Vurun Kocasakal’a!
Son günlerde “Adalet Yürüyüşü”
hakkında Ümit Kocasakal’a yöneltilen sosyal medya tepkileri dikkatimi çekti.
Bu tepkilerden bazıları onu, “haklı
bir mücadeleyi eleştiren bir fırsatçı” olarak yargılıyor.
Kocasakal’ın konuyla ilgili iki
yazısını okudum.
Bu yazıları okuyunca Türkiye’deki
siyaset pratiğinin, düşünme
alışkanlığını ve yöntemini nasıl baltaladığını
daha açık anladım.
Öncelikle Kocasakal, “Adalet
Yürüyüşü’ünün” meşruiyetini veya haklılığını sorgulamıyor. Fakat siyasal somut bir eylemin sınırlılığına dikkat çekiyor.
Siyasal eylemler, etkileri kısa
vadeli ve sınırlı eylemlerdir. Genellikle kesin taraftarlık duygularını biler,
keskinleştirir ve etkilerini toplumda yarattıkları istemli ya da istemsiz
ayrışmayla gösterirler. Şurası bir gerçek ki siyasal eylemlerin yasamaya ait
olan kısmı, ülkenin kaderi üzerine elbette kalıcı hasarlar yaratabilir. Buradaki
“siyasal eylemden” kastımız, siyasal partilerin toplumsal tepkileri güdülemek
için kullandıkları, miting, yürüyüş, toplantı gibi kısa süreli eylemlerdir.
“Adalet Yürüyüşü” özünde iyi
niyetli bir eylemdir. Çarpıcı ve özet ifadeler barındıran, sloganik bir eylemdir.
Siyasetin bütün amacı iktidarı
değiştirmektir. Demokratik ülkelerde bunun yolu halkın ikna edilmesidir. Büyük kitlelerin iknaında kullanılabilecek en
etkili yöntem ise slogandır. Sloganlar düşünceleri özetler, dillere pelesenk
edilir, rahat yaygınlaşır ve taraftarlık duygularını güçlendirir.
Bunun yanında basit ve
tekrarlanabilir hareketler de aynı işi görür. Haziran eylemlerindeki “Duran
Adam” bunun tartışılmaz en iyi örneğidir.
Peki ama bir toplumun bütün hayatı sloganlara ve basit eylemlere
indirgenebilir mi? Ya da bir ulusun bütün hayatı siyasetten mi ibarettir?
Türkiye’nin makus talihi Atatürk’ten
sonra ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi, genellikle popülist sağ siyasetçilerin
karşı devrimciliğine bağlanır ve bunda
büyük haklılık payı vardır. Ama asıl sorun bu değildir.
Atatürk’ten kopan Türkiye,
aslında felsefeden ve düşünceden kopmuştur. Türk merkezli bir düşünüş
biçimini siyasete ve akademiyaya benimsetmek isteyen ve özgün bir Türk düşüncesi yaratmak isteyen Atatürk’ten sonra
toplumun bütün hayatı, doğrudan doğruya siyasetçinin cahil keyfiliğine teslim
edilmiştir ki asıl “karşı devrim” budur.
Bir çelişki gibi görünse de bütün
bir hayatı politikadan ibaret hale getiren
“politizm”, kendisi dışındaki bütün örgütleri ve kurumları etkisiz ve anlamsız bir hale getirmiştir.
Böylece Türk Ulusu’nun bütün hayatı,
yasama ve yürütme erklerini ellerinde bulunduran insanların keyfi güç
kullanımlarına terk edilmiştir.
Burada bir parantez açarak kıta
Avarupası’nın Germenik pozitif hukuk
felsefesinin kabulüyle yargının , en nihayetinde kanun yapıcının esiri haline
gelmesi durumunun ortaya çıktığını gördüğümüzde ki bugünkü durum açıkça budur,
artık siyasetçinin müdahale edemediği hiçbir alanın kalmadığı da görülmüştür. “Kanuna hapsedilmiş yargı”, yasa yapıcı insanların kültürleri, bilgi
düzeyleri ve inançlarıyla sınırlanmış yasa yapabilme kabiliyetlerinin lafzına,
mutlak bağımlı olmak halini ifade eder.
Bu yapısal bağımlılık yargının
bir müddet sonra yasama eliyle biçimlendirilip iktidara karşı tamamen etkisiz
bir organ haline gelmesine de sebep
olabilir.
Konu dağılmış gibi görünse de
aslında hayatı politikanın mutlak egemenliğine terk etmek anlamındaki “politizm”,
en nihayetinde, yargıda lafız taassubunu ve esaretini getirdiği gibi toplumsal
hayatta da “olgusal esareti” ortaya çıkarmıştır. “Olgusal esaret” hayatı olgulardan ibaret yaşamak demektir.
Olgusal esaret, hayvansal yaşama en yakın haldir.
Olgusal esaret, insanların ancak ve yalnız en yaşamsal somutluklarla
ilgilenmesi halidir. Genellikle Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” ile
meşrulaştırılır.
Bütün hayatı kapsayan ve bütün
hayata hükmeden politika, insanların en nihayetinde ancak ve yalnız sloganlarla
düşünecek ve sloganları anlayabilecek düşünsel seviyeye indirmek için elinden
gelen her şeyi yapar. Nazi Almanyası ve
SSCB’de (ki SSCB’deki durumu kendi gözlerimle
gördüğüm için daha yakından biliyorum) her yerin sloganlarla ve
propaganda afişleriyle doldurulmasının en büyük sebebi budur.
Özellikle bizim gibi az gelişmiş
ülkelerdeki temel sorun, hukukun, yargı
uygulamalarından ibaret sayılmasıdır. Oysa hukuk, “hak ilişkilerine” ve “
temel menfaatlere(haklara) dair bitmeyen bir keşif sürecidir. Dolayısıyla hukuk,
sloganik eylemin aksine çok daha fazla sözcüğe ve düşünceye ihtiyaç duyan
fevkalâde zorlu bir çabadır.
Olgusal esaretin aksine hukuk, “
kavram egemenliğine” dayanır ve ihtiyaç duyar. Kavram egemenliği, hayatı anlamlara dayalı biçimde korumağa yönelik bir
çabadır. Kavram egemenliği, hayatı var eden
düşüncelerin en doğru, gerçeğe en yakın halini bulmak için anlamlar
üzerinde düşünmek işidir. Kavram egemenliği, insan hayatına olguların değil de
varoluşu sağlayan “anlamların” yön vermesi idealidir.
İşte Atatürk’ün Türk uygarlaşması
hedefinin temeli, Türk Ulusu’nun yaşantısının kavram egemenliği içinde
sürdürülmesi hedefidir.
Politizm, bu hedefi yıkarak Türk Ulusu’nun
günlük yaşantısını asgari hayvansal ihtiyaçlarla güdülemek yönetimini benimsemiş
ve ancak hiç taşımadığı, asla sahip
olamayacağı düşünsel yetkinlikle yönetilmesi gereken son derece hassas yasama ve yürütme
faaliyetlerini, en basit bir primat düşünsel seviyesinde ilkelleştirmiştir.
İşte Kocasakal- CHP sözde
çatışmasının temeli bu çelişkili durumdur.
Kocasakal hiç bitmeyecek bir
felsefî eylem ve kavram egemenliği ideali olarak gördüğü hukuksal çabanın
sonucu olarak adaletin korunmasının gereğine işaret ederek kısa vadeli çarpıcı
siyasi eylemlerin bu çabanın enerjisini
tüketebileceğine işaret etmiştir. Politizmin olgusal esaretinin doğal
sonucu olarak da slogan bağımlısı kitlelerin tepkisine maruz kalmıştır.
Türkiye, kitap okumaktan aciz
politikacıların Türkçe’nin felsefe dili olup olmadığına dair ahkâm kesebildiği
geri bir ülkedir. Akıllı tahtaya Türkçe yazamayan politikacıların slogan düzeyindeki orta beyinlerinin, makarnanın olgusallığıyla insanları
esir ettikleri ülkemde, Kocasakal’ın kavram egemenliğine dayalı hukuk ideali elbette
anlaşılamıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder