2 Temmuz 2017 Pazar

Türkiye’de Felsefe-Siyaset Çatışması




Vurun Kocasakal’a!

Son günlerde “Adalet Yürüyüşü” hakkında Ümit Kocasakal’a yöneltilen sosyal medya tepkileri dikkatimi çekti.

Bu tepkilerden bazıları onu, “haklı bir mücadeleyi eleştiren bir fırsatçı” olarak yargılıyor.

Kocasakal’ın konuyla ilgili iki yazısını okudum.

Bu yazıları okuyunca Türkiye’deki siyaset pratiğinin,  düşünme alışkanlığını ve yöntemini nasıl baltaladığını  daha açık anladım.

Öncelikle Kocasakal, “Adalet Yürüyüşü’ünün” meşruiyetini veya haklılığını sorgulamıyor. Fakat  siyasal somut bir eylemin sınırlılığına  dikkat çekiyor.

Siyasal eylemler, etkileri kısa vadeli ve sınırlı eylemlerdir. Genellikle kesin taraftarlık duygularını biler, keskinleştirir ve etkilerini toplumda yarattıkları istemli ya da istemsiz ayrışmayla gösterirler. Şurası bir gerçek ki siyasal eylemlerin yasamaya ait olan kısmı, ülkenin kaderi üzerine elbette kalıcı hasarlar yaratabilir. Buradaki “siyasal eylemden” kastımız, siyasal partilerin toplumsal tepkileri güdülemek için kullandıkları, miting, yürüyüş, toplantı gibi kısa süreli eylemlerdir.

“Adalet Yürüyüşü” özünde iyi niyetli bir eylemdir. Çarpıcı ve özet ifadeler barındıran, sloganik bir eylemdir.

Siyasetin bütün amacı iktidarı değiştirmektir. Demokratik ülkelerde bunun yolu halkın ikna edilmesidir.  Büyük kitlelerin iknaında kullanılabilecek en etkili yöntem ise slogandır. Sloganlar düşünceleri özetler, dillere pelesenk edilir, rahat yaygınlaşır ve taraftarlık duygularını güçlendirir.

Bunun yanında basit ve tekrarlanabilir hareketler de aynı işi görür. Haziran eylemlerindeki “Duran Adam” bunun tartışılmaz en iyi örneğidir.

Peki ama bir toplumun bütün  hayatı sloganlara ve basit eylemlere indirgenebilir mi? Ya da bir ulusun bütün hayatı siyasetten mi ibarettir?
Türkiye’nin makus talihi Atatürk’ten sonra ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi, genellikle popülist sağ siyasetçilerin karşı devrimciliğine bağlanır ve bunda  büyük haklılık payı vardır. Ama asıl sorun bu değildir.

Atatürk’ten kopan Türkiye, aslında felsefeden ve düşünceden kopmuştur. Türk merkezli bir düşünüş biçimini siyasete ve akademiyaya benimsetmek isteyen ve özgün bir Türk düşüncesi yaratmak isteyen Atatürk’ten sonra toplumun bütün hayatı, doğrudan doğruya siyasetçinin cahil keyfiliğine teslim edilmiştir ki asıl “karşı devrim” budur.

Bir çelişki gibi görünse de bütün bir hayatı politikadan ibaret hale getiren  “politizm”, kendisi dışındaki bütün örgütleri ve kurumları  etkisiz ve anlamsız bir hale getirmiştir. Böylece  Türk Ulusu’nun bütün hayatı, yasama ve yürütme erklerini ellerinde bulunduran insanların keyfi güç kullanımlarına terk edilmiştir.

Burada bir parantez açarak kıta Avarupası’nın  Germenik pozitif hukuk felsefesinin kabulüyle yargının , en nihayetinde kanun yapıcının esiri haline gelmesi durumunun ortaya çıktığını gördüğümüzde ki bugünkü durum açıkça budur, artık siyasetçinin müdahale edemediği hiçbir alanın kalmadığı da  görülmüştür. “Kanuna hapsedilmiş yargı”,  yasa yapıcı insanların kültürleri, bilgi düzeyleri ve inançlarıyla sınırlanmış yasa yapabilme kabiliyetlerinin lafzına, mutlak bağımlı olmak halini ifade eder.

Bu yapısal bağımlılık yargının bir müddet sonra yasama eliyle biçimlendirilip iktidara karşı tamamen etkisiz bir organ  haline gelmesine de sebep olabilir.

Konu dağılmış gibi görünse de aslında hayatı politikanın mutlak egemenliğine terk etmek anlamındaki “politizm”, en nihayetinde, yargıda lafız taassubunu ve esaretini getirdiği gibi toplumsal hayatta da “olgusal esareti” ortaya çıkarmıştır. “Olgusal esaret”  hayatı olgulardan ibaret yaşamak demektir. Olgusal esaret, hayvansal yaşama en yakın haldir.

Olgusal esaret, insanların ancak ve yalnız en yaşamsal somutluklarla ilgilenmesi halidir. Genellikle Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” ile meşrulaştırılır.

Bütün hayatı kapsayan ve bütün hayata hükmeden politika, insanların en nihayetinde ancak ve yalnız sloganlarla düşünecek ve sloganları anlayabilecek düşünsel seviyeye indirmek için elinden gelen her şeyi yapar.  Nazi Almanyası ve SSCB’de (ki SSCB’deki durumu kendi gözlerimle  gördüğüm için daha yakından biliyorum) her yerin sloganlarla ve propaganda afişleriyle doldurulmasının en büyük sebebi budur.
Peki ama politikanın bu mutlak egemenliği ve tasallutu nasıl engellenir? Bunun yolu hukuktan geçer.

Özellikle bizim gibi az gelişmiş ülkelerdeki temel sorun, hukukun, yargı uygulamalarından ibaret sayılmasıdır. Oysa hukuk, “hak ilişkilerine” ve “ temel menfaatlere(haklara) dair bitmeyen bir keşif sürecidir. Dolayısıyla hukuk, sloganik eylemin aksine çok daha fazla sözcüğe ve düşünceye ihtiyaç duyan fevkalâde zorlu bir çabadır.

Olgusal esaretin aksine hukuk, “ kavram egemenliğine” dayanır ve ihtiyaç duyar. Kavram egemenliği, hayatı  anlamlara dayalı biçimde korumağa yönelik bir çabadır. Kavram egemenliği, hayatı var eden  düşüncelerin en doğru, gerçeğe en yakın halini bulmak için anlamlar üzerinde düşünmek işidir. Kavram egemenliği, insan hayatına olguların değil de varoluşu sağlayan “anlamların” yön vermesi idealidir.

İşte Atatürk’ün Türk uygarlaşması hedefinin temeli, Türk Ulusu’nun yaşantısının kavram egemenliği içinde sürdürülmesi hedefidir.

Politizm, bu hedefi yıkarak Türk Ulusu’nun günlük yaşantısını asgari hayvansal ihtiyaçlarla güdülemek yönetimini benimsemiş ve ancak  hiç taşımadığı, asla sahip olamayacağı düşünsel yetkinlikle yönetilmesi gereken  son derece hassas yasama ve yürütme faaliyetlerini, en basit bir primat düşünsel seviyesinde ilkelleştirmiştir.

İşte Kocasakal- CHP sözde çatışmasının temeli bu çelişkili durumdur.

Kocasakal hiç bitmeyecek bir felsefî eylem ve kavram egemenliği ideali olarak gördüğü hukuksal çabanın sonucu olarak adaletin korunmasının gereğine işaret ederek kısa vadeli çarpıcı siyasi eylemlerin bu çabanın enerjisini  tüketebileceğine işaret etmiştir. Politizmin olgusal esaretinin doğal sonucu olarak da slogan bağımlısı kitlelerin tepkisine maruz kalmıştır.


Türkiye, kitap okumaktan aciz politikacıların Türkçe’nin felsefe dili olup olmadığına dair ahkâm kesebildiği geri bir ülkedir. Akıllı tahtaya Türkçe yazamayan politikacıların  slogan düzeyindeki  orta beyinlerinin, makarnanın olgusallığıyla insanları esir ettikleri ülkemde, Kocasakal’ın kavram egemenliğine dayalı hukuk ideali elbette anlaşılamıyor.

Hiç yorum yok: