Yönetim Biçimlerinde Temel
Yönelimler
Din hakkında konuşulduğunda, iş
kesinlikle kul- Tanrı ilişkisine bağlanır. Böyle de olmak zorundadır; çünkü
dine mensubiyetin temeli Tanrı inancıdır.
Kul- Tanrı ilişkisinde “başlangıç”
sevgidir. Dinin “pazarlanmasında” en
etkili ve popüler duygu sevgidir. Tanrı’nın kayıtsız ve şartsız merhamet sahibi
bir yaratıcı olduğu fikri en güçlü ümit
kayağıdır. Böylece bir “din profesyoneli”,
insanlara, kurtuluşun ve nihai
mutluluğun kesin yolunun, kayıtsız ve şartsız sevginin kaynağına
ulaşmak olduğunu kabul ettirir. Bu yanlış mıdır? Buraya kadar yanlışolan ir şey
yoktur. Çünkü kayıtsız şartsız bir sevgi ve merhamet, kendince hatalar yapan, zarar veren, pişmanlık
duyan fakat bunlara rağmen sevebilen ve
sevilmek isteyen herkes için tartışılmaz bir hedeftir.
Kayıtsız, şartsız sevgi ve
merhamet, sınırlı bir varlık olan insan
için ulaşılabilecek en büyük ödüldür.
Bu, ödül olmanın ötesinde “çabalamaksızın” mutlu olmanın tek yoludur.
Bu durum sevginin “doğallığından”
kaynaklanır. Sevginin doğallığı, insanın kendi çabası olmaksızın annesinden ona
gelmesi demektir. İnsan sevgiyi “edinir”.
Bir müddet sonra edindiği bu duyguyu
çocuğuna aktarır. Sevgi bu yüzden “varoluşsaldır” ve varoluşun temelidir. Sevgi,
kendimiz dışındaki varlıklarla paylaşılan
var olmak isteğidir. Bu varlıklar diğer
bireyler olduğu kadar doğanın
parçalarıdır da aynı zamanda.
Edinilen bir başka “doğal” duygu
da korkudur. Peki korkunun kaynağı nedir? Korkunun kaynağı “yok oluştur”,
varlığın tehlikeye düşmesidir. Varoluşun ritmine ve akışına uymayan her olay,
insanda korku uyandırır. Çünkü varoluşun algılanan ritmi dışında gelişen
şeylerin “sınırlarımızı” aştığını görürüz. Sınırlarımızı aşan şeyin var
oluşumuzla bağdaşmadığı sezgisi bizi “korkutur”. İnsan olarak algı sınırlarımız
içindeki şeyleri anlamlandırarak var olduğumuz
ve algı sınırlarımız dışında kalan şeyleri de algı sınırlarımız
içindeki göstergelere tercüme ederek var
olabildiğimiz için “gücümüzü aşan” yani “bilemediğimiz” şey bizi korkutur.
Bu durumda Tanrı’yı sevmeli
miyiz yoksa ondan korkmalı mıyız?
Dine mensubiyetin “reklam
aşamasından” hemen sonra bir “ Tanrı korkusu” vaazı başlar.
İşlerin başında, herkesi istisnasız
seven ve affeden
Tanrı, bir anda cezalandırıcı, kahredici bir hükümran haline gelir. İş artık Tanrı’nın “öz niteliklerini”
aşmıştır. Bundan sonra o, “insanlaştırılmış bir hükümran” olmuştur.
“Tanrı’nın her şeyi bildiği ve
gördüğü” vurgusu da bu aşamada yapılır. Bu sefer insan her şeye “muktedir” bir
hükümranla karşı karşıya bırakılır.
Koşulsuz sevgisine doğru koşulan
yaratıcı bu kez korkusundan gizlenmek isteyeceğiniz ama bunu asla
başaramayacağınız bir hükümdar olmuştur.
Peki ama bir insanın
davranışlarında hangi duygu egemen olacaktır?
Sevgi var olmak isteği olduğundan
varoluşun mutlak kaynağıyla bütünleşilebileceğini bilmek insanı varoluşu
sürdüren eylemlere yöneltecektir. Böylece “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek”
var oluşu koruyacak şeyleri yapmaya bizi
yöneltir.
Korku, varoluşu tehdit eden
şeylerden kaçınmak duygusudur. Özünde
bir uzaklaşmayı veya mücadeleyi içerir. Korkan hayvanlar ya kaçar ya da
savaşır yani tehdidi yok etmeye çalışır.
Tanrının hem sevilip hem de ondan
korkulacağını söyleyenler insan aklını sakatlarlar. Çünkü insan yaklaşmak istediği varlıktan aynı zamanda
kaçamaz ya da onu yok etmeye çalışamaz.
Tanrı korkusundan bahsedenlerin
aslında habersiz oldukları bir başka duygu vardır ki o da “saygıdır”.
Saygı sadece insanda var olan bir
duygudur ve “doğal” ya da kendiliğinden değildir. Saygı, türetilmiş bir
duygudur. Saygı bir “zararsızlık mesafesi geliştirme duygusudur”. Zararsızlık
geliştirme duygusunun yarattığı kurumun adı da “Ahlâktır”. Var
oluşun kırılganlığının bilincine vararak ulaşılan “ Zarar vermemek iradesine”,
AHLÂK denir.
Bu açıdan varoluşa yönelen ve onu
koruyan ilgisiyle saygı, sevgiyle ilgili
gelişen bir duygudur. Bu yüzdendir ki
korkuya dayalı korunan mesafeyle hiçbir ilgisi yoktur. Korku o kadar
karanlık bir kaçınma durumudur ki onun karanlığında “saygının” renkleri ayırt
edilemez.
Dünyadaki bütün zorba liderler ve
rejimler sevgi, saygı ve korku üzerinde Tanrısal bir irade kurmak yöntemini
benimser. Bu yüzden bu varoluşsal duygularımızın Tanrı’ya yönelme şekilleri birey-iktidar ilişkilerini incelemek
açısından önem arz eder.
Sevgiyi benimsemiş toplumlarda
iktidarların muhtemel tutumlarıyla, korkuya dayalı toplumların iktidarlarının tutumları
arasındaki fark demokrasi ile diktatörlük arasındaki farktır.
Çünkü iktidarın barışçı şekilde
el değiştirmesi olarak tanımlanabilecek
demokrasi ancak varoluşu korumayı isteyen saygı duygusuyla ayakta kalabilir.
Bir diktatörlük ise sonsuz dek
korunmak istenen bir hükümranlık rejimidir. Bir diktatörlük için egemenliğin “ne
pahasına olursa olsun” sürdürülmesi amacı, varoluşun korunmasına dair bütün
kaygıların ve saygı duygusunun ötesindedir.
Burada dinden bahsedilmesinin
sebebi, dinin, kul- tanrı ilişkisindeki emredici ve düzenleyici-aracı varlığının önemine dikkat çekmektir. Çünkü
dinsiz bir iktidar ve iktidarsız bir din olamaz.
Görünen odur ki sevgi, korku ve
saygı üzerinde etraflıca düşünmeden varoluşu sürdürebilecek ve adil
davranabilecek bir toplumsal düzen kurmak zordur.
5 yorum:
Bu durumda Tanrı’yı sevmeli miyiz yoksa ondan korkmalı mıyız?
Dine mensubiyetin “reklam aşamasından” hemen sonra bir “ Tanrı korkusu” vaazı başlar.
İşlerin başında, herkesi istisnasız seven ve affeden Tanrı, bir anda cezalandırıcı, kahredici bir hükümran haline gelir. İş artık Tanrı’nın “öz niteliklerini” aşmıştır. Bundan sonra o, “insanlaştırılmış bir hükümran” olmuştur.Bu cümleler gerçeği olduğu gibi yansıtıyor.Kaleminize sağlık.
Kazana uzun bir aradan sonra yeniden düştüm abi. Güzel bir konuyla karşıladı beni. Sevgi saygı ve korku bağlamında din ve tanrı üzerine kafa yormuşluğum çoktur. Kendimce vardığım yer tanrıdan korkmak mı istenen asıl yoksa kendince tanrılaşanlardan korkmamızın istenmesi midir? Tarih boyunca hükümran elitler kendilerini tanrıya denk görmüş ve tebaya zulm ile hükmederek bir korku yaratmışlardır. Bu durum kahraman ecdat dediğimiz Osmanlıda bile böyledir. Kendilerine açıkça tanrı diyemeyen padişahlar zillullahi fil arz (Tanrının yeryüzündeki gölgesi) gibi bir kavramı kullanmışlardır. Insanoğlunun genetik kollarına kadar işlenmiş olan "üstün olandan" korkmak hükümran elite "tanrı" gözüyle bakılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu ıslam içine "hakimiyet yalnız allahındır ve hükümdar odur. O halde korkulması gereken tanrıdır" şeklinde girmiştir. Soru ise ınsanoğlunu yaratan tanrı sevilmek mi ister yoksa kendisinden korkulmasını mı?
Bence ınsan tanrıyı sevmeli ve onu incitmekten korkmalıdır. Incitmekten korkmak ise saygı dediğimiz kavram olsa gerek.
Veli Baba, hoş geldin safalar getirdin.
Dükkânı bu kadar boş bıraktığın için kafanı kırmak gerekiyor ama o zaman da düşünen az sayıdaki insanlardan birini kaybederiz. Neyse usulüne uygun bir dayak atarız artık ilk görüştüğümüzde.
Şu cümlelerin yirmi iki yıldır aklımda olan cümlelerdir, onları senden işitmenin beni ne kadar sevindirdiğini sana anlatamam: "Bence ınsan tanrıyı sevmeli ve onu incitmekten korkmalıdır. Incitmekten korkmak ise saygı dediğimiz kavram olsa gerek." Aklına , ağzına sağlık! Muhteşem!
Tanrı bize neden ümit verir? Tanrı bizim bilgisizliklerimizden uzak olduğuna göre ettiğimiz her haltı önceden bilmektedir. Bu durumda da bizim bir çocuğa gösterdiğimiz hoşgörü ve merhametin herhalde bir kaç milyon katını bize gösterecektir.
Bunu başlı başına bir " değer" olarak görenleri asla geri çevirmeyecektir. Çünkü ona duyulan sevgi diğer bütün sevgilerin kaynağı ve mayasıdır. Yaratılana duyulan sevgi Tanrı'dan gelen sevgi ile mayalanır ve kabarır.
Tanrı'nın "sevmeyebileceği" insanlar, sanırım, onun sevgi özünü hiç düşünmeksizin, onu, kendi iktidarlarının ortağı yapabileceklerini sanan ve kötülüklerini onunla aklamaya çalışanlardır.( Ki bunlar günümüzün şeriatçılarıdır).
Yazıyı okuduğun ve dahi yorumladığın için teşekkürler. Dükkânı boş bırakma! Arada çıkmam gerekiyor, tezgâhı boş bırakılmaz!
De hadi kal sağlıcakla!
""Dine mensubiyetin “reklam aşamasından” hemen sonra bir “ Tanrı korkusu” vaazı başlar.""
Evet bu "vaaz" kısmında böyle olur hep...
O vaaz edene sordum "emir ve yasaklar var" dimi?
"evet"
ben okuduğum da genel de "yasaklar" var ve bu yasaklar "tek-öznel şey için geçerli"(mesela "şu ağaçtan yeme" yani diğer tüm ağaçlar serbest!) ancak senin vaazında hep "şunu yapma, şunu da yapma, şunu şunu yap!
Bana tuhaf geldi de!
Vaaz veren : kem küm
Anladım ben onu....
Değerli Alptunga,
Hoşgeldiniz.
"Vaizleri anlamak, tembelin huzurunu bitirir." desek acaba uygun olur muydu? Elbette size tembel demiyorum.
Ama görünen o ki din , bir "sonsuz huzur otomatı" olarak çalışmıyor.
Her zaman bekliyoruz.
Saygılar.
Yorum Gönder