18 Şubat 2019 Pazartesi
15 Şubat 2019 Cuma
Şöhret ve Olmak Üzerine
Eh… Toplumun genelinin sevgisine
ve ilgisine sahipseniz sizi kim sorgulayabilir ki? Kim nerede yanlış
yaptığınızı söylemeğe cesaret edebilir?
Şöhret aynı zamanda bir mekanizma
galiba... Henüz işleyişini çözemedim.
Sadece görebildiğim kadarıyla kendi kendisini sürekli üretebiliyor.
Çalışmaksızın para kazanmamız
mümkün değil. Bu yüzden sürekli çalışmak zorundayız. Yani değere karşılık değer
üretmek zorundayız.
Peki şöhret “değer üreten bir
mekanizma” mı?
Kendi kafamda bu soruya “Evet”
diye cevap veremiyorum.
Şöhretle ilgili kafamda oluşan
mekanizma kabaca şöyle:
Mekanizmanın başında birkaç görevli
var. Onlar mekanizmayı, besleyip ondan büyük kitlesel gelir elde eden
insanların emrinde çalıştırıyorlar. Bu mekanizma üretime beslenmiyor, sadece “taleple”
besleniyor. Mekanizmanın başındaki insanlar da onu yeni talepler üretmesi için
ayarlayıp duruyorlar.
Böylece makinenin ürettiği
şöhretlerin aslında ne iş yaptıklarına artık hiç kimse dikkat etmiyor. Bütün
istenen şöhret makinesinin sürekli çalışması oluyor.
Bu makine iki işe yarıyor.
Öncelikle yeni şöhretler
yaratıyor.
Sonra da yarattığı şöhretlerin
sürekliliğini sağlamak üzere şöhret yan ürünleri, yedek parçaları,
haberler ve dedikodular üretiyor.
Şöhret, müşteriler için bir
mükemmellik sanısı yaratıyor.
Zaten şöhret tutkusunun en önemli
ateşleyicisi de bu sanırım. Böylece meselâ bir yazar, geçerli referanslarla
piyasaya girdiğinde “olduğunu” sanmaya başlıyor. Oysa asıl işin edebi olgunluk
konusunda kendi kendisine hesap verebilmek olduğunu çabucak unutuyor. Asıl sorunun, edebiyatın kendi hayatının ta
kendisi olduğunu göremeden sadece beğenilmek için yazıyor.
Böylece aslında kim olduğunu,
daha da önemlisi kim olmak istediğini düşünemez oluyor. Sonra yaşarken tek bir
eseri bile basılmamış Kafka hakkında ucuz felsefeler yumurtlarken onun kadar cesur ve olgun
davranıp davranamayacağı sorusunu aklına
bile getirmiyor.
“ Olmak ya da olmamak… “derken
Shakespeare elbette varoluşçu bir ders
veriyordu. Fakat bu noktada… Tam da şöhret tutkusuyla mükemmelleşmenin
ıstıraplı yol ayırımında herhangi bir yaratıcı zekânın kendisine bu soruyu “ Olmak
mı meşhur olmak mı?” diye uyarlaması
sanırım yerinde olurdu.
Çünkü bu soruya verilecek cevap
insanı bambaşka noktalara sürükleyecektir. Şöhret yolunda ömrü harcayan insan,
hedefe varamadığında, geride işe yarayacak pek bir şey bırakmayacaktır.
Oysa “olmak” yolundan giden insan
attığı her adımda, olgunlaşmasının meyvelerinin tohumlarını serperek ilerler.
Ve bu yolda ölse bile geride nesiller boyu yetecek bereketli meyveler bırakır.
Şöhret yolu, başkasının
arabasıyla sürat yapmayı gerektiren bir yoldur. “Başkasının” becerisine ve
hızına muhtaç olanın hedefine ulaşıp ulaşamayacağı ya da nereye kadara
gidebileceği belirsizdir.
Oysa olmak için yürüyenlerin
gittikleri her yol onların adımlarının izini taşır.
Evet….. Belki şimdi tekrar
düşünmeliyiz: “Olmak mı olmamak mı?”
SEVGİ ÖLDÜRÜR MÜ?
Sevgi üzerine yapılan
güzellemelerin vardığı en üst noktadır, sevgililer günü..Bu güne ilişkin olarak
en sık dile getirilen eleştiriler ticari bir araç olarak kullanıldığı ve sevgiyi
ifade etmenin günü olmadığı şeklindedir.Bu eleştirilerin kendi içinde doğruluk
payı olabilir; karşı görüşlerde mutlaka vardır.Bu gün sevgi üzerine yazacakken ‘sevgililer
günü’ ile başlamasam olmazdı.
Sevgi kavramı yüzyıllar boyunca
insanoğluna ilham kaynağı olmuş, uğruna ne eserler yaratılmış, ne trajediler
yaşanmış, ne savaşlar verilmiştir. Sevgi uğruna verilen savaşlar evet savaş! Ne
ironik değil mi? Hatta Tanrı sevgisi, din sevgisi gibi sevginin boyut
değiştirdiği durumlarda çok daha ironik!! Tanrı’nın işe karıştırılmadığı
durumlarda ülke sevgisi devreye girer! Benim favorim insanlık adına verilen
savaşlardır(!)
İnsanlara daha özgür, daha yaşanabilir bir hayat götürmek;
demokrasi, hak hukuk için Orhan Gencebay’ın şarkısında olduğu gibi daha güzel
bir dünya için, ‘Batsın bu dünya’ kıvamında verilen savaşlardır…
Sevgi ile ilgili ilginç
benzetmeler vardır; sevgiyle ezmek, sevgiden öldürmek.. Adam karısına şiddet
uygular neden sorusuna onu çok sevdiğim için kıskandım; çocuğuna şiddet
uygular, severim de döverim de der. Bu sevgi ne acayip kavramdır ki içinde yok
yoktur. Oscar Wilde, ‘The Ballad of Reading Gaol’ şiirinde ‘Herkes öldürür
sevdiğini’ diyecek kadar ileri gitmiştir ya da sevgi üzerine en gerçek itirafı
dile getirmiştir. https://youtu.be/fkJXBLhxS0k
Sevginin türleri ve familyaları vardır. Micro milliyetçilik türü, macro milliyetçilik familyasıdır. Şöyle ki Kasımpaşalı olmak türü, tek millet olmak familyası gibi. Arkadaş sevgisi türü, aşk familyası gibi. Şekilleri vardır;yapış yapış sevmek,onurlu sevmek, adam gibi sevmek, öldüresiye sevmek..Sevginin ortak bir dili olduğu iddiası vardır.Bu dilin henüz bir alfabesi bile oluşturulamadığı halde.
Biz seksen küsur milyon artı 5-6 milyonu
bulan Suriyeli sığınmacı nüfusu ile Hollandan’ın 6 katı, İsviçre’nin 10 katı
nüfusa sahip bir ülkede yaşıyoruz. Bizler sığınmacılar yok iken zaten bir birimizi
sevmiyorduk, seviyor gibi yapıyorduk. Üstüne kendi ülkelerinde bile sevilmeyen,
devletleri tarafından ötekileştirilen sevgisiz bir sığınmacı topluluğu da
eklendi, içimize. İşin ilginç yanı birbirimizi sevmezken nerdeyse bizim
dışımızda Avrupalı Devletler başta olmak üzere dünya tarafından sevilmeyen,
istenmeyen bu insanları aramızdan bazıları çok sevdi..Sığınmacıları
sevmeyenlerde birbirlerini çok sevdi(!)
Birbirini sevmeyen insanlara,
hatta kendinden başka kimseyi sevmeyen insanlara sevecekleri bir şey vermelisiniz
ki bir arada yaşamaya çalışsınlar. Ya para
ya da gidecekleri başka bir ülke olmadığı için vatan sevgisi..Tek başına
vatan yetmez, bayrak, toprak millet gibi bezemelerde olmalı. Bir zamanlar
atların ve kılıçların kullanıldığı ‘Kızıl
Elma’ mitinin olduğu devirlerde nerenin elması güzelse oraya konulduğu,
birbirini sevmeyenlerin, sevdiklerini bulup devlet kurduğu zamanlarda sevmek
için daha çok seçenek vardı, mutlaka.
Sevgi üzerine sevgili üzerine
yazılanlar söylenceler sevgi adına yapılan fedakârlıkları konu alır. Neredeyse
sevgiden kazanan hiç yoktur. Öyle ki dinler bile Tanrı sevgisinin mükâfatını bu
dünyada değil hep vaat edilen diğer dünyaya bırakmışlardır.
Sevmenin zorluğu değerini artıyor
mu yoksa değersizleştiriyor mu? Başa dönersek, sevgi yüzünden bu kadar acı,
ıstırap çekiliyorsa sonunda herkes sevdiğini öldürüyorsa senede bir gün
birilerinin sevgiden fayda sağlamasına(Hoş siyasetçiler bolca sağlıyor ya o
başka yazının konusu) para kazanmasına, bir günde olsa öldürmeden sevdiğini
söylemesine izin verelim..
11 Şubat 2019 Pazartesi
9 Şubat 2019 Cumartesi
Laiklik Neden Gerekir?
Şeriatçılığın müdafaası iki ayak
üzerine oturtuluyor:
Bunlardan birincisi popülist
siyasal söylemin dayandığı “İnandığını yaşamak” sloganına dayanıyor.
İkincisi ise biraz daha az bilinen “ Medeniyet üreten
İslâm” söylemine dayanıyor.
İkincisinden başlamakta sakınca
görmüyorum. Sık sık kullanıldığı gibi İslâm bir ortak medeniyet üreticisi
olduğu algısı maalesef yanlıştır.
Çünkü öncelikle birbirleriyle ortaklaştırılan Müslüman toplumların Tanrı
telâkkileri Arap’ların bütün ırkçı ve baskıcı egemenliklerine rağmen asla
aynılaştırılamamıştır. Bu egemenlik esnasında Araplar yalnızca kendileri kadar
geniş bir siyasallaşma imkânına ve ifade aynı zamanda dilsel ifade imkânına
sahip olmayan küçük toplumları Araplaştırabilmiştir. Oysa asimile edemedikleri
Türk Ulusu için “Allah” bugün dahi Arap’ların Yahudi’ler’den ve Arap’lardan
edindikleri, “kahhar”, “müntekim” “oyun kuran” ilahından ayrı bir üstün
varlıktır.
Bu genel sebebin hemen arkasından,
ilâhını insanlaştıran bir siyasal yapı olarak İslâm’ın, insanlaştırılmış bir
(Antropomorfizm) yaratıcı güç adına karar veren insanların yorumlarıyla
hükmetmesi olayı gelir.
İşte bu noktada işin merkezine “Tanrı’nın
halifelerinin” egemenliği oturur. Böyle bir egemenliğin temelinde de “ölçü”
olarak Arap örfü oturtulur.
Buna nasıl hükmedebiliyoruz?
İslâm yaygınlaşmağa başladığında toplumsal konularda Kur’anda pek az hüküm vardır. Bu gün din dediğimiz
hükümler içinde “ peygamberin, öğrettiği dine uygun olduğunu düşündüğü Arap
örfünün unsurları” bulunduğunu hadis profesyonellerinden öğreniyoruz. İslâm’ın
tek Tanrıcılığı’nın dışında hiçbir kurumsal özelliğinin olmaması durumu, yasama
problemini Arap örfünü ikame ederek
aşılmağa çalışılmıştır. Bu noktada “kutsal” Tanrı inancı , “beşeri bir
yorumlama egemenliği” haline
getirilmiştir.
Buradaki sorun şudur: Buradaki “beşeri
yorum”, sözde Tanrı kutsallığıyla
yetkilendirildiği için başka insanların akıllarının düzelticiliğine
kapatılmıştır. Bu noktadan sonra da “din kurumunun” dışında kalan insan
eylemlerinin “ Tanrı halifelerinin akılları” dışında düzenlenmesinin imkânı kalmamıştır. Belki sözü çok fazla dolandırmış olabiliriz
ama “din kurumu” dışında kalan insan eylemlerinin, o eylemlerinin akıllarıyla
değil de ancak ve yalnız “Tanrı halifelerinin” akıllarıyla yönetilebileceği hükmü ile medeniyet üretme kapasitesi bitmiştir.
Peki “ İslâm medeniyeti” denen
şey o halde nasıl meydana gelmiştir?
“İslâm medeniyeti” diye bir şey
yoktur. Çünkü birbiriyle benzeşen, mutlu olabilen, anlaşabilen, bir ümmet olmadığı gibi ikinci olarak İslâm’a
atfedilen bütün medeni etkinlikler aslında “ Tanrı halifelerinin” hükümlerine
rağmen geliştirilen ürünlerden ibarettir. Çünkü “medeniyet”, insanın yaratıcı ve
varoluşu destekleyici etkinliklerinin ürünlerinden oluşur. Bundan dolayı
da bir siyasal egemenlik kurumu olan
dinle ilgili olabildiği gibi bununla ilgisiz de olabilir.
Oysa İslâmcı’ların hepsinin
istisnasız dedikleri gibi “İslâm’ın müdahale etmediği herhangi bir nokta
yoktur. Ve Müslüman’lar için “dar-ül
İslâm”, dinin, hayatı külliyen düzenleyebildiği ülke demektir. Bunun anlamı “Tanrı adına hükmeden tanrı
halifelerinin hayatın her alanına müdahale edebildiği ülke” demektir.
Dinin özünde medeniyetin
unsurlarından hiç birine yer yoktur. Bunun temel sebebi de “adına egemenlik yetkisinin” kullanılan Tanrı’nın sözlerini içinde medeniyetin, yani “varoluşu
destekleyici etkinliklerin ürünlerin” yer almamasıdır. Dinin temelindeki inanç,
Tanrı’nın bölünmezliği ve bundan çıkarsanan
bölünmez ve sürekli bir ahlâk inancıdır. Eğer Tanrı bize bir şeyler söylemişse
bu kapsam dışında bir şey söylemiş olması onun kutsallığına ve dokunulmazlığına
ve erişilmezliğine aykırı olurdu.
Oysa din, “Cennete kimin
gireceğine karar veren insanların egemenliğinden” ibarettir.
Hal böyle olunca da ortaya İbn-i
Sina’nın tıbbı ki İbn-i Sina otopsi çalışmalarını, din adamlarının hayatına
kast etmeleri tehdidine rağmen yapabilmiştir dinin, bilimi teşvik ediciliğinden
dolayı değil- sadece onun kültürel kimliğinin etiketini taşır; mensup olduğu
toplumun toplumsal düzeninin etkilerini taşımaz.
İşte dinin medeniyet karşıtı bu “akıl
dışı-kutsalcı” doğasından dolayıdır ki bütün mensupları dinle ilgili çalışmayan bütün bir ulusun
toplumsal hayatını ilgilendiren yasama ürünlerinin,
“Tanrı halifelerinin” kısıtlı bilgi ve akıllarının hükümlerine terk edilmesi
mümkün olamaz. Çünkü “Tanrı adına”
konuştuğunu iddia edenlerin “Tanrısallığa” ortak olmaları “birlik inancına”
açıkça aykırıdr.
Varlığı doğrudan doğruya “var oluşu
destekleyen etkinliklere ve bu etkinliklerin ürünlerine” yani “medeniyete”
aykırı olan bir siyasal kurumun hayata müdahalesinin kesin şekilde engellenmesi
ihtiyacı, lâikliği doğurmuştur.
İnsan dinle var olmaz ve din için
de var olamaz. İnsan yaratışının getirdiği doğal yaratıcılıkla toplumsallaşır. Eğer varlığımızı sürdürmek istiyorsak
varlığımızı destekleyen etkinlikleri yani medeniyeti korumamız icap eder ki bu
da ancak dinin toplumsal düzenleyicilik
iddiasının kesinlikle engellenmesini yani lâikliği korumayı gerektirir.
6 Şubat 2019 Çarşamba
5 Şubat 2019 Salı
Yargılarımız
İnsanlar iki farklı olayı, süreci ya da kişiyi karşılaştırırken belirsiz bir durum söz konusu olduğunda, "temsil edilebilirlik, bulunabilirlik, sayısal bir veri karşılaştırılıyorsa çıpa( Kişi başına günlük kalori ihtiyacı gelişmiş ülkelerde 3390 kalori, gelişmekte olan ülkelerde 2480 kalori, az gelişmiş ülkelerde 2070 kalori- yoksulluk sınırı, gibi..), kısa yollarını kullanarak bir yargıya varır.(Kahneman, Belirsizlik Altında Yargı, Makale)
Metroda yaşlı bir insana yer veren, yine metroda gözünü gözünüze dikmeden oturan birini 'iyi' olarak tanımlamakta bir sakınca görmeyiz çünkü daha yavaş, bilinçli ve zahmetli bir düşünme biçimini kullanmamış anlık karar verilmiştir.Yaşlıya yer veren, yaşlı kişinin kokusundan rahatsız olduğu için,
gözlerini size çevirmeyen kişinin psikolojik problemleri olduğu için bu davranışları yaptıklarını bilinse yine 'iyi' tanımı yapabilir miydi?
Duygular, sezgiler ve zor bir soru geldiğinde ikamenin farkına varmadan onun yerine daha kolay soruyu yanıtlamak olarak ortaya çıkan kısa yollar kararlarımızı etkiler. 31 Mart'ta yapılacak Yerel Seçimler ile ilgili sokak röportajlarında, hangi adaya oy vereceksiniz sorusu kolaylıkla yanıtlanırken , neden oy vereceksiniz sorusunun geçiştirilmesi gibi. Sorunların göreceli önemini belleklerinde ne kadar kolay ulaşabildikleri ile değerlendirilir, Çocuk istismarları ile ilgili haberler medyada gündem oluşturduğunda topluma olarak en önemli sorunumuz ne sorusu yöneltilse idi; yanıt büyük olasılıkla "Çocuk istismarları" olurdu.
Siyaset yapmak tüm bu nedenlerden dolayı daha kolaydır da politika üretmek zordur. İnsanların duygu ve sezgilerine hitap eder ve kolay yanıtlayacakları sorulardan olursanız vazgeçilmez bir siyasetçi olabilirsiniz. Bu kadarını bile başaramıyorsanız, siyasetçi değilsinizdir. Son iki yüz yıldır, insanoğlu hiç üretmediği kadar bilgi üretti. Buna karşın, bilim insanlarını mucitleri değil, siyasi romantizmin, popülizmin dilini etkili kullanan siyasileri lider olarak gördü.
Bir şeyi, kişiyi ya da durumu iyi olarak tanımlamakta zorlanmıyorduk. Siyasetçi olarak duygusal bağ kurduğumuz kişileri de iyi olarak tanımlıyoruz. Örneğin, Mansur Yavaş'ı anlatırken güler yüzlü çok iyi adam diyor, taksi sürücüsü. Güler yüzlü olması ile kolay yanıtını da getiren belediye başkan adayı durumuna sokuyor, Yavaş kendisini. Aslında bilinir ve Ankaralı olmasıyla temsil edilebilirlik şartlarını sağlayarak çoktan rakibine karşı üç kısa yol koşulunu seçmenleri için yerine getirmiş oluyor.
Türkiye'de parti genel başkanlarını liderlikle özdeşleştirme gibi bir yanılgı söz konusu.Liderlik üzerine sayfalar dolusu yazılabilir. Yukarıda anlatılan üç kısa yol koşulunu sağlayan her siyasi lider midir? Halkın veya sizinle duygusal bağ kuran kitlenin sizi lider olarak görmesi detaylandırılması gereken şartlara bağlı değil. Bu üç koşulu yerine getirdiğinizde sıradan hatta kendini uzman gören insanların sizi 'liderim' olarak tanımlaması için yeterli.
Meral Akşener, İYİP Genel Başkanı. Kadın ve uzun süredir siyasetin içinde mi, temsil edilebilir mi? Türkiye daha önce bir kadın başbakan deneyimi yaşadı mı, Akşener, o başbakanın kabinesinde bakan mı yani benzer bir senaryo bulunabiliyor mu; tüm bu soruların cevabı evet ise Meclis Başkan Vekilliği yaptığı dönemden belirli bir sempati kazandıysa bu onu lider mi yapar yoksa insanların yanıtını kolay verdikleri bir siyasetçi mi?
Aslında sokaktaki insana hatta konusunda uzman kişilere (uzmanlık alanları dışında) çok anlam
yüklüyoruz.Verdikleri tüm kararları özellikle siyasi tercihlerini belirleyen kararlarını bilinçli ve zahmetli bir düşünce evresinden geçirerek aldıklarını düşünüyoruz. Yani tüm ekonomik verileri gözden geçirdiklerini, ülkemizdeki Suriyelilerin sığınmacı olduklarının, mülteci olmadıklarının farkında olduklarını, kişisel özgürlükleri konusunda diğerlerinden daha bilinç düzeyi yüksek olarak hareket ettikleri ön yargısı ile hareket edip, kendi tahminlerimizi dile getiriyoruz. Şey gibi her tarih profesörünün aslında birer Henry Kissinger hatta global ekonomi konusunda duayen olduğunu düşünüp diğerlerinin de bu fikri hap şeklinde yutacağını düşündüğümüz gibi.
31 Mart Yerel Seçimleri ile ilgili öngörülerimiz aslında temennilerimiz...Çünkü bu temennilerimiz de bizim kısa yollarımız ile verdiğimiz yargılarımız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)