Bu yazıda milliyetçilikten kastımızın, bütün milletlere has, toplumsal müştereki teşkil eden doğal milliyetçilik değil de siyasî milliyetçilik olduğunu belirtmeliyiz.
Bu ehemmiyetli bir farktır ve daima göz önünde bulundurulmalıdır. Zira mensup olunan soyut bir değere hissedilen muhabbet ve bağlılıkla belli bir iktisadî ve siyasî tercihi aynı şekilde adlandırmak öldürücü bir hatadır.
Milliyetçiliğin toplumsal değer olarak yaşanması, bu değere bağlı pek çok farklı görüşte insanın varlığını doğal kabul etmeyi gerektirirken, onu bir partinin, örgütün siyasî faaliyet tekeli ve ideolojik düsturu olarak ele almak sadece milliyetçiğin yanlış anlaşılmasına sebep olmaz; aynı zamanda toplumsal müştereklerin de aşınmasına sebep olur.
Nitekim Türkiye’nin son sekiz yılında, milliyetçiliğin müşterek duygu olmasına yönelik saldırıların enternasyonalist liberallerden, enternasyonalist dincilerden ( bunlar dini siyasi bir manivela ve ideoloji olarak gördükleri için böyle anılarak dindarlardan ayrılmalılar) ve enternasyonalist solculardan gelmesi bu açıdan tesadüf değildir.
İşte meselenin düğümlendiği nokta da tam burasıdır. Bu noktada kritik soru , bir müştereğin/kollektivitenin her şeyi kapsayıp kapsayamayacağı sorusudur.
Belki daha da dar anlamda, toplumsal hayatı, iktisadı, bir veya birkaç müşterek değere göre düzenleyip düzenleyemeyeceğimiz sorunu…
Bu sorunun da anahtar kelimesi: “Müşterek” (kolektif)…
Zira burada “müşterek” sıfatının sınırları tespit edilmezse milliyetçilik, içe kapanmacı Güney Amerika Marksistliği ile özdeşleştirilebilir ki bu gün durmadan Venezuela gibi bir ilkelliğin bize “ulusal model” olarak dayatılıp durmasının sebebi de budur.
Müşterek sıfatının kapsayıcı kullanımının en büyük yan etkisi, mülkiyet hakkına yönelik müdahaleleri arzulanır ve hatta kaçınılmaz görmektir.
Milletin müşterek/kolektif bir değer olduğunu söylemek, onun, “Her şeye aynı anda ve eşit şekilde sahip olan” bir kitle olduğun söylemek değildir. Nitekim milliyetçilerin iktisat bilgisi yetersizlikleri onların hemen hemen tamamen böyle düşünmesine yol açmıştır. Bu gün “ulusalcılık” denen sentetik hareketin iktisadî söylemlerinin büyük ölçüde kolektivist olmasının sebeplerinden birisi milliyetçilerin ideolojik yetersizlikleri, diğeri de solun muazzam basın yayın egemenliğidir.
Milletin, “Her şeye aynı anda ve eşit şekilde sahip olan” bir kitle olarak kabul edilmesi ile birlikte ekonomik algılama da kendiliğinden kolektivist bir yöne kayar.
Milliyetçilerin ekonomik faaliyete bir tür “savaş” gibi bakmalarındaki bir başka sebep de devletlerin ekonomiyi birbirleriyle ilişkilerinde bir tür sopa/ savaş aracı gibi kullanmalarından kaynaklanmaktadır.
Millet algısının kolektivist çarpıtılmış şekli ve uluslar arası serbest ticaretin pratikteki devletçi çarpıtılmaları bir araya geldiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
“Ekonomi devletler tarafından yönetilen/ güdülen, yönetilmesi gereken bir faaliyet sahasıdır!”
Milleti fiilî bir kolektif varlık olarak görmenin kaçınılmaz sonucu, mülkiyetin fiilen lağvedilmesidir. Burada “özel” sıfatını kullanmıyoruz, çünkü zaten üzerinde konuşulabilecek, sorumluluk araştırması yapılabilecek yani anlamlı olabilen tek mülkiyet vardır, o da özel mülkiyettir.
Mülkiyetin kolektif bir varlık gibi kabul edilmesiyle birlikte, kaçınılmaz olarak mülkiyet üzerindeki ferdî tasarruf hakkı da ilga edilmiş olur.
Bu belki Sovyetik bir tarzda uygulanmasa bile mülkün tasarruf edilmesi ile sık ve akıl dışı müdahalelerin varlığı bize bunu ispat etmektedir.
Meselâ devlet tarafından ithalata getirilen kısıtlamalar, sağlık kurumları ile neredeyse tek taraflı, ikraha dayalı yapılan sözleşmeler, kira kısıtlamaları, taban fiyat uygulamaları, asgari ücret belirlemek gibi uygumlalar, alıcı ve satıcının, kendi mülkleri üzerindeki tasarrufunu yok saymaktan başka bir şey değildir.
Bu tip uygulamalar ferdin kendi hayatı ile ilgili fayda endekslerini yok sayarak arzı ve talebi ve dolayısıyla fiyat yapısını çarpıtmak demektir ki çarpık bir yapıyı düzeltmek için girişilen bütün müdahalelerin onu daha da çarpıtacağı ve belki sonunda yıkacağının en ürkütücü örneği Yunanistan’dır.
Milletin böyle bir yeknesak bütün olarak kabul edilmesinin sonucunda, fayda algısı, fertten devlete doğru kaymaktadır. Bunun sonucunda da “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır!” gibi slogan garabetleri ortaya çıkmaktadır.
Ekonominin merkezine fert değil, devlet oturmakta, ferdin ekonomik faaliyetinde önceliği kendi refahı değil de devletin beslenmesi almaktadır.
Bu algı verginin, devletin işleri için gereken bir asgari ödeme olmaktan çıkıp her türlü kazanca devletin ortak edilmesi mecburiyetini doğurmaktadır.
Devletin milletin her bir ferdinin hizmetkârı değil de “ortağı” haline getirilmesi siyasî milliyetçiliğin çarpık ideolojik algısının, “millete duyulan muhabbet” diye tarif edilebilecek doğal milliyetçilikle nasıl ters düştüğünün delilidir.
Çünkü bir zaman sonra bu kolektivizm çarpıklığı, milletin gerçek fertlerinin karşısına, devletin büyük ölçüde sorumsuz yetkili, şekilsiz ve ağır kütlesini koymak haline gelmektedir.
Bu açıdan Türkiye’nin son elli yılındaki siyasî milliyetçiliği ideolojik olarak genel anlamda kolektivist ve hatta büyük ölçüde Marksist ögeler taşımaktadır.
Çünkü Türkiye’de siyasi milliyetçiliğin aktörleri “iktisat” diye Keynesyen fikirlerle beslenmişler, ve geleneksel dayanışma duygusunun “devlet zoruyla” paylaşım” anlamına gelen kolektivist müdahalecilikle istismar edilmesini de bu yüzden kanıksamışlardır.
İktisadı “hesaplanabilir”, modellenebilir bir tür para mühendisliği olarak algılamışlar ve bu yüzden de iktisadın üretim ve mübadele müşevviklerini asla görememişlerdir.
Bu müşevvikler, mülkiyet hakkı, mübadele hürriyeti ve ferdî/ bireysel fayda endeksi oluşturabilmek hürriyetidir. Aslında son ikisi doğrudan doğruya mülkiyet hakkının içinde vardır.
Totaliter sosyalizmin yarattığı dehşet yüzünden, mülkiyetin kısmî ilgası değilse bile tahribi, ona vergiler, ticaret kısıtlamaları yoluyla müdahaleler edilerek gerçekleştirilmiştir.
Ne yazık ki milliyetçilerin, milletin kolektif bir değer olması yüzünden ilgili bütün konuların kolektif bir değer olması gerektiği yönündeki derin yanılgısı, ekonomik faaliyetlerin faydacı ve ahlâkî tahlilinin önünü tıkamıştır.
Dolayısıyla, uygulandığında ancak ekonomiyi tahrip eden Keynesyen müdahaleciliğin, milletin gerçekten faydasına olup olmadığı, bu uygulamaların temel hakları çiğneyerek nasıl bir ahlâkî ihlale yol açtığını görememişlerdir.
Bir amacın, ahlâkî sınırlama olmaksızın kullandığı araçlardan fayda hasıl olmayacağı gerçeği , kahir ekseriyeti kısa vadeli menfaatlerine göre düşünen köylü tabandan gelmiş milliyetçilerce idrak edilememiştir.
Faydanın zaten ancak ahlâkî denetimden sonra belirlenebileceği fikri hâlâ milliyetçilere yabancıdır.
Ahlâk denetiminden geçememiş fayda endekslerinin, ferde kısa vadeli getirilerinin, onun orta ve uzun vadede toplumdan kopması ile zarara dönüşeceği feraseti, muhafazakârlıkla temayüz eden milliyetçiler için maalesef henüz çok uzaktır.
Dolayısıyla Türkiye’de siyasi milliyetçiliğin ekonomiden anladığı tek şey “Su fazla geldi, un, un fazla geldi, su…” düzenlemeciliğidir.
Genel anlamda uluslar arası ticarette devletlerin, serbest ticarete getirdikleri kısıtlamaların tamamında da aynı çarpık iktisadî anlayış ve kolektivist millet algısının parmak izini görürüz.
Ekonomiyi yaratan aktörlerin, kendi faydalarını gözetmek haklarına “ulus” adına karışmanın ulusun gerçek menfaatlerine, refahına zarar verdiği gerçeği, fertlerce yaratılan refahın devlet tarafından keyfice dağıtılması yoluyla beslenmeye alışan refah toplumlarında maalesef görülememektedir.
Milliyetçilerin, “milletin faydası” yönündeki öncelemelerinin, ancak milletin fertleri hür üretebilirlerse bir anlam taşıyacağını idrak ettikleri gün ekonomi çok daha sorunsuz işleyecek ve refah artacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder