kadar kolay ulaşabildikleri ile değerlendirilir, Çocuk istismarları ile ilgili haberler medyada gündem oluşturduğunda topluma olarak en önemli sorunumuz ne sorusu yöneltilse idi; yanıt büyük olasılıkla "Çocuk istismarları" olurdu.

Siyaset yapmak tüm bu nedenlerden dolayı daha kolaydır da politika üretmek zordur. İnsanların duygu ve sezgilerine hitap eder ve kolay yanıtlayacakları sorulardan olursanız vazgeçilmez bir siyasetçi olabilirsiniz. Bu kadarını bile başaramıyorsanız, siyasetçi değilsinizdir. Son iki yüz yıldır, insanoğlu hiç üretmediği kadar bilgi üretti. Buna karşın, bilim insanlarını mucitleri değil, siyasi romantizmin, popülizmin dilini etkili kullanan siyasileri lider olarak gördü.


Bir şeyi, kişiyi ya da durumu iyi olarak tanımlamakta zorlanmıyorduk. Siyasetçi olarak duygusal bağ kurduğumuz  kişileri de iyi olarak tanımlıyoruz. Örneğin, Mansur Yavaş'ı anlatırken güler yüzlü çok iyi adam diyor, taksi sürücüsü. Güler yüzlü olması ile kolay yanıtını da getiren belediye başkan adayı durumuna sokuyor, Yavaş kendisini. Aslında bilinir ve Ankaralı olmasıyla temsil edilebilirlik şartlarını sağlayarak çoktan rakibine karşı üç kısa yol koşulunu seçmenleri için yerine getirmiş oluyor.

Türkiye'de parti genel başkanlarını liderlikle özdeşleştirme gibi bir yanılgı söz konusu.Liderlik üzerine sayfalar dolusu yazılabilir. Yukarıda anlatılan üç kısa yol koşulunu sağlayan her siyasi lider midir? Halkın veya sizinle duygusal bağ kuran kitlenin sizi lider olarak görmesi detaylandırılması gereken şartlara bağlı değil. Bu üç koşulu yerine getirdiğinizde sıradan hatta kendini uzman gören insanların sizi 'liderim' olarak tanımlaması için yeterli.

Meral Akşener, İYİP Genel Başkanı. Kadın ve uzun süredir siyasetin içinde mi, temsil edilebilir mi?  Türkiye daha önce bir kadın başbakan deneyimi yaşadı mı, Akşener, o başbakanın kabinesinde bakan mı yani benzer bir senaryo bulunabiliyor mu; tüm bu soruların cevabı evet ise Meclis Başkan Vekilliği yaptığı dönemden belirli bir sempati kazandıysa bu onu lider mi yapar yoksa insanların yanıtını kolay verdikleri bir siyasetçi mi?

Aslında sokaktaki insana hatta konusunda uzman kişilere (uzmanlık alanları dışında) çok anlam
yüklüyoruz.Verdikleri tüm kararları özellikle siyasi tercihlerini belirleyen kararlarını bilinçli ve zahmetli bir düşünce evresinden geçirerek aldıklarını düşünüyoruz. Yani tüm ekonomik verileri gözden geçirdiklerini, ülkemizdeki Suriyelilerin sığınmacı olduklarının, mülteci olmadıklarının farkında olduklarını, kişisel özgürlükleri konusunda diğerlerinden daha bilinç düzeyi yüksek olarak hareket ettikleri ön yargısı ile hareket edip, kendi tahminlerimizi dile getiriyoruz. Şey  gibi her tarih profesörünün aslında birer Henry Kissinger  hatta global ekonomi konusunda duayen olduğunu düşünüp diğerlerinin de bu fikri hap şeklinde yutacağını düşündüğümüz gibi. 

31 Mart Yerel Seçimleri ile ilgili öngörülerimiz aslında temennilerimiz...Çünkü bu temennilerimiz de bizim kısa yollarımız ile verdiğimiz yargılarımız.