26 Ocak 2017 Perşembe

KARA GÜN FİLMİ –TEBAA OLMAK



2013 yılında Boston Maratonuna yapılan bombalı saldırıyı konulan Patriots Day, ‘Kara Gün’ filmi 2016 yapımı. Yönetmen koltuğunda Peter Berg var, senaryonu Peter Berg ile Matt Cook yazmış. Filme konu olan saldırıyı kısaca özetlemek gerekirse; iki Çeçen kardeş hazırladıkları el yapımı bomba ile maratonun bitiş çizgisine yakın bir nokta da gerçekleştirdikleri saldırı ile 3 kişi hayatını kaybeder ve 200 kişi yaralanır. Saldırganlardan Tamerlan Tsarnaev, 3 gün sonra polisle girdiği çatışmadan ağır yaralı olarak, diğeri Cevher Tsarnaev, 19 Nisan günü bütün gün ve gece süren bir insan avı sonucunda yakalanır.  19 Nisan günü boyunca Boston ve civarında toplu taşıma araçları, iş yerleri, okullar ve üniversiteler dahil bir çok kuruluş kapatılır ve halkın dışarı çıkmamaları ve kapılarını kilitli tutmaları istenir. FBI ve polis güçleri ortak hareket eder ve her zaman ki gibi sıradan bir polis memuru birden kahraman olur.


Filmde kopan ayaklar, bacaklar kan ve dehşet görüntüleri eşliğinde veriliyor. Zaman zaman orijinal haber görüntülerine kullanılmış, Barack Obama’nın konuşması gibi. Filmde bir kare de J.F. Kennedy’in fotografına var ki ‘ne şimdi dedirtiyor’, sanırım yeni seçilen Cumhuriyetçi Başkan Trump’a selam vermişler. Filmde ironik bir sahne de var; Çeçen saldırganın eşi FBI tarafından sorguya alındığında, avukat istiyorum, diyecek kadar Amerikalı olmayı içselleştirmiş.. Film sanatsal anlamda pek bir şey ifade etmediği gibi oyuncuların özellikli çabası da yok.


Pekiyi bu film neden mi anlattım?

Bizde vaka-ı adliyeden olaylar haline gelen terör saldırılarını düşündürdü de ondan.


Hemen her filmde eleştirseler bile Amerikan Devlet geleneğine bir öykünme vardır. Bir taraftan eleştirirler, bir taraftan FBI, CSI, NSA kutsarlar, ulusal muhafızları ile gövde gösterisi yaparlar. En nihayetinde Amerikan halkının yaşam tarzına kim müdahale ederse, cezasını bulur. Bu noktadan bakıldığında halkının kişisel özgürlüklerini ve yaşam tarzını yasalarla güvence altına almış, ekonomik ve siyasi açıdan güçlü bir devletin bir parçası olmak, çok da imrenilesi gözükmüyor değil..



Bizde ki kadercilik bir gün nasıl olsa öleceğiz, şu ya da bu nedenle, anlayışı; anlaşılan terör saldırılarını daha kolay kabul edilir kılıyor.Aslında Ortadoğu coğrafyasında genel hakim inanç bu şekilde..Niçin, neden veya nasıl oldu; en önemlisi aksiyon almakta kim yetersiz kaldı, gibi soruları sormak yerine ampirik bir tavırla suçlayacak bir dış odak bulmak(Haklılık payı olmakla birlikte) hem kendini tebaa olarak görmekten bir türlü kurtaramamış halkın hem de hükümetlerin işine gelir. Bu coğrafya da aslında insan hayatının değeri yoktur dolayısı özgürlüklerin ve yaşam tarzlarının da.


Düşünmek, sorgulamak ağır işçilik.Sizin yerinize karar veren bir erk.Tebaa oldunuz mu her şey daha kolay..En nihayetinde ye, uyu, üre; münasip görülürse çalış yoksa sana verilenle yetin. Burada sıkıntı sen tebaa olmayı reddediyorsan çıkıyor. Benim bedenim, benim seçimim, benim yaşamım dediğinde..


Aslında her terör saldırısı, yaşam tarzına bir müdahaledir. Başta yaşama hakkı olmak üzere..Her saldırı özgürlüklerinizden birazı götürür. Önce haber alma özgürlüğünüz kısıtlanır, sonra sizin yerinize karar verenler, seçtikleriniz ya da tebaası olmayı kabul ettikleriniz, öncelikler listesi oluşturur. Saldırı amacına tam on ikiden ulaşır. Hayatta kalayım derken hayatta olmanızı değerli kılan ne varsa bir bakmışsınız elinizden uçup gitmiştir.


20 Ocak 2017 Cuma

Kürt Görünürlüğü Ve Muhtemel Sonuçları



Önce bir azınlığın ifade özgürlüğü sorunu gibi ortaya atıldı. Sonra  “görünür olmak” diye ifade edildi. En sonunda “egemenlik paylaşımı” ve bağımsızlık noktasına taşındı.

Bahsettiğimiz  şey, “Kürt Sorunu”.

Kürt  Sorunu  aslında, Türk uluslaşması içine dahil edilmiş bir  etnisitenin durumu hakkında, bilgisizce  bir talepten ibaret.

Bu bilgisizlik  en başta Türkiye dışındaki Kürt topluluklarının toplumsal durumları hakkında .

Kürtlerin bu ülkelerdeki resmi konuları ayrı bir tartışma konusu. Çünkü her ülkenin kendi kuruluş biçimi var   ve kimi azınlık, kimi ulusal çoğunluk sayacağın belirlemek o ülkenin kurucu ulusunu ilgilendiriyor. Zaten bu durum, politik rüzgârlara göre ani değişebiliyor.

Meselâ İran’da Kürt azınlığın Kürtçe eğitimine izin verildiği söyleniyor ama Kürtlerin bağımsızlığa yönelik en ufak bir silahlı direnişi en sert şekilde  eziliyor.

Bunun yanı sıra  Türkiye dışındaki diğer Ortadoğu ülkelerinde Kürtler topluma karışamıyor. Onlar ne Arap ne Fars sayılabiliyor. Araplar ve Farslar, Kürtleri kendileriyle karışmaması gereken bir tür ikinci sınıf kabile olarak görüyor. Dolayısıyla bu ülkelerdeki Kürt okulları bizde sanıldığı gibi “silâhlı Kürt yiğitlerinin korkusuyla” verilmiş haklar  falan değil. Bu haklar, “zararsızlıkları” sağlanmış ya da toplumda karışması kesin şekilde engellenmiş  canlılara verilmiş lütuflar olarak görülüyor. Dahası, ABD’nin eliyle semirtilmiş ve şımartılmış Kürt  Bölgesi  yönetimi,  Arap yöneticilerin ve halkının nefretini fazlasıyla üstüne çekiyor. Kürtler ABD eliyle egemen kılınmış şımarık petrol zengini rolüne kendilerini kaptırmış görünüyorlar. Buna bir de artan gayri meşru Kürt silâhlanmasını eklersek Kürt sorunu “kaset çıkarmanın” çok ötesine geçen, uluslararası bir belâ haline geliyor.

Ortadoğu’da dört ülke Kürt sorunundan mustarip. Bunlar içinde Kürtlerin resmen “uluslaşmaya” dahil edildiği tek ülke Türkiye. Türkiye “ulus” toplumsal birimi dışında bir toplumsal birimi, siyasal egemenlik kullanıcısı olarak  tanımıyor.

Bu tercih isabetli midir, değil midir? Şimdiye kadar isabetli olduğu görülüyor. Çünkü Kürtlerin siyasi anlamda “görünmez kılınması” diye yorumlanan  bu tercih, onların  toplumda da uluslaşmış, “değerdaş” bir topluluk olduğu algısını yaratmıştı. Bu yüzden herhangi birinin Kürt olmasının da Türk toplumunda bir önemi kalmamıştı.

Şimdi deniyor ki  “Biz Kürtüz!” demek istiyoruz. Elbette denebilir, neden denmesin?

Sorun şu ki bu güne kadar uluslaşmayla kendi arasındaki bütün cemaatleşmeleri, kabilecilikleri aştığını düşünen bir topluma “ Hayır ben sende ayrı ve sana denk bir toplumum!” denmesinin yaratacağı sonuçlar hesaplanmış değil.
Her şeyden evvel “Türk Ulusu”, bir “değer toplumu”. Yani ortak değerleri bütün kabile, kan, soy vs bağlantılarının üstünde gören bir toplum. Yeterli seviyede olmasa da “değerlerin” üstünde uzlaşılacak en önemli ve değerli/kıymetli/pahalı  varlıklar olduğunu anlayabilecek durumda.

Böylesi bir toplumun üyesi olmak demek, uygarlık üretimine doğrudan katılmak, uygarlığı meydana getiren büyük beraberliğin ayrımsız bir üyesi olmak demek. Çünkü uygarlık, ancak kurallı, değere bağlı ve kural tanıyan insan beraberliklerinin yaratabildiği bir şey.

Bu şartları sağlayabilen tek toplumsal birim de “ulus”/”millet”.

Peki bu açık gerçeklere rağmen Kürtlerin “görünür olmak” iddiası ne anlama geliyor. Şu anlama geliyor: “Biz Türk’ten ayrı bir ulus olarak resmen tanınmak ve egemenliğe ortak olmak istiyoruz.”

Şimdilik resmi bir Kürt egemenin tanınması imkânsız. Şimdilik diyorum çünkü yarın bütün hukuk istismarlarıyla rejimimiz yıkılır da diktatörlüğe geçersek bu da gerçekleşebilir.

Bu gerçekleşmese dahi Türk denen uygarlık yaratıcısı büyük kültür sahibine denk bir Kürt  ismi tanınacak olursa Türk toplumu artık karşısında “kız alıp kız verdiği” bir topluluk görmeyecek. Böyle bir şey gerçekleşirse Kürtler Irak, Suriye ve İran’daki gibi “görünür” hale gelecek. Dahası bu gerçekleşirse Türk toplumu bu “görünürlükteki”, “Kürt silahlı tehdidini” artık doğrudan doğruya Kürt topluluğuyla özdeşleştirebilecektir.

Şu kesin şekilde bilinmeli ki Kürtler kendileriyle ilgili ifade hürriyeti tartışmalarını, Türk toplumundaki demokratik bir arayış olarak görmüyor. Bu ifade hürriyeti tartışmalarını, doğrudan doğruya Kürt silahlı terörünün bir kazanımı olarak görüyor.

Dolaysıyla Türk’e rakip ve denk bir Kürt toplumundan bahsettiğiniz anda karşınızda , “bu topraklara talip olan bir yabancı toplum” bulacaksınız.

Bunun siyasi yansımaları, hukuki tartışmaları bir yana ama Türk  Ulusu, böylesi bir egmenlik ve toprak paylaşımı tartışmasını Kürtlerin sandığı kadar “korkakça” karşılamayacaktır. Çünkü özellikle “süreç” denen ihanet politikasıyla etnik terör ve ondan nemalanacağını ümit eden büyük bir Kürt kitlesi, ciddi anlamda şımartıldı, ümitlendirildi.

Bütün bu tartışmalara Kürt etnik terörü damgasını vurdu. Dolayısıyla Kürt kimliğinin belirlenmesinde inisiyatifi Kürt etnik terörü ele geçirdi. Bunun Türkçesi PKK, artk her Kürt’ün birer PKKlı olarak görülmesi gerektiğini sözde siyasi oluşumlarıyla da topluma kabul ettirdi.

Bu noktada “ etnik siyaset”, Kürt topluluğunu, uluslaşmayla uzlaştıran bir barış yönetimi olmak yerine Kürt etnik terörünü meşrulaştıran bir tür hukuki  manivela oldu. Habur rezaletinde , siyasi İslamcılar bu manivelayla   ulusal egemenliğin hukukî  muhafazasını kırdı.

Bütün bu olanlar gerçekten Kürtleri “görünür” kıldı. Fakat gerek Türklerin gerekse Kürtlerin karşılıklı cehaletleri, bu  görünürlüğün bedelinin anlaşılmasını engelledi. Bu görünürlüğün bedeli Kürtlerin, İran, Irak ve Suriye’deki gibi “tahammül edilebilir yabancılar” olduğu kanaatinin toplumda belki de kalcı olarak yerleşmesi oldu.

Kürtlerin “tahammül edilebilir yabancılar” olduğu kanaatinin yerleşmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bir kere adları açıkça Kürtçe olanların, artık  kendilerini “ortak egemen” olarak gören Kürtçü ve dolayısıyla PKK yandaşı ailelerden geldikleri düşünülecektir. PKK’ya sempatizan olmak, bu ülkede saysız kanlı eyleme imza atmış, Türk düşmanı,  bölücü bir örgüte yandaş olmak anlamına geldiği için de  “Kürt görünürlüğü” hiç de sanıldığı gibi “kardeşlerimizi tanımakla” falan sonuçlanmadı. Kürt görünürlüğünün tek sonucu, içimizdeki Kürtlerin, İran’ı, Irak’ı ve Suriye’yi bölmeye çalışan soydaşlarıyla aynı  bilinci paylaştığının “görünmesi” oldu.

“Kürt siyasetinden” bahseden herkesin asıl niyetinin siyaset yoluyla PKK’yı meclise sokmak olduğu kanaati kemikleşecek ve bu da uluslaşmayla barışık  sağlıklı bir etnik siyaset ihtimalini kesinlikle ortadan kaldıracaktır.

Daha önemli  ve yaygın sonuç ise Kürt oldukları bilinen insanların istihdamında ve onlarla yapılacak ticarette ciddi azalma yaşanabilecektir ki  “PKK halk, halk PKK!” sloganıyla yaygınlaştırılan etnik terör yandaşlığı işe alınan her Kürt’ün işe zarar verebileceği, Kürtlerden yapılan her alışverişin PKK’yı beslemek anlamına geleceği kanaati kemikleşebilir.

Buraya kadar olanlar  dar bir çerçevede düşünülmüş olabilir ama daha yaygın sorun, Kürt kökenli yurttaşlarımızın seyahat ve yerleşim konularında yaşayabilecekleri  toplumsal kısıtlamalar olabilecektir. “Madem Kürtsün, demek ki PKKlısın!” algısı bir kere yerleştiğinde, herhangi bir Kürt’e ev ya da  dükkân kiralamanın doğrudan PKK’ya yataklık etmek riski taşıdığı kanaati yerleşebilir.

Sorun şu ki “görünürcüler” veya süreççiler, bu muhtemel sonuçların asla gerçekleşmeyeceğinden emin davrandılar ve  bütün inisiyatifi PKK’ya devrederek ondan bir minnettarlık umdular.

“ Ama her Kürt PKKlı değil!”ci  iyimserlere iki şey söylemek isterim:

Kendi tecrübelerime göre  yaklaşık on Kürt’ten sekizi  bölücü fikirler taşıyor.

 İstisnalar da kaideleri kesinlikle bozamıyor.

Yani sorun ondan kaçtığınız zaman, ortada kalkmıyor.















12 Ocak 2017 Perşembe

Dogville


Bana göre bir şaheserdir ve onu sinemada seyretmek onuruna eriştiğim için çok mutluyum.

Gereksiz görsel unsurlardan arındırılmış ve hatta tiyatronun bile dekor fazlalıklarından uzak salt bir insani durum filmidir Dogville.

Oyuncularının kudreti ile film, belki de “oyun” demeliyiz, sizi içinizdeki insanın gelgit sahillerine sürükler ve en sonunda insanın yargıdan kurtulamayacağı fikri ile biter.

Filmin öyküsünün özeti, çaresiz bir genç kadının ücra bir kasabada yaşadıklarıdır.

Öyle ki o ücra kasaba kendi içine kapanmış, kendi halinde masum insanların yaşadığı  tipik bir Amerikan kasabasıdır.

Bu kadar masum bir kasabanın hayatı,  çaresiz, güzel bir yabancının aralarına karışmasıyla bir anda değişir.

O kadın nereden gelmiştir? Kasaba hayatına uyum sağlayabilecek midir? Kasabaya bir maliyet yaratmadan hayatını sürdürebilecek midir?

Bu sorulardan ilki dışındakiler zamanla cevap bulurlar.

Kasabanın hayatının eski düzeninde sorunsuz yaşanmasını bekleriz ama öyle olmaz. Çünkü   özellikle kasabanın erkekleri bu “kökü dışarıda” kadının çaresiz ve kimsesiz olduğunu bir kere fark etmişlerdir. Bunu fark ettikleri anda yabancı ( Nicole Kidman) onlar için sorumsuzca kullanılabilecek bir nesne haline gelir. Erkekler  onu  taciz  eder hatta ona tecavüz bile  ederler.

Kadınlar onu aşağılayıp köleleştirebileceklerini görürler. Bu döngüye çocuklar bile dahil olur.

Demokrasi ve insan hakları bu topraklarda yeşermemiştir. Bu kavramlar “kökleri dışarıda” olan kavramlardır. Ancak ve yalız belli usul kurallarına samimiyetle bağlı kalmayı isteyen toplumlarda hayatta kalabilirler.

Atatürk gerçek bir devrimle Türkiye toprağına  sahiplerinin Türkler olduğunu söyleyerek demokrasi ve insan hakları  kavramlarını dikti. Devrimleriyle o kavramların nasıl yaşatılacağını bize öğretti. O kavramlar yaşadıkça onların uygarlık meyveleriyle daha mutlu ve müreffeh yaşayabilecektik.

Peki ama bu kavramlara neden bağlanmalı ve onları neden yaşatmaya çalışmalıydık?

Atatürk bu kavramları emanet ettiği  milletin Türk Milleti olduğunu, emanetçilerine hatırlattı. Bu adın salt bir kabile adı olmayıp demokrasi ve insan hakları kavramlarının öncüllerini çok çok önceden içinde zaten yaşatmış bir büyük ulusun adı olduğunu bize  hatırlattı.  “Tek iftiharım Türk olarak doğmuş olmamdır!” diyerek bütün kudret ve mevkiinin yalnızca  Türklük’ten kaynaklandığını söyledi.

Sorun şuymuş ki  demokrasi ve insan hakları kavramlarını emanet alan kitlenin onları yaşatmak gibi bir arzusu yokmuş. Böyle bir arzusu olmadığı gibi aynı zamanda  bu kavramları yaşatacak gerçek insani akıl ve vicdandan da  mahrummuş.

Uzatmaya gerek yok. Kurallar çerçevesinde hareket edip de kendi milletine silâh çekmekten kaçınan Türk askerinin gırtlağına sarılan bir kitlenin varlığı bize şunu gösterdi:
 Bu ülkede Türk adının  taşıdığı uygarlık meyveleriyle beslenerek onu yok etmeğe istekli büyük bir yabancı kitle meydana gelmiştir.

Bu kitle bugün Türk adını ve onun uygarlık ağacını kökünden kazıyabileceğine inanan, akıl ve ruh sağlığı şüpheli  bir kitledir. Bu kitle kot kemeriyle, sopalarla tankları durdurabildiğini sanan, kural duvarlarına güvenen insanları sarığıyla, sakalıyla, sopasıyla tehdit edip “yola getirebileceğini” sanan nevrotik daha da kötüsü ahlâk yoksunu
bir kitledir.

Nevroz gerçeklik algsının bozulmasıyla ilgili pek geniş ve genel bir terimdir. Dolaysıyla  tanklara karşı durduğunda tank personelinin cevabını idrak etmekten uzak kendi içine kapanmış ve dünyayı yalnız ve ancak kendisi için yaşayacak kadar egosentrik bir topluluk bu gün başta Türklük olmak üzere onun sahipliğinde yaşatılmış  insan hakları ve demokrasi kavramlarını açıkça iğfal etmektedir.

Filmin sonunu söylemeyeceğim ama efsanevi aktör James Caan’ın efsanevi repliğini tekrarlamadan da duramayacağım: “ Bir köpeği,  doğasına her uyduğunda, başını okşayarak terbiye edemezsin…”


8 Ocak 2017 Pazar

Türkiye’de Liberal İhanet


Türkçülük neye benzer?
O  bütün dünyayı kedine düşman bilip de herkesi öldürmedikçe rahat etmeyecek faşistlerin uydurduğu bir kabile aidiyeti midir?

Yoksa  uzlaşmaz, lâftan anlamaz, kibirli insanların uydurdukları bir tür politik tavır mıdır?

Yoksa kafatasçı, kökten ırkçı, tehlikeli ve saldırgan  insanlara özgü bir ruh hastalığı mıdır?

Bana öyle  geliyor ki  kendilerini “milliyetçi” addedenler bile  Türkçülüğü,   buradaki  tanımlardan birine yakın bir tür anomali olarak görüyor.

Türkçülüğün neden böyle görüldüğü ayrı bir tartışma konusu. Fakat  söz konusu memleket meseleleri olunca   nasıl davranılması  gerektiğine dair tutum tercihi bu üç tanımla şekilleniyor.

Bu üç yaklaşımın ortak yanı Türk’e “dışarıdan bakmaları”.

Özellikle liberaller, sosyalizmin  feci çuvallamasından sonra Türkiye’de  hayatı toptan izah etmek işini devraldılar. Sorun şuydu ki  liberaller de sosyalistler gibi yaşadıkları ülkenin ve mensubu oldukları milletin  gerçeklerinden habersizdiler. Dolayısıyla Türk Ulusuyla ilgili her şeyi kendi teorik hayal dünyalarına göre yeniden izah etmeye kalktılar. İktisat okumaktan sosoyolojiyi gözlemeye ve tarihi okumaya zamanları kalmamıştı. İdeolojinin  bütünselliğinin bütün hayat izah edebildiğini sanacak kadar kesin inançlıydılar. Bu noktada sosyalistlerle yolları kesişti. Ve ne garip ki Stalinist Kürt ihanetiyle  aynı enternasyonalist düzlemde, ortak Türk düşmanlığında buluşuverdiler.

Açıkça kollektivist ve açıkça ırkçı olan bütün Kürt hareketlerine  Türk karşıtı tutumlarıyla destek oldular.  Bütün gelişmiş ulusal devletlerin burslarından yararlandılar ama Türk ulusal devletinin varlığını bir türlü içlerine sindiremediler.

Adı federasyon olmakla beraber açıkça ulusal birliğe dayanan  gelişmiş ülkeleri görmezden geldiler.  Mesela ABD’de “federal” kurumların özlerinde ne tür bir hukuk ve siyaset birliğini sağladıklarını asla düşünmediler, görmek de istemediler.

Türk’ü ve Türkçüleri itham ederlerken bebek katillerine insan haklarının ve hukukun şemsiyesini sunmaktan çekinmediler.

Amerikansız bir ABD, Almansız bir Almanya, Fransızsız bir Fransa olamayacağın kabul ederlerken “Türksüz” bir Türkiye olması gerektiğini,  insan haklarını Kürt etnik terörü ve İslamcı zorbalık lehine alabildiğine sömürerek savundular.

Böylece hem liberalizmin bütün fikri itibarını çar çur ettiler hem de Türk vatanının bölünmesine hukuki zemin hazırladılar.

İhanetleri, Türk Milleti’nin refahı ve özgürlüğü  için kullanılabilecek akılcı bir ideolojinin her türlü etnik ve dinci ahlaksızlık için bir kılıf haline gelmesine sebep oldu.

Hepsinden kötüsü, Türk çocuklarının  kendi uluslarının tarihine ve kimliğine  yabanclaşmasına sebep oldular. Bu gün karşımıza birer terörist adayı olarak çıkan her çocuğun vebali köksüz ve immoralist liberallerin boynunadır. Çünkü onlar türban fitnesinden medrese, tarikat, cemaat ihanetlerine kadar bütün kötülüklerin aklayıcısı oldular.

“Bebek katilini” “sayın” yapanlar, etnik ve dinci katillerin beyanlarına ifade hürriyeti hakkını peşkeş çekenlerin  ta kendileridir.






7 Ocak 2017 Cumartesi

Hoşgörü ya da toplumsal rahatlama


Hoşgörü üzerine birşeyler yazayım dedim, ilham versin diye Mevlana'nın hayatına göz attım. Zamanında en büyük hoşgörüsüzlüğe maruz kalmış; belki onun için 'ne olursan gel(...)' sözünü söylemiştir.


Hepsi bir yana hoşgörü geri kalmış,insan hak ve özgürlüklerinin yasalar ile güvence altına alınamadığı toplumların, moda deyimi ile mahalle baskısını yumuşatmak üzere geliştirdikleri bir argüman.


Yobaz dinciliğin özellikle şu din demiyorum, etkin olduğu, sınıf farklılıklarının keskin ve gelir dağılımının adaletsiz olduğu toplumlarda hoşgörü sığınılacak bir kavramdır. Hoş onuda ağızlarına gözlerine bulaştırırlar ya...

Hukukun üstün olduğu,din dünya işlerini düzene sokmuş toplumlarda hoşgörü kavramı yerine yaşam tarzına saygı, dürüstlük gibi kavramlar geçerlidir. Kimse kimseyi dürüst olmadığı, yolda yürürken etrafı rahatsız etti diye hoşgörmek, empati kurmak zorunda değildir. 


Hoşgörü kuralların olmadığı, kolluk kuvvetlerinin ancak kişinin fiili saldırıya uğradıktan sonra dahil olduğu, insan yaşamının ucuz ve değersiz olduğu toplumlarda toplumun kendine yaptığı masturbasyondur. 


Belki bu ifadeyi sert bulabilirsiniz. Bazen sarsılmak iyidir. Kavramlar ve fikirler üzerinden tartışamazsanız, kelimeler üzerinden dikkat çekmeye çalışırsınız.

2 Ocak 2017 Pazartesi

Bin Bir Surat Şeiatla Beraber Yaşamak


 
Eve geç geldik.

Çok sevdiğimiz arkadaşlarımızla epey eğlenmiştik. Ve  memleketin her yerinde insanlarımızın aynı şekilde eğlendiğini düşünüyorduk.

Sabah olduğunda aldığımız haber, hepimizi kahretti.

Memleketin en büyük şehrinde, en büyük eğlence yerinde, bir takım alçaklar düpedüz katliam yapmıştı.

İşin garip tarafı kapıdaki güvenliği aşıp bu işi yaptıktan sonra  hiçbir çatışma yaşanmaksızın çekip gitmişler.

Demek ki böylesi bir katliam yapıp rahatlıkla kaçılabiliyor.

Düz mantık yürütünce karşıma şöyle bir manzara çıkıyor:

Polisin biri, Rus Büyükelçisini kalleşçe katledip üstüne bir vaaz  verip hepimizi tehdit ediyor. Çok geçmiyor,  memleketin her yerinde  yılbaşı düşmanları milleti taciz ediyor. Gene çok geçmeden de bir eğlence yerinde “ şeriatçı” oldukları tespit edildiği söylenen insanlar katliam yapıyor.

Bir kere şu anlaşılmalı: Bu ülkede Müslümanlar, Belçika’da, Fransa’da, Almanya’da oldukları gibi kontrol edilebilir bir azınlık falan değil. Bu ülkede “Müslümanlar”, ezici çoğunluk ve dahası kadir-i mutlak iktidar.

Bu ülkede kendilerine Müslüman diyenlerin sizin, benim Müslümanlığımızı  kabul etmediklerini öteden beri biliyoruz. Ayrıca da “doğru Müslümanlığın”, ancak kendilerine ait olduğuna inandıklarını da biliyoruz.

Dolayısıyla böyle bir ortamda, metro çıkışlarında insanlara din propagandası yapan insanlar,  herhangi bir azınlık adına masum bir ifade hürriyeti hakkını falan kullanmıyor; doğrudan doğruya gayrı resmi bir baskı yapıyor.
Büyükelçiyi vuran kalleş polis bize, “ Kravatımızla, takım elbisemizle içinize girer ve siz ne olduğunu anlayamadan hepinizi katledebiliriz!” mesajını verdi. 

Yılbaşı düşmanı yobazlar da “ Cübbemiz ve sarığımızla hayatınıza müdahale ederiz!” demiş oldular.

Dinciliğin iki  eyleminin satır arası şu: “Öyle ya da böyle sizin hayatınıza sızacağız ve sizi yok edeceğiz!”

Aslında “dincilik” diye ayrı bir kategori yok ama bu ayrı bir tartışma konusu. Kafam gerçekten çok dağınık. Ama şu bir yarı karanlık olarak beni daha çok  ürkütüyor:

Artık açıkça laik ve akılcı dileklere katılmayan herkes , kılığı kıyafeti ne olursa olsun zihinsel olarak şeriatçı terörle aynı tarafta sayılabilir. İşler bir iç savaş derecesine ulaşmamış olabilir ve çok sayıda dindar tanıdığımız da olabilir. Ama unutmayalım ki büyük elçiyi vuran alçak da “normal” bir Türk ailesinden devşirilmişti.