Gereksiz görsel unsurlardan
arındırılmış ve hatta tiyatronun bile dekor fazlalıklarından uzak salt bir
insani durum filmidir Dogville.
Oyuncularının kudreti ile film, belki
de “oyun” demeliyiz, sizi içinizdeki insanın gelgit sahillerine sürükler ve en
sonunda insanın yargıdan kurtulamayacağı fikri ile biter.
Filmin öyküsünün özeti, çaresiz
bir genç kadının ücra bir kasabada yaşadıklarıdır.
Öyle ki o ücra kasaba kendi içine
kapanmış, kendi halinde masum insanların yaşadığı tipik bir Amerikan kasabasıdır.
Bu kadar masum bir kasabanın
hayatı, çaresiz, güzel bir yabancının
aralarına karışmasıyla bir anda değişir.
O kadın nereden gelmiştir? Kasaba
hayatına uyum sağlayabilecek midir? Kasabaya bir maliyet yaratmadan hayatını
sürdürebilecek midir?
Bu sorulardan ilki dışındakiler
zamanla cevap bulurlar.
Kasabanın hayatının eski
düzeninde sorunsuz yaşanmasını bekleriz ama öyle olmaz. Çünkü özellikle kasabanın erkekleri bu “kökü
dışarıda” kadının çaresiz ve kimsesiz olduğunu bir kere fark etmişlerdir. Bunu
fark ettikleri anda yabancı ( Nicole Kidman) onlar için sorumsuzca kullanılabilecek
bir nesne haline gelir. Erkekler
onu taciz eder hatta ona tecavüz bile ederler.
Kadınlar onu aşağılayıp
köleleştirebileceklerini görürler. Bu döngüye çocuklar bile dahil olur.
Demokrasi ve insan hakları bu
topraklarda yeşermemiştir. Bu kavramlar “kökleri dışarıda” olan kavramlardır.
Ancak ve yalız belli usul kurallarına samimiyetle bağlı kalmayı isteyen
toplumlarda hayatta kalabilirler.
Atatürk gerçek bir devrimle
Türkiye toprağına sahiplerinin Türkler
olduğunu söyleyerek demokrasi ve insan hakları
kavramlarını dikti. Devrimleriyle o kavramların nasıl yaşatılacağını
bize öğretti. O kavramlar yaşadıkça onların uygarlık meyveleriyle daha mutlu ve
müreffeh yaşayabilecektik.
Peki ama bu kavramlara neden
bağlanmalı ve onları neden yaşatmaya çalışmalıydık?
Atatürk bu kavramları emanet
ettiği milletin Türk Milleti olduğunu, emanetçilerine
hatırlattı. Bu adın salt bir kabile adı olmayıp demokrasi ve insan hakları
kavramlarının öncüllerini çok çok önceden içinde zaten yaşatmış bir büyük ulusun
adı olduğunu bize hatırlattı. “Tek iftiharım Türk olarak doğmuş olmamdır!”
diyerek bütün kudret ve mevkiinin yalnızca Türklük’ten kaynaklandığını söyledi.
Sorun şuymuş ki demokrasi ve insan hakları kavramlarını
emanet alan kitlenin onları yaşatmak gibi bir arzusu yokmuş. Böyle bir arzusu
olmadığı gibi aynı zamanda bu kavramları
yaşatacak gerçek insani akıl ve vicdandan da mahrummuş.
Uzatmaya gerek yok. Kurallar
çerçevesinde hareket edip de kendi milletine silâh çekmekten kaçınan Türk
askerinin gırtlağına sarılan bir kitlenin varlığı bize şunu gösterdi:
Bu ülkede Türk adının taşıdığı uygarlık meyveleriyle beslenerek onu
yok etmeğe istekli büyük bir yabancı kitle meydana gelmiştir.
Bu kitle bugün Türk adını ve onun
uygarlık ağacını kökünden kazıyabileceğine inanan, akıl ve ruh sağlığı şüpheli bir kitledir. Bu kitle kot kemeriyle,
sopalarla tankları durdurabildiğini sanan, kural duvarlarına güvenen insanları
sarığıyla, sakalıyla, sopasıyla tehdit edip “yola getirebileceğini” sanan
nevrotik daha da kötüsü ahlâk yoksunu
bir kitledir.
Nevroz gerçeklik algsının
bozulmasıyla ilgili pek geniş ve genel bir terimdir. Dolaysıyla tanklara karşı durduğunda tank personelinin
cevabını idrak etmekten uzak kendi içine kapanmış ve dünyayı yalnız ve ancak
kendisi için yaşayacak kadar egosentrik bir topluluk bu gün başta Türklük olmak
üzere onun sahipliğinde yaşatılmış insan
hakları ve demokrasi kavramlarını açıkça iğfal etmektedir.
Filmin sonunu söylemeyeceğim ama efsanevi
aktör James Caan’ın efsanevi repliğini tekrarlamadan da duramayacağım: “ Bir
köpeği, doğasına her uyduğunda, başını
okşayarak terbiye edemezsin…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder