Önce bir azınlığın ifade
özgürlüğü sorunu gibi ortaya atıldı. Sonra
“görünür olmak” diye ifade edildi. En sonunda “egemenlik paylaşımı” ve
bağımsızlık noktasına taşındı.
Bahsettiğimiz şey, “Kürt Sorunu”.
Kürt Sorunu
aslında, Türk uluslaşması içine dahil edilmiş bir etnisitenin durumu hakkında, bilgisizce bir talepten ibaret.
Bu bilgisizlik en başta Türkiye dışındaki Kürt topluluklarının
toplumsal durumları hakkında .
Kürtlerin bu ülkelerdeki resmi
konuları ayrı bir tartışma konusu. Çünkü her ülkenin kendi kuruluş biçimi
var ve kimi azınlık, kimi ulusal
çoğunluk sayacağın belirlemek o ülkenin kurucu ulusunu ilgilendiriyor. Zaten bu
durum, politik rüzgârlara göre ani değişebiliyor.
Meselâ İran’da Kürt azınlığın
Kürtçe eğitimine izin verildiği söyleniyor ama Kürtlerin bağımsızlığa yönelik
en ufak bir silahlı direnişi en sert şekilde
eziliyor.
Bunun yanı sıra Türkiye dışındaki diğer Ortadoğu ülkelerinde Kürtler
topluma karışamıyor. Onlar ne Arap ne Fars sayılabiliyor. Araplar ve Farslar,
Kürtleri kendileriyle karışmaması gereken bir tür ikinci sınıf kabile olarak
görüyor. Dolayısıyla bu ülkelerdeki Kürt okulları bizde sanıldığı gibi “silâhlı
Kürt yiğitlerinin korkusuyla” verilmiş haklar
falan değil. Bu haklar, “zararsızlıkları” sağlanmış ya da toplumda
karışması kesin şekilde engellenmiş canlılara
verilmiş lütuflar olarak görülüyor. Dahası, ABD’nin eliyle semirtilmiş ve
şımartılmış Kürt Bölgesi yönetimi,
Arap yöneticilerin ve halkının nefretini fazlasıyla üstüne çekiyor.
Kürtler ABD eliyle egemen kılınmış şımarık petrol zengini rolüne kendilerini
kaptırmış görünüyorlar. Buna bir de artan gayri meşru Kürt silâhlanmasını
eklersek Kürt sorunu “kaset çıkarmanın” çok ötesine geçen, uluslararası bir
belâ haline geliyor.
Ortadoğu’da dört ülke Kürt
sorunundan mustarip. Bunlar içinde Kürtlerin resmen “uluslaşmaya” dahil
edildiği tek ülke Türkiye. Türkiye “ulus” toplumsal birimi dışında bir
toplumsal birimi, siyasal egemenlik kullanıcısı olarak tanımıyor.
Bu tercih isabetli midir, değil
midir? Şimdiye kadar isabetli olduğu görülüyor. Çünkü Kürtlerin siyasi anlamda “görünmez
kılınması” diye yorumlanan bu tercih,
onların toplumda da uluslaşmış, “değerdaş”
bir topluluk olduğu algısını yaratmıştı. Bu yüzden herhangi birinin Kürt
olmasının da Türk toplumunda bir önemi kalmamıştı.
Şimdi deniyor ki “Biz Kürtüz!” demek istiyoruz. Elbette
denebilir, neden denmesin?
Sorun şu ki bu güne kadar
uluslaşmayla kendi arasındaki bütün cemaatleşmeleri, kabilecilikleri aştığını
düşünen bir topluma “ Hayır ben sende ayrı ve sana denk bir toplumum!”
denmesinin yaratacağı sonuçlar hesaplanmış değil.
Her şeyden evvel “Türk Ulusu”,
bir “değer toplumu”. Yani ortak değerleri bütün kabile, kan, soy vs bağlantılarının
üstünde gören bir toplum. Yeterli seviyede olmasa da “değerlerin” üstünde uzlaşılacak
en önemli ve değerli/kıymetli/pahalı varlıklar olduğunu anlayabilecek durumda.
Böylesi bir toplumun üyesi olmak
demek, uygarlık üretimine doğrudan katılmak, uygarlığı meydana getiren büyük
beraberliğin ayrımsız bir üyesi olmak demek. Çünkü uygarlık, ancak kurallı,
değere bağlı ve kural tanıyan insan beraberliklerinin yaratabildiği bir şey.
Bu şartları sağlayabilen tek
toplumsal birim de “ulus”/”millet”.
Peki bu açık gerçeklere rağmen Kürtlerin
“görünür olmak” iddiası ne anlama geliyor. Şu anlama geliyor: “Biz Türk’ten
ayrı bir ulus olarak resmen tanınmak ve egemenliğe ortak olmak istiyoruz.”
Şimdilik resmi bir Kürt egemenin
tanınması imkânsız. Şimdilik diyorum çünkü yarın bütün hukuk istismarlarıyla
rejimimiz yıkılır da diktatörlüğe geçersek bu da gerçekleşebilir.
Bu gerçekleşmese dahi Türk denen
uygarlık yaratıcısı büyük kültür sahibine denk bir Kürt ismi tanınacak olursa Türk toplumu artık
karşısında “kız alıp kız verdiği” bir topluluk görmeyecek. Böyle bir şey
gerçekleşirse Kürtler Irak, Suriye ve İran’daki gibi “görünür” hale gelecek.
Dahası bu gerçekleşirse Türk toplumu bu “görünürlükteki”, “Kürt silahlı
tehdidini” artık doğrudan doğruya Kürt topluluğuyla özdeşleştirebilecektir.
Şu kesin şekilde bilinmeli ki Kürtler
kendileriyle ilgili ifade hürriyeti tartışmalarını, Türk toplumundaki
demokratik bir arayış olarak görmüyor. Bu ifade hürriyeti tartışmalarını,
doğrudan doğruya Kürt silahlı terörünün bir kazanımı olarak görüyor.
Dolaysıyla Türk’e rakip ve denk
bir Kürt toplumundan bahsettiğiniz anda karşınızda , “bu topraklara talip olan
bir yabancı toplum” bulacaksınız.
Bunun siyasi yansımaları, hukuki
tartışmaları bir yana ama Türk Ulusu,
böylesi bir egmenlik ve toprak paylaşımı tartışmasını Kürtlerin sandığı kadar “korkakça”
karşılamayacaktır. Çünkü özellikle “süreç” denen ihanet politikasıyla etnik
terör ve ondan nemalanacağını ümit eden büyük bir Kürt kitlesi, ciddi anlamda
şımartıldı, ümitlendirildi.
Bütün bu tartışmalara Kürt etnik
terörü damgasını vurdu. Dolayısıyla Kürt kimliğinin belirlenmesinde inisiyatifi
Kürt etnik terörü ele geçirdi. Bunun Türkçesi PKK, artk her Kürt’ün birer PKKlı
olarak görülmesi gerektiğini sözde siyasi oluşumlarıyla da topluma kabul
ettirdi.
Bu noktada “ etnik siyaset”, Kürt
topluluğunu, uluslaşmayla uzlaştıran bir barış yönetimi olmak yerine Kürt etnik
terörünü meşrulaştıran bir tür hukuki
manivela oldu. Habur rezaletinde , siyasi İslamcılar bu manivelayla ulusal
egemenliğin hukukî muhafazasını kırdı.
Bütün bu olanlar gerçekten
Kürtleri “görünür” kıldı. Fakat gerek Türklerin gerekse Kürtlerin karşılıklı
cehaletleri, bu görünürlüğün bedelinin
anlaşılmasını engelledi. Bu görünürlüğün bedeli Kürtlerin, İran, Irak ve Suriye’deki
gibi “tahammül edilebilir yabancılar” olduğu kanaatinin toplumda belki de kalcı
olarak yerleşmesi oldu.
Kürtlerin “tahammül edilebilir
yabancılar” olduğu kanaatinin yerleşmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bir kere
adları açıkça Kürtçe olanların, artık kendilerini “ortak egemen” olarak gören Kürtçü
ve dolayısıyla PKK yandaşı ailelerden geldikleri düşünülecektir. PKK’ya sempatizan
olmak, bu ülkede saysız kanlı eyleme imza atmış, Türk düşmanı, bölücü bir örgüte yandaş olmak anlamına
geldiği için de “Kürt görünürlüğü” hiç
de sanıldığı gibi “kardeşlerimizi tanımakla” falan sonuçlanmadı. Kürt
görünürlüğünün tek sonucu, içimizdeki Kürtlerin, İran’ı, Irak’ı ve Suriye’yi
bölmeye çalışan soydaşlarıyla aynı
bilinci paylaştığının “görünmesi” oldu.
“Kürt siyasetinden” bahseden herkesin
asıl niyetinin siyaset yoluyla PKK’yı meclise sokmak olduğu kanaati kemikleşecek
ve bu da uluslaşmayla barışık sağlıklı
bir etnik siyaset ihtimalini kesinlikle ortadan kaldıracaktır.
Daha önemli ve yaygın sonuç ise Kürt oldukları bilinen
insanların istihdamında ve onlarla yapılacak ticarette ciddi azalma
yaşanabilecektir ki “PKK halk, halk PKK!”
sloganıyla yaygınlaştırılan etnik terör yandaşlığı işe alınan her Kürt’ün işe
zarar verebileceği, Kürtlerden yapılan her alışverişin PKK’yı beslemek anlamına
geleceği kanaati kemikleşebilir.
Buraya kadar olanlar dar bir çerçevede düşünülmüş olabilir ama
daha yaygın sorun, Kürt kökenli yurttaşlarımızın seyahat ve yerleşim konularında
yaşayabilecekleri toplumsal kısıtlamalar
olabilecektir. “Madem Kürtsün, demek ki PKKlısın!” algısı bir kere
yerleştiğinde, herhangi bir Kürt’e ev ya da
dükkân kiralamanın doğrudan PKK’ya yataklık etmek riski taşıdığı kanaati
yerleşebilir.
Sorun şu ki “görünürcüler” veya
süreççiler, bu muhtemel sonuçların asla gerçekleşmeyeceğinden emin davrandılar
ve bütün inisiyatifi PKK’ya devrederek
ondan bir minnettarlık umdular.
“ Ama her Kürt PKKlı değil!”ci iyimserlere iki şey söylemek isterim:
Kendi tecrübelerime göre yaklaşık on Kürt’ten sekizi bölücü fikirler taşıyor.
İstisnalar da kaideleri kesinlikle bozamıyor.
Yani sorun ondan kaçtığınız zaman,
ortada kalkmıyor.