30 Mayıs 2010 Pazar

Mustafa Erdoğan’ın Yeni Anayasa Önerisinin Eleştirisi




Aşağıdaki yazı, anayasa hukukçusu bir yazarın, sözde liberal ilkelere göre önerdiği anayasanın ilkelerinin eleştirisidir.


Yazının altında ne zaman ve nerede sunulduğu belirtilmiştir.

Yazıda yazardan aktarılan cümleler italik karakterle gösterilmiştir.


Türkiye’nin demokratik inisiyatifle yapılacak yeni bir anayasaya acilen ihtiyacı var. Sivil-demokratik yöntemle yapılacak böyle bir anayasa Türkiye toplumunun devleti yeniden kurmak üzere kaderini kendi ellerine aldığının bir göstergesi olacaktır. Bu aynı zamanda toplum üzerindeki devletçi-bürokratik vesayetin reddedilmesi anlamına gelecektir.

Giriş kısmında ifade edilen Türkiye toplumu “millet” gerçekliğinden kaçınmak gayretinin bir ifadesidir. Erdoğan daha girişte Türkiye’de çoğunluğu teşkil eden, devlete adını veren, dilini Anadolu’da egemen kılmış, kültürel ağırlık merkezi olan Türk Milleti’ni zımnen reddederek demokrasi tesis etmek istemektedir. Giriş paragrafında bürokratik vesayetin eleştirilmesindeki doğruluk, millet realitesinin reddi için de kullanılmak istenmektedir.
Yeni anayasanın başlıca hedefleri ise özgürlük, adalet ve refah olmalıdır. Bunun için anayasanın insan haklarını ve hukuk devleti güvencelerini tesis etmesi ve serbest piyasa ekonomisinin normatif temellerini sağlaması gerekir. Adaletin tesisi için ayrıca devletin ideolojiden arındırılması da şarttır. Bunlar aynı zamanda yurttaşların, onların demokratik temsilcilerinin ve sivil örgütlerin kamusal meseleleri özgürce tartışabilmeleri için de zorunludur.

Özgürlük, adalet ve refahı gözeten bir bakış açısının ideolojiden arındırılmış olması mümkün değildir. Serbest piyasa ekonomisinin normatif ilkelerinden bahsetmek zaten devletin serbest piyasadan yana taraf olması anlamına gelir ki bu da devletin liberal demokrat bir çizgide teşkilatlanmasını istemek demektir ki bu durumda devlet ideolojiden arındırılmış olamaz. Bir liberal demokratik düzenin diğer ideolojik düzenlerden farkı, benimsenen ideolojinin, devletin hukukla sınırlandırılmasını esas almasındadır.

2. İdeolojik Tarafsızlık


Yeni anayasa her şeyden önce ideolojik bakımdan tarafsız olmalıdır. Çünkü, devlet ideolojisinin varlığı özgürlükle de adaletle de bağdaşmaz, bu ancak totaliter devletlere yakışan bir durumdur. Bir resmi ideolojinin olduğu yerde kamu meseleleri özgürce tartışılamaz; toplumun içindeki farklı dünya görüşü, ideoloji ve hayat tarzlarına sahip gruplar karşısında devlet tarafsız olamaz. Devlet ideolojisine yakın duranlar diğerleri karşısında daima avantajlı olur. Ayrıca, resmi ideoloji kurulu düzeni demokratik değişim talepleri karşısında tahkim etmeye yarar; demokrasi karşısında bürokrasiyi hakim kılar. Resmi ideoloji hukuku yozlaştırır, onu hakların güvencesi olmaktan çıkarır, mahkemeleri kurulu düzenin değişmezliğinin garantileri haline getirir. Mahkemelerin ideolojik davrandığı yerde ise hak-hukuk ve adaletten eser kalmaz; tam aksine, hukuk bir baskı ve sindirme aracı haline gelir.Ancak, tarafsızlık anayasanın hiçbir normatif tercihi içermeyeceği anlamına gelmez. Hür bir toplumun anayasası elbette herkes için hürriyet ve adaleti, herkesin kamusal meselelerde eşit söz hakkını güvence altına almak zorundadır. Başka bir ifadeyle, özgürlük, insan hakları, hukuk devleti, adalet ve barışı anayasayla güvence altına almak tarafsızlığa aykırı değildir. Çünkü bunlar, hangi dünya görüşü ve ideolojiye mensup olursak olalım, hepimizin kendimizi gerçekleştirmek, hayatı kendi iyi anlayışlarımıza göre yaşamak ve barış içinde bir arada var olabilmek için ihtiyacımız olan çerçeve değerlerdir. Tarafsızlığa aykırı olan, böyle genel ve soyut bir ortak varoluş çerçevesi kurmak değil, anayasa ve kanunlarla belli bir ideoloji veya hayat tarzını kayırmak yahut ayrıcalıklı hale getirmektir.

Erdoğan ideolojik tarafsızlığın normatif olmamak anlamına gelmediğini söyleyerek zaten bu paragrafta liberal demokrasinin genel ilkelerinden yana olmanın imkânını hazırlamaktadır. Burada söz konusu edilmeyen, ifadeleri belirsiz ve neredeyse eyyamcı kılan tarafsızlık anlayışı, mesela devletin etnik temelde ayrışmasını savunmanın ve bu yolda şiddeti özendirmenin, toplumu din temelinde ayrıştırmak isteyenlerin beyanlarının, şiddeti açıkça övmenin, terör örgütlerine açıkça taraftar olmanın ifade hürriyeti içinde nereye konacağının belirtilmemiş olmasıdır.


Tarafsızlık her ifadeye karşı gösterilebilir mi? Bu paragraf hiçbir pratik sonuca atıfta bulunmayan ve usul konusunda hiçbir ipucu da vermeyen bir paragraftır.


3. Kültürel Çeşitliliğin Tanınması


Ulus-devletlerin temel ideolojisi olan milliyetçilik başlangıçta halkların yabancı boyunduruğundan kurtulmalarını ve kendi kaderlerini tayin etmelerini teşvik eden siyasi bir dinamik iken, adına hareket ettiği ulusun devletini bir kere kurup da yerleştirince, bu sefer “ulus”u tahkim etmek üzere toplumu homojenleştirme amacına yöneldi. Böylece etnik bir-örneklik ulus-devletlerin karaktersitik vasfı haline geldi. Oysa, hiçbir yerde toplum homojen değildir; günümüzde her toplum kendi içinde etnik, kültürel ve dini bakımlardan farklı grup veya toplulukları barındırır. Bu durum elbette Türkiye için de böyledir. Yaklaşık bir asırlık resmi tez bizi aksine inandırmaya çalıştıysa da, bugün kültürel çeşitliliğin Türkiye toplumunun da tanımlayıcı bir özelliği olduğu artık saklanamaz hale gelmiştir.

Yazar bu paragrafta milletin ne olduğuna dair hiçbir fikrinin olmadığını açıkça göstermektedir. Amerikan, Fransız ve İngiliz uluslaşmalarında hukuk birilği gibi bir etkenden haberdar olmayan yazar, tamamen Marksist/kolektivist argümanlarla “ulus” gibi heterojen bir insan alt yapısına dayanan soyut bir kavramı, kan bağına dayalı, kabile , kavim gibi yapılardan biri sayacak kadar bilgisizdir. Uluslaşma hakkında bir bilgisi olsaydı, dünya üzerindeki ulusların, çoktan ırkî homojenite endişesini aşmış, ortak bir hukuk çatısı altında, ağırlık merkezi bir kültür etrafında kendiliğinden benzeşmiş kavimler birliklerinden ibaret olduklarını da bilirdi. Erdoğan’ın ulus hakkındaki malumatı ve paradigması tamamen kolektivist “halklar söylemine” ve Hobsbaum’a dayanmaktadır. Bir liberalin iktisatta liberal çizgiyi takip edip sosyolojide Marksist argümanlara yaslanması sanırım tam da Türkiye’ye özgü yarı okumuşluğun bir örneğidir.

Türkiye’de zaten etnik ırkçılar dışında hiç kimse milletin/ulusun ırkî homojeniteye dayandığını söylememektedir. Dolayısıyla homojenite millî devleti savunanların değil, toplumu kendileri gibi homojen etnik gruplara ayrıştırmak isteyen ırkçı ayrılıkçıların kaygısıdır.


Hür bir toplumun anayasası toplumun çoğulculuğunu tanıyan bir anayasadır. Toplumsal gerçekliğin red ve inkârına dayanan bir anayasa ve hukuk sistemi kaçınılmaz olarak özgürlüğü de boğar. Çoğulculuğun unsurlarının özgür olmadığı yerde toplumsal barış da mümkün değildir. Kaldı ki, kültürel çeşitliliği tanımak sadece maddi bir zorunluluk da değildir, ahlâki olarak da buna mecburuz. Çünkü, hiçbir dünya görüşü veya kültür başkalarına üstünlük iddiasında bulunacak durumda değildir. İnsanlar farklı kültürlerden birçok şey öğrenebilirler; en başta da, hayatın kendi aşina olduğumuzdan farklı bir şekilde anlamlı olarak yaşanabileceğini öğrenebiliriz. Onun için, özgürlük ve barışı önemseyen bir anayasanın kültürel farklılıkları tanıması ve saygı göstermesi, onların kendini geliştirmesinin önündeki keyfi engelleri kaldırması gerekir.

Hür bir toplumun anayasasından bahsederken yazarın örnek gösterdiği bir anayasa olup olmadığı paragrafta belirtilmemiştir. Bu paragrafta zımnen ifade edilen şey toplumun, hiçbir kültürel ağırlık merkezi taşımayan bir cemaatler yığını olduğudur. Kaldı ki toplumun, etrafında bütünleştiği büyük kültür yazılı kanunlarda da açıkça belirtilmeyebilir. Buna rağmen bu kültürün meydana getirdiği hayat tarzı, herhangi bir kanun metninde yazılsa da yazılmasa da ilgili devletin her türlü saldırıya kadar korumakla görevlendirildiği bir değerdir. ABD’de istediğiniz şekilde yaşarsınız ama asla istediğiniz gibi yaşamanıza izin veren Anglosakson tarzını değiştirmek veya bundan bağımsız bir özerk alan meydana getirmek için devleti zorlayamaz hele de bunun için şiddete başvuramazsınız. Keza liberalizmin ana vatanı İngiltere’de de bir sih olarak türbanınızla polislik yapabilir ama İngiliz kanunlarını veya hayat tarzını sığır eti yemeyen azlıklara göre değiştiremezsiniz. Bir ülkede hayat tarzlarının yaşanmasına izin vermek her hayat tarzının kanunla anılması ve dayatılması anlamına gelmez. Hele her hayat tarzının anayasada anılarak güvence altına alınacağının sanılması, negatif hakları gözettiğini iddia eden bir liberal için neredeyse cehaletle malul bir ifadedir.

Kültürel çeşitliliğin tanınması, toplumu biçimlendiren egemen bir kültürün varlığının anayasada inkârı anlamına geliyorsa, o zaman söylenen şey, azlıklar vasıtasıyla çoğunluğun yasal inkârı anlamına gelir. Bu paragrafta da kültürel çoğulculuğun pratik anlamına dair hiçbir ipucu verilmemiştir. Bunun pratik sonucu etnik temelli ayrışma ve siyasi bölünme olacaksa, yazar gene aynı yuvarlak ve belirsiz ifadeleri sarf edebilecek midir?


4. Doğal Haklar ve Özgürlük Karinesi


Yeni anayasanın insan haklarını doğal haklar olarak tesis etmesi gerekir. Bu, kişilerin bu haklara anayasada tanındıkları için değil, doğal haklar olarak doğuştan sahip oldukları anlamına gelir. Başka bir anlatımla, özgür bir toplumun anayasası insan haklarını tanımazlık edemez. Ama mesele insan haklarını şeklen tanımaktan ibaret değildir; önemli olan, anayasanın öngördüğü insan hakları rejiminin tümüyle doğal haklar anlayışına uygun olmasıdır. Bunun da bazı standartları vardır.Birincisi, anayasanın tanıdığı temel haklar listesinin insan haklarını tüketmediğinin kabul edilmesidir. Yani, insan haklarımız anayasada yazılanlardan ibaret değildir.İkincisi, temel hakların sınırlanmasında özgürlük karinesinin esas alınmasıdır. Buna göre, kişiler için özgürlük esas kısıtlama istisnadır. Bunun pratik anlamı, son derece hayati veya mübrem nedenler olmadıkça, temel hakları sınırlamaktan kaçınmak gerektiğidir. Buna bağlı olarak, kanuni sınırlama nedenleri hem mümkün olduğunca dar tutulmalı, hem de bu nedenler yorum yoluyla keyfi olarak genişletilmemelidir. Bu açıdan bakıldığında, tipik sınırlama nedeni başkalarının haklarına zarar verilmesi durumudur. Bunun dışındaki sınırlama nedenleri mutlaka “barış içinde bir toplumsal varoluş” amacıyla ilişkili olmak zorundadır. Başka kişi veya grupları özel olarak yararlandırmak için bazı kişilerin temel haklarına sınırlama getirmek bu amaca aykırıdır.

Buradaki ifadeler, liberal külliyatı azıcık karıştırmış herkesin zaten bildiği temel esaslardır. Kaldı ki buradaki ifadeler sadece anaysa için değil, yasama organının bütün tasarrufları için geçerli sınırlamalardır.



5. Özgürlükçü Lâiklik


Tarihsel olarak lâikliğin doğuş nedeni, devletin topluma bir din dayatmasını önlemek, böylece toplumu din temelli devlet baskısından korumaktır. Başka bir anlatımla, lâiklik toplumu hem devlet baskısından hem de dinsel baskıdan özgürleştirir. Lâikliğin esas olarak özgürleştirici bir ilke olmasının anlamı burada saklıdır. Mamafih, “dinsel baskıdan özgürleşme”yi dinden özgürleşmekle karıştırmamak gerekir. Lâîkliğin amacı toplumu dine dayalı bir devletten gelecek baskıdan özgürleştirmektir, dinden özgürleştirmek değil. Özgür bir toplumda dinden özgürleşme bazı kişi veya grupların amacı olabilir, ama devletin amacı olamaz. Çünkü, toplumu dinden korumak isteyen bir devletin de, aynen din devleti gibi, baskıcı olması kaçınılmazdır. Oysa, lâik devlet diğer özgürlükler yanında din özgürlüğünü de garanti eden devlettir.Öte yandan, özgürleştirici lâiklik aynı zamanda toplumsal barışın da temelidir. Çünkü, lâik bir devlette din, mezhep veya din yorumları bakımından var olan farklılıklar devlet için olduğu kadar kişi ve gruplar için de zora başvurma nedeni olamaz. Lâiklik dini ve ahlâki meselelerdeki vicdani kanaatler söz konusu olduğunda karar yetkisini ilgili kişi ve gruplara bırakır; bu alana devletin olduğu gibi başka iradelerin de karışmasına izin vermez. Böylece, lâiklik bir toplum içindeki farklılıkların barışçı bir şekilde bir arada var olmasına hizmet eder.Türkiye’nin resmi lâiklik anlayışı bu esaslarla birçok bakımdan uyuşmamaktadır. Türkiye’de devlet her ne kadar doğrudan doğruya belli bir dini topluma empoze etmiyorsa da, bu alanı tamamen inananların yetkisine terk etmiş de değildir. Bir kere, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet Sünni İslâmı düzenlemekte ve yorumlamaktadır. Bu ise hem bu inanca mensup vatandaşların din özgürlüğüne bir müdahale teşkil etmekte, hem de bu inançtan olmayan vatandaşlara karşı bir ayrımcılık oluşturmaktadır. Ayrıca, devlet hiçbir dini inancın mensuplarının kendi inançlarını sivil alanda serbestçe örgütlemesine de izin vermemektedir. Başka bir ifadeyle, devlet hukukunu dinden bağımsız olarak oluşturmaya devam etmekle beraber, genel olarak örgütsel anlamda din-devlet ayrılığını reddetmiş, Sünniliğin ise yorumunu kendi tekeline almış olup onu denetimi altında tutmaktadır. Öte yandan, devlet kendi konumunu hukuk sistemini dinden bağımsız olarak oluşturmakla sınırlamamakta, fakat başta yargı olmak üzere kimi devlet kurumları lâikliği devletçe desteklenmesi gereken din-karşıtı bir felsefe gibi yorumlamaktadırlar. Bu yoruma göre, din tamamen vicdani bir mesele olup inananların dünya işleriyle hiçbir ilgisi olmamak gerekir. Bunun pratik anlamı, devletin lâiklik adı altında toplumun sekülarizasyonunu hedeflemesidir. Böylece lâiklik, bu ilkenin sahici anlamına ters bir şekilde, kısmen de olsa toplumu “dinden özgürleştirme” olarak anlaşılmaktadır. Kısaca, lâiklik siyasi-hukuki bir ilke olmaktan çıkmakta ve devletin izlemesi gereken bir toplum felsefesi haline gelmektedir.İşte yeni anayasanın bütün bu kusurlardan arındırılması ve lâikliği olması gereken işlevine –özgürlük ve barış ilkesi- geri götürmesi gerekiyor. Bunun pratik iki sonucu var. Birincisi, DİB’in kaldırılması ve her türlü dini yorumun serbestçe örgütlenmesine izin verilmesidir. İkincisi ise, dine her türlü referansı kategorik olarak “din istismarı” veya “hakkın kötüye kullanılması” saymasıyla yukarıda işaret ettiğim lâikçi felsefenin izlerini taşıyan yürürlükteki anayasanın 24. maddesinin son fıkrası benzeri bir hükme yeni anayasada yer verilmemesidir.

Bu madde de özünde liberal demokrasinin temel niteliklerini ifade eden, bu açıdan yazara ait herhangi bir orijinalite taşımayan cümlelerden oluşmaktadır. Devletin inançlara nötr bakması, aynı zamanda zaten herhangi bir dinin mensuplarının devletin zor kullanıcılığı ile kayırılmasını veya baskılanmasını engellemek anlamına gelir.


6. İdarî Adem-i Merkeziyet


Türkiye’nin idari sistemi son derece merkeziyetçi ve vesayetçidir. Böyle bir sistemin medeni dünyada hiçbir benzeri bulunmamaktadır. Yürürlükteki anayasa mahalli idareleri şeklen tanımış olsa da, bunları hem idari anlamda bile özerk olacak şekilde yeterince yetkilendirmemiş, hem de bunların seçilmiş organlarını merkezi idarenin sıkı vesayeti altına sokmuştur. Oysa, sahici bir adem-i merkeziyet kolluk, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin büyük ölçüde mahalli idarelere devrini ve bunların söz konusu hizmetler için gerekli kaynaklarla donatılmalarını; hem de İçişleri Bakanlığı, valilik ve kaymakamlıkların bunlar üzerindeki vesayet yetkilerinin büyük ölçüde kaldırılmasını gerektirmektedir. Esasen, yerel düzeydeki yönetimlerde halihazırda var olan -merkezi idarenin taşra teşkilâtı ve mahalli idare şeklindeki- ikilik anakronistik bir durumdur. Sadece demokrasi ilkesi değil, etkin idare ilkesi de bu ikiliğin kaldırılmasını gerektirmektedir.

Yazının bilgisizlikle en malul maddesi sanırım budur. Zira merkeziyetçi bir yapının neden otoriter olması gerektiğine dair herhangi bir bilgi verilmemektedir. Veya adem-i merkeziyetçi bir yapının ideal hukuk devletine neden daha yakın olacağı gösterilmemektedir. Kaldı ki adem-i merkeziyet arzusunun neden “kolektif bir vergi havuzundan” besleneceği gerçeğinin saklandığı da insanda merak uyandırmaktadır. Kolluk hizmetlerinin mahalli idareye bırakılmasının sınırı ne olacaktır? Böyle bir uygulama genel geçer bir ilkenin gereği midir? Bu soruların cevapları ilgili maddede yoktur.

Mahallî idareler, kendi sınırlarında ne kadar egemen olacaktır? Bu egemenlik yetkisinin sorumluluk tarafı nasıl belirlenecektir? Mesela 1963-1979 yılları arasında Georgia eyalet meclisi kararıyla Ray Charles’ın kendi doğduğu eyalete girişi yasaklanması gibi örnekler yaşanırsa durum ne olacaktır? Yarın farazî bir Diyarbakır özerk mahalli idaresi kendi bölgesine girişte vize uygulamasına geçerse, ortak vergi havuzundan beslendiği bir memlekette bunu yapmasına rıza göstermemiz mi gerekecektir?

Veya mahallî idareler bağımsızlık talebinde bulunduklarında buna razı mı olmamız gerekecektir? Yazar adem-i merkeziyetin bizatihi bir iyilik olduğu ezberiyle bilimsellikten ve mantıktan ve daha kötüsü ahlâkî akıl yürütmeden uzak düşmüştür. Bir ülkede şikâyet ettiği hususları düzeltmenin yolu, herkesin kendi bölgesinde izole olmasına yol açacak federalleşme değil, ülkenin her yerinde herkes için her zaman geçerli bir hukuk birliğini oluşturmaktır. Böyle bir birliği kendi homojenitelerine tehdit olarak görenlere verilecek cevap bu insanları bu hukuktan ayrı bir özerk bölgeye sokmak değildir. Devletin zor kullanıcılığı zaten burada, herkesin aynı hukuka taabi olmasını temin etmekte devreye girmektedir.

Dolayısıyla kurucu bir çoğunluğun manevi varlığı ve kimliği reddedilerek, her azlığın çoğunluktan bağımsız bir izole bölgede, kendi bildiğince yaşamasına yol açmak, hukukla değil ancak kabileleşmek ve ilkelleşmekle özdeşleştirilebilir. Kaldı ki bir anaysa hukukçusunun adem-i merkeziyetçiliğin hukukî dayanağını, ahlâkî ve faydacı sınırlarını izah etmesini beklerdik. Yazar burada azıcık liberal literatür taramış her üniversite öğrencisinde rastlayacağınız ezbere heyecan dışında hiçbir yetkinlik göstermemektedir.

Adem-i merkeziyet’in hukukun ilkelerine sıkı bir sadakati sağlamak garantisi yoktur. Kolluk kuvvetlerinin mahallileştirilmesinin, mahalli grubun keyfî zor kullanımına yol açmayacağının da bir garantisi yoktur. Ortak vergi havuzundan beslenirken kendi bildiğini okumak demek, başkasının parasıyla keyif sürmek demektir ki bir liberalin böyle bir ahlâksızlığa taraf tar olduğunu görmek üzücüdür.

Erdoğan ilgili paragrafta kısaca yetki/sorumluluk illiyetini hiç dikkate almadan, etnik ırkçılara Marksist bir hoş görünme güdüsü altında, tamamen ezbere dayalı bir şeyler yazmış ve gene bunların ahlâkî ve pratik sonuçlarını gözetme gereği duymamıştır. Oysa bir liberalden öncelikle söylenenlerin ahlâkî geçerliliğini test etmesini beklerdik.


7. Silahlı Kuvvetlerin Sivil Denetimi


Silâhlı kuvvetlerin sivil denetimi demokratik bir rejimin vazgeçilmez esaslarındandır. Silâhlı gücün sivil denetim altında olmadığı bir yerde, demokrasi şöyle dursun, esasen medeni bir sistem de kurulamaz. Türkiye’de bu bakımdan da ciddi sorunlar vardır. Anayasa her ne kadar genelkurmay başkanı ile başbakan arasında bir “sorumluluk” ilişkisi kurmuşsa da, bu sivl denetim ilkesinin tam olarak gerçekleşmesini sağlamaya yetmiyor. Çünkü, her şeyden önce, idare hukukunun temel örgütlenme ilişkisi olan hiyerarşiden bilinçli olarak farklılaştırılmış olan bu “sorumluluk”un anlamı açık değildir. Burada sanki, anayasa hukukunun siyasi sorumluluk ilkesine benzer bir durum vardır. Onun için, silâhlı kuvvetler başbakanlarca da özerk bir kurum gibi alglanmakta, bu da onları genelkurmay başkanlarının hiyerarşik amiri gibi davranmaktan alıkoymaktadır. Öte yandan, bu “sorumluluk” ilişkisi dışında, silâhlı kuvvetler merkezi idareden özerk biçimde örgütlenmiştir. Bu yapı içinde milli savunma bakanı genelkurmay başkanının amiri değil, kendisine maliye ve personel açısından lojistik destek sağlayan bir yardımcısı olarak işlev görmektedir. Yeni anayasanın bu yapıyı kökten değiştirmesi ve silâhlı kuvvetleri savunma bakanlığının bir alt kurumu halime getirmesi gerekmektedir.Öte yandan, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olarak varlığı da silâhlı kuvvetlerin siyasi bir aktör olarak algılanmasını ve buna uygun hareket etmesini kolaylaştırmaktadır. Onun için bu kuruma yeni anayasada yer verilmemesi rejimin selâmeti açısından şart görünmektedir. Böyle bir kuruma Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı varsa, eski Milli Savunma Yüksek Kurulu örneğinde olduğu gibi, bu konu bir kanunla düzenlenebilir. Bu arada, yeni anayasada Yüksek Askeri Şura’nın da adının geçmemesi gerekir.Aslına bakılırsa, Türkiye’de silâhlı kuvvetlerin sivil denetimiyle ilgili sorunlar sadece mevcut kurumsal düzenlemelerden de kaynaklanmıyor. Silâhlı kuvvetlerin tam olarak sivil denetim altına alınamaması, bu kurumun kendi görevini vesayetçi bir anlayışla temellendirmesinden ileri gelmektedir. Türkiye’de silâhlı kuvvetler “milli savunma” teşkilâtı olmaktan önce, demokratik siyaset üzerindeki bir vesayet kurumudur. Bu durum da esas olarak rejimin ve anayasanın ideolojik niteliğinden kaynaklanmaktadır. Onun için, anayasa ideolojik bakımdan tarafsızlaştırılmadığı sürece, kurumsal düzenlemelerde yapılacak iyileştirmeler bu sorunu çözemez. Silâhlı kuvvetlerin kendisini resmi ideolojinin bekçisi olarak görmekten vazgeçmesini kolaylaştıracak bir yol da, profesyonel ordu sistemine geçilmesi olacaktır.

Yazar bu paragrafta gene tek taraflı bir ezbere dayanmakta, sivil iktidarların sivil denetimi konusundaki yetersizliğin bahsettiği vesayette ne gibi bir etkisi olduğunu hiç görememektedir.

Türkiye’deki temel sorun, devletin, silahlı bürokrasisi kadar silâhsız egemenlik organlarının da yeterince denetlenememesidir. Buna siyasî iktidarlar da dahildir. Siyasî iktidarlar da topluma belli bir hayat tarzının dayatılmasında bürokratlar kadar kabahatlidir.

Silâhlı kuvvetlerin “özerkliği” devletin idarî bütünlüğü açısından endişe vericidir, bu doğrudur. Buna mukabil, devletin siyasî iktidar kanadı da dahil olmak üzere zaten genelinde özerklik alanlarının bulunması bu tartışmanın devletimizin fiilî idari yapısı üzerinde yürütülmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır.

Nitekim silâhlı kuvvetlerin yer yer ölçüsüzce eleştirildiği hatta tahkir edildiği şu sıralarda yürütülen yargı işlemlerindeki usul hataları ve bu hataların siyasî iktidarca görmezden gelinmesi durumunun, bir liberalce genel eksikliğin bir parçası olarak fark edilmemesi cidden utandırıcıdır.

8. Özgür ve Özerk Üniversite


Türkiye’de epey bir zamandır üniversitelerin özerk olmadığından şikâyet ediyoruz. Bunda elbette haklıyız, ama üniversitelerle ilgili asıl mesele başka yerdedir: Özerk olmadan önce üniversitelerin özgür olması gerekir. Üniversite özerkliğinin hizmet etmesi gereken asıl amaç özgür bilimsel araştırma yapabilmektir. Özerklik savunucuları bu noktayı genellikle göz ardı ettikleri için, özerklik talebi ortalama vatandaş tarafından bilim adamlarının kendileri için ayrıcalık peşinde koştukları şeklinde anlaşılmaktadır. Aslına bakılırsa, bilimsel faaliyetin özgür olmasını savunmayıp sadece “üniversite özerkliği” davası güdenlerin durumu gerçekten de böyledir.12 Eylül rejiminin kurduğu YÖK sistemi üniversiteler ve akademisyenler üzerindeki bir vesayet kurumudur. Böylesine merkeziyetçi ve sadece idare ve koordinasyonla ilgilenmeyip akademik işlere de karışan bir kurumun olduğu yerde üniversitelerin özerk olması mümkün olmadığı gibi, özgür bilimsel araştırma yapılabilmesi de istisnai bir başarı olmaktan kurtulamaz. Onun için, özerklik her şeyden önce, YÖK’ün kaldırılmasını ve ayrıca üniversitelerde de idari iş ve görevlerin akademik olanlardan ayrılması gerekir. Bu arada, vakıf üniversiteleri devlet vesayetinden kurtarılmalı, gerçekten özel ve sivil olmalıdırlar. Nihayet, mesleki yüksek öğretim kurumları üniversite sisteminin dışına çıkarılmalıdır.Asıl mesele olan özgürlüğe gelince, bu her şeyden önce devletin ideolojiden arındırılmasını ve buna bağlı olarak da üniversite öğretim müfredatının ve akademisyenlerin anayasa ve yasayla dayatılan ideolojik cendereden kurtarılmasını gerektirir. Açıktır ki, bilim insanlarına resmi ideolojiye sadakati buyuran ve bundan sapanları meslekten çıkarılma dahil ciddi yaptırımlarla karşı karşıya bırakan mevcut sistemde özgür bilimsel araştırma yapılamaz. Ayrıca, akademik işlerle idari işlerin ayrılmış olmadığı mevcut sistemde böyle bir zorunluluk, bugün olduğu gibi, akademisyenleri yozlaştırma ve sistemi liyakat esasından caydırma istidadı taşır.

Bir liberal olarak Mustafa Erdoğan’ın devlet eliyle yürütülen üniversite eğitiminin kendisinin başlı başına bir sorun kaynağı olduğunu görmemesi şaşırtıcıdır. Nitekim “Parayı verenin düdüğü çalacağı” düşünülürse, devletçe finanse edilen yüksek öğretim kurumlarında devletin etkisiz olmasını istemek ya gaflettir ya da cehalet.


Nitekim batıda çeşitli dinî mezheplerin açtıkları yüksek öğretim kurumlarında, bu mezheplerin kültürel ağırlıklarını kimse garipsememektedir. Özel bir üniversitede mesela kurucularının Marksist esaslara göre öğrenim yapacaklarını söylemelerini nasıl garipsemeyeceksek bir devlet üniversitesinde de devleti meydana getiren değerlerin dışlanmayacağını bilmemiz gerekir. Devleti ideolojiden ayırmaktan bahsederken yazar gene herhangi bir kayıt ve şart belirtmemektedir.

Kaldı ki bahsettiği özerkliğin veya özgürlüğün sınırlarının ne olacağı da belli edilmemiştir. Rektörlerin kendi keyfî kararlarından öğretim üyeleri nasıl korunacaktır? Bir üniversitede herhangi bir rektörün etnik ırkçı kadrolaşmasının önüne nasıl geçilebilecektir, mesela?


Bunun dışında akademik/ idari işler ayrımı makuldür.


9. Yargının Demokratikleşmesi ve Tarafsızlığı


Nasıl ki, üniversite söz konusu olduğunda özgürlükten önce özerklik gündeme getirilmektedir, bunun gibi, yargı söz konusu olduğunda da tarafsızlıktan önce bağımsızlık vurgulanmaktadır. Yargı elbette yasama ve yürütmeden bağımsız işlemelidir. Ama eğer yargının bağımsızlığı onun tarafsızlığına hizmet etmiyorsa çok fazla anlamlı değildir. Hatta, ülkemizde halihazırda olduğu gibi, yasama ve yürütmeden bağımsızlığı yargının devlet ideolojisinin emrine girmesine yarıyorsa, durum gerçekten vahimdir. Çünkü, bu durumda yargı tarafsız adaletin icracısı ve özgürlüklerin koruyucusu olmaktan çıkıp, devletin toplum üzerindeki bir vesayet aygıtı haline dönüşür. Bu çerçevede, mevcut haliyle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’yla ilgili asıl problem adalet bakanı ile müsteşarının onun üyesi olması değil, fakat Kurulun bir yandan demokratik temsiden yoksun olması, öbür yandan da bürokratik devlet adına yargıya vesayet etmesidir. Onun içindir ki, mevcut yapısıyla bir tür zümre iktidarı niteliğinde olan bu Kurulun daha geniş kapsamlı ve temsili hale getirilmesi sağlanmadıkça; yürütmeden tamamen yalıtılmış, kendine ait sekreteryası olan bir yapıya kavuşturulsa bile, bu Türkiye’nin yargı sorununu çözemez ve bizi “tarafsız ve demokratik yargı” idealine yaklaştıramaz. Sözünü ettiğim demokratik temsil eksikliğinin giderilmesinin önemli bir ayağını, Kurula bütün hakimleri temsil edecek şekilde temsilciler seçilmesi oluşturacaktır.

Maddenin başlığı son derece sorunlu ve saçmalık sınırındadır. Yargıdan belli bir yönetim biçimine bağlılığı bekleyemeyiz. “Demokratik yargı” diye bir şey yoktur. Bir hukuk devletinde kanunların uygulanmasına dair usuller bellidir ve yargıdan da bu usullere uyması beklenir. Yüksek yargı teşkilatlanması nasıl olursa olsun , ister bunları bir kral atasın , isterse yasama organı, temel hakların korunmasına dair usuller bellidir.


Böyle bir paragrafın yazılması için bir insanın hiç usul dersi okumamış olması gerekir herhalde? Türkiye’deki yargının iki temel sorunu, hukuk felsefesini ve usulünü, pratikte dikkate alınmaksızın çalışmasıdır. Aksi takdirde haklarında mahkumiyet kararı çıkmamış insanlara yönelik karalamalara izin verilmez ve yargılamada makul süreler gözetilirdi. Yazarımız demokrasinin kendi başına her şeyi halledebileceği zehabına kapılmış ve burada da muhalefet ettiği sosyalistlerle aynı çizgiye gelmiştir.

Yargının tarafsızlığı konusu Türkiye’de cidden tartışmalıdır. Bunu sağlamanın yolu ise uygulamalarda hukuk felsefesinin ilkelerine ve usul şartlarına uygunluğun sıkı şekilde denetlenmesidir.

Yazarın tahlil ettiğimiz önerileri liberal kuram açısından bir bütünlük arz etmemektedir. Yer yer genel liberal ilkelerin ezbere tekrarlandığı yerler dışında etnik ırkçılara romantik bir yakınlığın etkisiyle yazılmış, ahlâkî ve faydacı sonuç analizinden mahrum öneriler getirilmiştir.

Bunun yanı sıra topluma bakışı, Hayek’in büyük evrimci ve kendiliğindenci rasyonalizminin tam aksi istikamette etnikçi/Marksist, kısaca kolektivisttir.
Millet gerçeğinin reddinin ahlaki sonuçlarından habersizce etnik ırkçılığı destekler mahiyette kendince söz ettiği “kültürel çoğulculuğun” pratikteki muhtemel siyasi sonuçlarını ihmal etmesi ciddi bir ahlâkî eksikliktir.

Kültürel farklılığın tanınmasının milletin siyasî bütünlüğü ve egemenliğini inkâr anlamına gelemeyeceğini görmekten kaçınması ciddi bir yabancılaşmaya işaret etmektedir.

Kültürel farklılığın farkında olmanın bir ülkede milletleşme sürecini kesintiye uğratamayacağını, uğratmaması gerektiğini sanırım bu yabancılaşmadan dolayı görememektedir.
Bir ülkenin millî egemenliğinin “sınırsız bir egemenlik” anlamına gelmediğini, gelemeyeceğini, aksi halde zaten bütün liberal düşünürlerin korktuğu “sınırsız demokrasi” faciasının baş vereceğini en başta liberal bir akademisyen olarak yazarımız fark etmeliydi.

Bir memlekette hukuk devletini sağlamanın yolunun milleti ve millî egemenliğin reddedilmesini gerektirmediğini anlamak içinse akademisyen olmaya gerek yoktur.

Yapılması gereken herkes için ve her zaman geçerli genel hukuk kurallarını duyurmak ve uygulamaktır. Bunu yapmak için de ülkeyi anayasa yoluyla kimliksiz, milliyetsiz bir nötr Homo sapiens yığınına çevirmek gerekmez.

Yazar burada anayasadan millî egemenliğin ifadesini çıkararak, millet gerçeğini, inkâr ederek insanı koruyacağını sanmaktadır. Bu aynen bir zamanlar Marksistlerin bütün aile bağlarını ve milliyet ilişkilerini reddederek güttükleri çarpık hümanizmin romantik izlerini taşımaktadır.

Yazı Türkiye’de bir anayasa hazırlanırken akademisyenlere danışılması halinde neler olabileceğine dair ciddi endişelere yol açmaktadır. Çünkü bahsedilen maddelerin liberal kuram açısından olduğu kadar genel ahlâkî ve faydacı bakış açısından hiçbir bütünlüğü bulunmamaktadır.


Önerilen maddelerdeki açıkça Marksist/kolektivist izler, Türkiye’deki özgürlük anlayışının toplumsal yapıya yönelik tehditlerce nasıl istismar edildiğini göstermektedir. İşin üzücü yanı kendince liberal bir okumuşun demokrasinin ve haklar kuramının mevcut istismarına bilerek veya bilmeyerek bu şekilde alet olmasıdır.


(Türk Demokrasi Vakfı’nın gerçekleştirdiği “Demokrasi ve Anayasa Sempozyumu”nda 22 Aralık 2009’da yapılan konuşma.)

28 Mayıs 2010 Cuma

Milliyetçilik Ve iktisat




Bu yazıda milliyetçilikten kastımızın, bütün milletlere has, toplumsal müştereki teşkil eden doğal milliyetçilik değil de siyasî milliyetçilik olduğunu belirtmeliyiz.
Bu ehemmiyetli bir farktır ve daima göz önünde bulundurulmalıdır. Zira mensup olunan soyut bir değere hissedilen muhabbet ve bağlılıkla belli bir iktisadî ve siyasî tercihi aynı şekilde adlandırmak öldürücü bir hatadır.

Milliyetçiliğin toplumsal değer olarak yaşanması, bu değere bağlı pek çok farklı görüşte insanın varlığını doğal kabul etmeyi gerektirirken, onu bir partinin, örgütün siyasî faaliyet tekeli ve ideolojik düsturu olarak ele almak sadece milliyetçiğin yanlış anlaşılmasına sebep olmaz; aynı zamanda toplumsal müştereklerin de aşınmasına sebep olur.

Nitekim Türkiye’nin son sekiz yılında, milliyetçiliğin müşterek duygu olmasına yönelik saldırıların enternasyonalist liberallerden, enternasyonalist dincilerden ( bunlar dini siyasi bir manivela ve ideoloji olarak gördükleri için böyle anılarak dindarlardan ayrılmalılar) ve enternasyonalist solculardan gelmesi bu açıdan tesadüf değildir.
İşte meselenin düğümlendiği nokta da tam burasıdır. Bu noktada kritik soru , bir müştereğin/kollektivitenin her şeyi kapsayıp kapsayamayacağı sorusudur.
Belki daha da dar anlamda, toplumsal hayatı, iktisadı, bir veya birkaç müşterek değere göre düzenleyip düzenleyemeyeceğimiz sorunu…

Bu sorunun da anahtar kelimesi: “Müşterek” (kolektif)…
Zira burada “müşterek” sıfatının sınırları tespit edilmezse milliyetçilik, içe kapanmacı Güney Amerika Marksistliği ile özdeşleştirilebilir ki bu gün durmadan Venezuela gibi bir ilkelliğin bize “ulusal model” olarak dayatılıp durmasının sebebi de budur.
Müşterek sıfatının kapsayıcı kullanımının en büyük yan etkisi, mülkiyet hakkına yönelik müdahaleleri arzulanır ve hatta kaçınılmaz görmektir.

Milletin müşterek/kolektif bir değer olduğunu söylemek, onun, “Her şeye aynı anda ve eşit şekilde sahip olan” bir kitle olduğun söylemek değildir. Nitekim milliyetçilerin iktisat bilgisi yetersizlikleri onların hemen hemen tamamen böyle düşünmesine yol açmıştır. Bu gün “ulusalcılık” denen sentetik hareketin iktisadî söylemlerinin büyük ölçüde kolektivist olmasının sebeplerinden birisi milliyetçilerin ideolojik yetersizlikleri, diğeri de solun muazzam basın yayın egemenliğidir.

Milletin, “Her şeye aynı anda ve eşit şekilde sahip olan” bir kitle olarak kabul edilmesi ile birlikte ekonomik algılama da kendiliğinden kolektivist bir yöne kayar.
Milliyetçilerin ekonomik faaliyete bir tür “savaş” gibi bakmalarındaki bir başka sebep de devletlerin ekonomiyi birbirleriyle ilişkilerinde bir tür sopa/ savaş aracı gibi kullanmalarından kaynaklanmaktadır.

Millet algısının kolektivist çarpıtılmış şekli ve uluslar arası serbest ticaretin pratikteki devletçi çarpıtılmaları bir araya geldiğinde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
“Ekonomi devletler tarafından yönetilen/ güdülen, yönetilmesi gereken bir faaliyet sahasıdır!”
Milleti fiilî bir kolektif varlık olarak görmenin kaçınılmaz sonucu, mülkiyetin fiilen lağvedilmesidir. Burada “özel” sıfatını kullanmıyoruz, çünkü zaten üzerinde konuşulabilecek, sorumluluk araştırması yapılabilecek yani anlamlı olabilen tek mülkiyet vardır, o da özel mülkiyettir.

Mülkiyetin kolektif bir varlık gibi kabul edilmesiyle birlikte, kaçınılmaz olarak mülkiyet üzerindeki ferdî tasarruf hakkı da ilga edilmiş olur.
Bu belki Sovyetik bir tarzda uygulanmasa bile mülkün tasarruf edilmesi ile sık ve akıl dışı müdahalelerin varlığı bize bunu ispat etmektedir.

Meselâ devlet tarafından ithalata getirilen kısıtlamalar, sağlık kurumları ile neredeyse tek taraflı, ikraha dayalı yapılan sözleşmeler, kira kısıtlamaları, taban fiyat uygulamaları, asgari ücret belirlemek gibi uygumlalar, alıcı ve satıcının, kendi mülkleri üzerindeki tasarrufunu yok saymaktan başka bir şey değildir.

Bu tip uygulamalar ferdin kendi hayatı ile ilgili fayda endekslerini yok sayarak arzı ve talebi ve dolayısıyla fiyat yapısını çarpıtmak demektir ki çarpık bir yapıyı düzeltmek için girişilen bütün müdahalelerin onu daha da çarpıtacağı ve belki sonunda yıkacağının en ürkütücü örneği Yunanistan’dır.

Milletin böyle bir yeknesak bütün olarak kabul edilmesinin sonucunda, fayda algısı, fertten devlete doğru kaymaktadır. Bunun sonucunda da “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır!” gibi slogan garabetleri ortaya çıkmaktadır.

Ekonominin merkezine fert değil, devlet oturmakta, ferdin ekonomik faaliyetinde önceliği kendi refahı değil de devletin beslenmesi almaktadır.

Bu algı verginin, devletin işleri için gereken bir asgari ödeme olmaktan çıkıp her türlü kazanca devletin ortak edilmesi mecburiyetini doğurmaktadır.
Devletin milletin her bir ferdinin hizmetkârı değil de “ortağı” haline getirilmesi siyasî milliyetçiliğin çarpık ideolojik algısının, “millete duyulan muhabbet” diye tarif edilebilecek doğal milliyetçilikle nasıl ters düştüğünün delilidir.

Çünkü bir zaman sonra bu kolektivizm çarpıklığı, milletin gerçek fertlerinin karşısına, devletin büyük ölçüde sorumsuz yetkili, şekilsiz ve ağır kütlesini koymak haline gelmektedir.
Bu açıdan Türkiye’nin son elli yılındaki siyasî milliyetçiliği ideolojik olarak genel anlamda kolektivist ve hatta büyük ölçüde Marksist ögeler taşımaktadır.

Çünkü Türkiye’de siyasi milliyetçiliğin aktörleri “iktisat” diye Keynesyen fikirlerle beslenmişler, ve geleneksel dayanışma duygusunun “devlet zoruyla” paylaşım” anlamına gelen kolektivist müdahalecilikle istismar edilmesini de bu yüzden kanıksamışlardır.
İktisadı “hesaplanabilir”, modellenebilir bir tür para mühendisliği olarak algılamışlar ve bu yüzden de iktisadın üretim ve mübadele müşevviklerini asla görememişlerdir.

Bu müşevvikler, mülkiyet hakkı, mübadele hürriyeti ve ferdî/ bireysel fayda endeksi oluşturabilmek hürriyetidir. Aslında son ikisi doğrudan doğruya mülkiyet hakkının içinde vardır.
Totaliter sosyalizmin yarattığı dehşet yüzünden, mülkiyetin kısmî ilgası değilse bile tahribi, ona vergiler, ticaret kısıtlamaları yoluyla müdahaleler edilerek gerçekleştirilmiştir.
Ne yazık ki milliyetçilerin, milletin kolektif bir değer olması yüzünden ilgili bütün konuların kolektif bir değer olması gerektiği yönündeki derin yanılgısı, ekonomik faaliyetlerin faydacı ve ahlâkî tahlilinin önünü tıkamıştır.

Dolayısıyla, uygulandığında ancak ekonomiyi tahrip eden Keynesyen müdahaleciliğin, milletin gerçekten faydasına olup olmadığı, bu uygulamaların temel hakları çiğneyerek nasıl bir ahlâkî ihlale yol açtığını görememişlerdir.

Bir amacın, ahlâkî sınırlama olmaksızın kullandığı araçlardan fayda hasıl olmayacağı gerçeği , kahir ekseriyeti kısa vadeli menfaatlerine göre düşünen köylü tabandan gelmiş milliyetçilerce idrak edilememiştir.
Faydanın zaten ancak ahlâkî denetimden sonra belirlenebileceği fikri hâlâ milliyetçilere yabancıdır.

Ahlâk denetiminden geçememiş fayda endekslerinin, ferde kısa vadeli getirilerinin, onun orta ve uzun vadede toplumdan kopması ile zarara dönüşeceği feraseti, muhafazakârlıkla temayüz eden milliyetçiler için maalesef henüz çok uzaktır.
Dolayısıyla Türkiye’de siyasi milliyetçiliğin ekonomiden anladığı tek şey “Su fazla geldi, un, un fazla geldi, su…” düzenlemeciliğidir.

Genel anlamda uluslar arası ticarette devletlerin, serbest ticarete getirdikleri kısıtlamaların tamamında da aynı çarpık iktisadî anlayış ve kolektivist millet algısının parmak izini görürüz.
Ekonomiyi yaratan aktörlerin, kendi faydalarını gözetmek haklarına “ulus” adına karışmanın ulusun gerçek menfaatlerine, refahına zarar verdiği gerçeği, fertlerce yaratılan refahın devlet tarafından keyfice dağıtılması yoluyla beslenmeye alışan refah toplumlarında maalesef görülememektedir.

Milliyetçilerin, “milletin faydası” yönündeki öncelemelerinin, ancak milletin fertleri hür üretebilirlerse bir anlam taşıyacağını idrak ettikleri gün ekonomi çok daha sorunsuz işleyecek ve refah artacaktır.


25 Mayıs 2010 Salı

Milliyetçiliğin Varoluşsal Gerekliliği


Milliyetçilik bir anomali, bir “çocukluk hastalığı” mıdır?

Enternasyonalist liberaller ve sosyalistler, böyle olduğunu düşünüyorlar.
Liberalizmin ve sosyalizmin içinde doğduğu batı medeniyetinde “milliyetçiliğin” Frenkçesi olan “nasyonalizm”, hemen hemen tamamı kötü olan örneklerle tanındığı için oralarda böyle algılanmasını doğal karşılayabiliriz.

Nitekim bu gün etnik ırkçılık ve terörün geçmişte sosyalistlerce bu gün liberallerin kahir ekseriyeti ve bir kısım inatçı sosyalistler tarafından doğrudan ve dolaylı desteklenmesinin altında da bu algı yatmaktadır.

Kestirmeden söyleyecek olursak bunun sebebi, iki kampın da adeta dinî bir taassupla, “nakle dayalı” bilgi oluşturmasıdır.
Bu apayrı bir tartışma konusu olmakla beraber yarattığı sonuç açısından önemlidir ki o sonuç da sosyolojik olarak “yabancılaşma” veya romantik bir ifadeyle “mankurtlaşma”dır.
Sürekli Marx’a atıfta bulunularak kullanılan yabancılaşma, ne onun icat ettiği bir terimdir ne de ona münhasırdır.

Yabancılaşma, kısaca ifade edilecek olursa bir “değerler takımı yitimidir”.
Her ne kadar enternasyonalist liberaller ve sosyalistler “ortak insanlık değerlerine” atıfta bulunsalar da içinde yaşadıkları toplumun, maddi evrendeki tutunma noktaları, varoluş biçimi, kendini ifade ediş biçimi, teşekkül ediş biçimi ve tarihi gibi konuları reddetmeyi, yok saymayı kendi görüşlerinin hareket noktası olarak ele aldıklarından “insansız” bir insanlık idealinin peşinde koştuklarını görememektedirler.

Çünkü bütün ayırıcı unsurlardan arındırılmış bir boş ve “standart” insan yoktur!
İnsanlığın varoluşuna dair kuramsal ve genel geçer ilkeler belirlemek için de insanların renklerini, dillerini vs inkâr etmek gerekmez.
Enternasyonalist liberallerimizin ve sosyalistlerimizin düştükleri temel hata da zaten insanlık için geçerli değerlerin ancak insanlığı renklerinden, dillerinden arındıracak bir bakışla sağlanabileceğidir.


Bu, enternasyonalistlerin genel kuramsal çerçevesidir.
Pratikte ise enternasyonalizmin temel düşmanlığı “milliyete” karşıdır. Yoksa enternasyonalist liberallerin ve sosyalistlerin “millet altı” topluluklarla herhangi bir problemleri yoktur.
Bu tip toplumların kendi içine kapanma refleksi ve bu refleksle kısır döngü yaratan “yabancı düşmanlığı” gibi bir anlayışa, bu anlayışın beslediği değerlere karşı mezkur kampların hiçbir eleştirisini görememekteyiz. Bundan dolayı da mesela kabile, etnisite, kavim düzeyindeki toplumların dayandığı kan bağı beraberliğinin “ırkçı” yönü de onları ilgilendirmemektedir.
Nitekim bu gün ülkemizde etnik terörün dayandığı “kan ve dil birliği” argümanlarına iki kamp da hiçbir eleştiri getirmemektedir.

O halde enternasyonalist liberal ve sosyalistlerin göremedikleri şey nedir?
O şey, soyut bir kavram olan milletin bize maddî dünyada varoluş için sağladığı değerler takımıdır ki bu takımın ilk faydacı ve ahlâki ilkesi “aileni koru”dur.
Bu ilkenin temelinde de elbette insanın kendini koruması güdüsü yatmaktadır.
İnsan ne sosyalistlerin sandığı gibi toplumun bir eseri ve kurmalı oyuncağı ne de şimdi kendine liberal diyenlerin kahir ekseriyetinin sandığı gibi topluma düşman saf ben merkezci bir yaratıktır.

İnsan, var olabilmek için türdeşleriyle işbirliği yapmanın, hayatta kalmak için en ucuz ve hızlı yol olduğunu idrak etmiş, irade sahibi tek canlı cinsidir.
Hayatta kalmak için kurduğu beraberlik ilişkileri de bu ilişkilerin dayandığı değerlere göre farklı seviyelerde gelişmişlikler gösterir.

Beraberliği ancak kendi ailesinden ibaret sayan bir insan evlâdı için diğer aileler “yabancıdır”. Birbirinden izole yaşayan aileler için güvenilecek üyeler ancak ailenin üyeleridir.
Aynı şey, birbiriyle akraba ailelerin bir araya geldiği kabile veya aşiretler için de söz konusudur.
Çünkü bu tip toplumlarda toplum üyelerinin varoluşları, izole aile ve aile gruplarının yaşadığı kapalı ve sınırlı alanlardan, basit ve sınırlı iş bölümünden ibarettir.

Dolayısıyla şimdilerde “etnik” diye anılan toplumların bu kapalılık ve sınırlılıkları, onların meydana getirdiği “düzende” de sınırlı oldukları kadar aynı zamanda “somut kurallar” ile kendini gösterir. “Mala, davara” yaramayan hiçbir sınırlama ise dikkate alınmaz. Bu açıdan mesela tarla sınırların hayvanlarca ihlali gibi meseleler adam öldürmeye kadar vardırılırken, aile içi şiddet ve cinsel istismarlar rahatlıkla geçiştirilebilir veya mağdur öldürülerek sorun “halledilebilir”.
Mensubiyetin, cemaat benzeri yapılardaki dışavurumu bu açılardan çok büyük oranda şiddet ve içe kapanma kısır döngüsüyle karakterizedir. Bu mensubiyet ve varoluş şekli, “devletleşmenin” önündeki en büyük engeldir.


Çünkü devletleşme, insan varoluşunun, ancak “mala davara” yarayacak kadar fayda ile sınırlanmış, somut kurallara ve üç beş kişinin keyfî kararlarına değil, soyut kurallara dayanması ihtiyacının bir sonucudur.
Çünkü devletleşme , bir araya gelerek ortak hak sağlayıcı ihtiyaçlarını ifade eden kavimlerin meydana getirdiği büyük heterojenitenin sonucunda ortaya çıkan büyük iş bölümünü ve emniyet duygusunu devam ettirmek için elzemdir.
Bu büyük ölçekli beraberlik, kendiliğinden daha soyut kurallara tabi olmayı gerektirir ki cemaat yapılı toplumların millî devlete direnci, “kendilerinin yaratmadığı”, “kendi keyiflerince uygulayamayacakları” kurallara tabi olmamak isteğinin bir sonucudur.

Dikkat edilirse, Türkiye’den ayrı bir yasama erki talep eden etnik ırkçıların sosyolojik tabanı, yukarıda örneğini verdiğimiz şekilde hayatın somut unsurlarını, insanın soyut kişiliğinin önüne koyan, tavuk, sığır için adam öldürüp karşı cinsle yakınlaşan üyelerine ölçüsüz şiddet uygulayan ve hatta onları da öldüren gayet ilkel ve “somut” bir kültürel iskelete sahiptir.
Bundan dolayı mensubiyet şuurları içinde sadece “milliyetçilik”, ait olduğu toplumsal yapının hukuka dayalı oluşum şeklinden ve kan bağlarını, ırkî mülahazaları aşan ciddi karmaşıklığından dolayı yapıcı ve varoluşa saygılı bir özellik gösterir.
Dünyada, hümanizmin ciddi temsilcilerinin içinden çıktığı milletlerin tamamı, milletleşmelerini büyük ölçüde tamamlamış ve hukuk etrafında meydana getirilmiş bu büyük toplumsal yapının değerlerine sonuna kadar sahip çıkan fertlerden oluşur.

Sınır tanımayan bir İngiliz doktor insanlığa hizmet ederken asla Kraliçe’nin büyük ülkesinin vatandaşı ve İngiliz milletinin bir mensubu olduğunu unutmaz. Hiçbir Fransız komünisti, ideolojisini millî birliğinin önüne koyarak, ülkesinin bölünmesine ideolojisi adına rıza göstermez. Hiçbir Amerikalı, özgürlük idealinin, ülkesinin bölünmesine alet edilmesini kabul etmez. Hiçbir Alman kendini “etnik” bir unsur kabul etmez!
Bunun sebebi, taşıdıkları millî kimliklerin oluşumunun dayandığı yüksek ahlâkî idealler ve soyut kuralların kavrayıcılığı ve bütünleştiriciliğidir.

Etnik ırkçıların havsalası, “mala davara yaramanın” dışındaki kuralların şekillendirdiği kültürel iskelet ve bu iskeletin üstüne giydirilmiş toplumsal yapıdan dolayı bunları anlayabilecek kadar gelişemediğinden herkesi bir etnik grup olarak adlandırmak veya marxizmin ne idüğü belirsiz “halklar” söylemine sığınarak sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedirler.
Şüphesiz her insan bir mensubiyet şuuruna sahiptir.
Mesele, bu şuurların tezahürlerinin parçalayıcı, yaralayıcı olup olmadığının cevabını verebilmektir.

Millet gibi heterojen bir toplumsal yapıya mensup olmanın sonucu sorunların çözümünde, beraberliği sağlayan hakem olarak hukuka başvurmak iken, etnik ırkçılık gibi cemaatçi hırçınlıkların mensubiyet şuurları bizi ancak kan davalarına, arındırılmış aşiret egemenliklerine, otokrasilere ve faşizme götürür.
Türkiye’de varoluşumuzun temel problemi işte budur.




23 Mayıs 2010 Pazar

CHP’nin Tehlikeli Belirsizliği






Deniz Baykal’ın gidişi, bir kısım muhalifinde şüphesiz sevinç uyandırdı. Baykalsız bir partinin iktidara yürüyeceğine dair epeydir süren kanaat şimdilik yeni liderin heyecanıyla pupa yelken gidiyor.

Sorun, Baykal’ın gidişiyle CHP’de gerçekte neyin değiştiğidir.
Baykal’ın liderliğindeki CHP bilhassa millet karşıtı, etnik ırkçılığı hümanizm adına destekleyen liberallerce “faşizmle” suçlanıyordu.
Aslında sorun Türkiye’de siyasetin, lider karizmasıyla yürütülmesinden başka bir şey değildi ki bu gün seçmenimizin büyük çoğunluğunun ne ideolojiyle ne programla ilgilenmeksizin doğrudan lidere oy verdiği artık biliniyor. Demek ki parti içi demokrasi eksikliği Baykal’a özgü bir durum değildi.
Liberallerin tamamen kolektivist argümanlarla CHP’de faşizm olarak niteledikleri şey, millî duyarlılıktı.

Etnik ırkçılığın otarşizm, faşizm ve kolektivizme dayanan söylemlerinin demokrasiyi istismarına ses çıkarmayan liberallerin CHP’de ki “milleti önceleme” tavrına faşizm demesi kadar doğal bir şey olamazdı.
Aslında Baykal dönemi Türk solu için ciddi bir kırılma noktasıydı ve bu noktada CHP etnik ırkçılığa karşı millî duyarlılığa gösterdiği ilgiyle halkın ciddi teveccühüne mazhar olmuştu.

Neden böyle bir kırılma noktasından bahsedebiliriz? Çünkü 1991 seçimlerinde etnik ırkçılığı, ideolojisi gereği meclise sırtında taşıyan da aynı parti örgütlenmesiydi.
Aslında CHP’nin Ecevit döneminde etnik ırkçılığı, sosyalizm müştereki altında beslemesi, doğu mitingleriyle, olmayan bir etnik ayrımı körüklemesi ile etnik terörün de ideolojik alt yapısının hazırlanmasında ciddi vebalinin olduğu unutulmamalı. Nitekim daha sonra, 80 öncesi sol iktidar desteğiyle semirmiş sol terörün etnik terörle işbirliği yapması da tesadüf değildi.

İşte böyle bir geçmişten gelen CHP, milleti yok sayan, Türk adını silmek için uğraşan enternasyonalist teokratist bir partinin etnik ırkçılığa verdiği desteğe karşı çıkıyor, millî egemenlikten bahsediyordu…

Ama CHP’nin zaafı onun ideolojisinden kaynaklanıyordu. CHP’nin Türk millî egemenliğine ve uluslaşma sürecine duyduğu ilgi , Baykal’ın karizmasıyla sürdürülen geçici bir duyguydu.

Çünkü CHP Ecevit döneminde benimsediği enternasyonalist sol çizginin gereği, “milleti” Fransız İhtilali’nden sonra yaratılmış bir burjuva üst kurumu olarak görmek ve toplumları “halklardan” ibaret saymaktı.


CHP’nin ideolojisine göre bir hukuk çatısı altında kendi iradeleriyle birleşmiş ve doğal olarak benzeşmiş kavimlerin birliği anlamında bir “millet” anlamsızdı.
Bunun yanı sıra kim ne derse desin teorik açıdan Marx’ı ve siyaset pratiği açısından Lenin’i benimsemiş Türk solunun demokrasiyi, “hukukla sınırlandırılmış ve tadil edilmiş” bir çoğunluk rejimi olarak değil de halk oyuyla sınırsız gücün meşrulaştırıcısı olarak görmesi onu kendiliğinden, Marksist etnik ırkçılıkla aynı eylem cephesine sokuyordu.
Baykal döneminde CHP tam da bu noktada milleti tanımak üzereyken süreç kesintiye uğradı.

Bu noktada CHP’nin “ulusallaşmasını” önünün kesilmesi ile ilgili ciddi bir operasyon yaşandığını düşünmek mantıklı görünmekte. Nitekim Baykal’ın gidişiyle beraber, etnik ırkçılığı, Anayasa ile resmileştirmeye yönelik eski enternasyonalist Marksist tezlerin hemen ısıtılıp servis edilmeye başlanması tesadüf olmasa gerek… Bunu düşünmemize bir sebep de etnik ırkçı partinin eski başkanının “sosyal demokrasiye” atıfta bulunarak etnik ırkçılığın desteklenmesi yönünde CHP’ye yaptığı çağrıdır.

Demokrasiyi, “Çoğunluk oyuyla alınmış bir üleştirme yetkisi mücadelesi” olarak gören sosyal demokratların milletin sosyolojik gerçekliğiyle ilgilenmelerini beklemek şu dönemden sonra sanırım iyice hayalcilik olacak.
Bu açıdan CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun Marksizmle beslenen, muhtemel etnikçi kompleksleri doğrultusunda, etnik ırkçılığın yörüngesine girmesi, eski enternasyonalist tavrına dönmesi öyle geliyor ki sıradan bir Baykal muhalefetinin çok ötesinde ciddi ve derin bir operasyonel beklenti…

CHP ya 1991’de ideolojisi gereği millet karşıtı etnik ırkçılığı meclise taşıyan CHP’nin o günlerine geri dönecek ve “barış”, “demokrasi”, “hukuk” kelimelerinin etnik ırkçı/ayrılıkçı istismarına alet olacak …
Veya Türk adına,diline, bayrağına, İstiklâl Marşı’na ve Atatürk’e kısaca Türk millî egemenliğine sahip çıkacak.

16 Mayıs 2010 Pazar

Önce Kim?



Sayın başbakanımız, Yunanlı bir gazeteciye “Yunan silahlı kuvvetleri adına konuşuyorsunuz sanki?” gibisinden bir eleştiri yöneltince cevabını da sertçe almış.
Burada başbakanımızın anlamadığı, onun mensubu olduğu siyasî kampın da asla anlayamayacağı şeyin adı “milliyetçiliktir”.

Sayın başbakanımızın mensup olduğu siyasî gelenek, bu güne kadar, sosyolojik değişimlerden ziyade bir tür ütopyacı İslâm algısını ideoloji diye savunmayı yeterli sanmıştır.

Bu açıdan enternasyonalist sol kamp ile aynı hayalciliği paylaşmıştır. Zaten her iki kampın mümeyyiz vasfı enternasyonalist olmaları, “millet” kavramını ırk bağlılığından ibaret sanmalarıdır.
Bu açıdan mesela etnik ırkçılara her iki kampında hiçbir eleştiri getirmemesi gayet anlaşılır bir şeydir.


Gelelim Yunanlı gazetecinin tepkisine.
Her şeyden evvel Yunanistan millî bir devlet değildir. Yunanistan, aynen Ermenistan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya vs gibi etnik saflık temelinde kurulmuş bir harita ülkesidir. Kendilerini bir hukuk çatısı altında birleşerek “Yunanlaştırmış” bir kavimler cem’i falan yoktur Yunanistan’da.


Yani Yunanistan’daki etnik temelli mensubiyet şuuruna milliyetçilik denemez. Bu, yaıznın başındaki milliyetçilik atfıyla bir çelişki gibi görünebilir…
Ama milliyetçiliği anlayabilmemiz açısından önemli bir örnektir.


Yunanlı gazetecinin tepkisi bize şunu göstermektedir: Yunan toplumu, kendi eviyle, komşuları arasındaki ilişkilerde, kendini, kendi değerlerini öncelemektedir.
Bu “kendini öncelemek” bireyin de temel davranışıdır. Önce kendisinin hayatta kalmasına dikkat etmek, İlişkilerin merkezi olarak kendisi esas almak, insan davranışının temelidir.

Dolayısıyla bu davranışı benzerlerimiz arasındaki ilişkilerin genel projeksiyonu olarak, başka toplumlara yansıtırız. Önce kendi benzerlerimizin iyiliği hakkında endişelenir, bunu sağlamaya çalışırız.
Mesele bu önceleme davranışının öznesinin hangi değerlere sahip olduğu, bu davranışı hangi kriterlere göre gerçekleştirdiğidir. Yani ferdin neyi öncelemesi gerektiğini düşündüğüdür.

Etnik ırkçılar için bu, belli bir coğrafyanın, kendi içindeki basit ve az sayıdaki somut kurallarıyla bir arada duran ve büyük ölçüde kan bağına dayanan bir toplumun değişmeksizin sürmesidir.

Geri kalmış İslâm ülkelerinde Arap kabileciliği de bu bağlamdadır. Bunun yanı sıra enternasyonalist sosyalizmden beslenen siyasî İslamcı gruplarda bir “İslâm enternasyonalizmi”/ ümmetçilik hayali diğer her şeye göre öncelenir.
Bunun önemi şuradadır: öncelediğiniz şey ne kadar soyut ise elde edeceklerinizin insanlığa yararı o kadar farklı olacaktır.


Meselâ bir kan bağını öncelediğinizde, bu bağın sürmesi dışındaki diğer her şey çok daha önemsiz hale gelir. Bu, ilişkilerde kendinizle kan bağı taşıyanların, hayatlarının diğer her şeyden önemli olduğu anlamına gelir. Nitekim aşiret yapısının güçlü olduğu Doğu Ve Güneydoğu Anadolu’da hâlâ kanayan bir yara olan kan davaları bunun tipik örneğidir.


Milliyetçilik ise, hukuk çatısı altında beraber bulunma iradesinin ardından kendiliğinden meydana gelmiş büyük bir sosyal benzeşmenin öncelenmesidir.
Burada iki unsur çok önemlidir:
Birincisi beraberliğin kan bağı, ideoloji, din veya başka bir şeye değil hukuka dayanması…


İkincisi de benzeşmenin soyut değerler etrafında şekillenmiş olması.
Dolayısıyla meselâ Kürt, Ermeni, Çek, Rum dendiğinde ifade edilen şey ile Türk dendiğinde ifade edilen şeyler çok farklıdır. Birinciler Türk adının taşıdığı soyut değerler kümesini, tarihî oluşum derinliğini taşımazlar.

Bundan da dolayı Türk milletinin değerlerinin öncelenmesi demek, tarihi binlerce yılı bulan, beraberliği uzun yıllar evvel bir hukuk sağlayıcı kurum ile oluşturulmuş gayet heterojen bir toplumun, beraberliğini sağlayan değerleri öncelemek demektir.
Bundan da dolayı Türk milletinin, uluslar arası ilişkilerde öncelenmesi demek, insanlığa muhalif bir ırkçılık yapmak demek değildir!


Elbette kendi kapalı toplumunun, cemaat yapısının somut ve ilkel mensubiyet şuurunun dışına çıkamayanlarımız için bu, anlaşılması zor bir şeydir. Buradaki “cemaat” kelimesi, sadece dinî cemaatleri değil, beraberlikleri benzeşmeye, yabancı korkusuna dayalı, somut kurallar dışında sınırlayıcılara yabancı her türlü kapalı toplumsal yapıyı anlatmak için kullanılmıştır.
Gene bundan dolayı, bir gazetecinin, yabancı bir ülkenin başbakanıyla yapılan mülâkatta, ilişkilerin kendi ülkesi için yararını sorgulaması kadar tabii bir şey olamaz.

Komşumuzu sevmek, ona evimizi sınırsızca açmak değilse ve komşularımızla ayrı evlerde oturmayı istememiz de onlara düşman olmamız gerektirmiyorsa, kendi ülkemizde, kendi adımızla, kendi bildiğimiz gibi yaşamayı istememiz de garip karşılanmamalı…

13 Mayıs 2010 Perşembe

Milletsiz Vatan Vatansız Vatandaşlık




Bir etnik ırkçı milletvekili “Burada milliyetçilik yapmak hakkını kimse size vermiyor!” diye bağırıyordu TBMM kürsüsünde. Bunu diyen milletvekili, etnik ırkçılığa demokrasi koruması isterken milliyetçiliği ayrımcılık olarak görmeyi tabii karşılıyordu.

O halde ya TBMM’nin kuruluşunda bir yanlışlık vardı yahut da etnik ırkçı “milletvekilimiz” henüz millet denen varlığı idrak edebilecek medeni seviyede değildi…

Türkiye Büyük Millet Meclisi “milletin” meclisidir. Millet nedir o halde?
Millet, bir hukuk çatısı altına kalmak iradesi ile kendiliğinden merkezi bir kültür etrafında benzeşmiş kavimler cem’idir.

Burada, iradî olan hukuk birliğini tesis etmektir, benzeşme ise “kendiliğinden” meydana gelen bir bütünleşme sürecidir.

Etnik ırkçı milletvekilimiz, köyünün dışındakileri kurtla, kuşla bir tutup düşman belleyen aşiret insanının mantığından ötesine maalesef sahip olamadığından olsa gerek süreci tersten okumayı ve bu uğurda teröre sapmayı kendine “demokratik hak” olarak gören bir partide sözüm ona siyaset yapıyor.

Benzeşmeyi engellemek ve kendi kapalı toplumlarının değişimini durdurmak için kendilerini her türlü siyasi ve hukuki birlikten ayırabilmeyi bir tür “demokratik hak” olarak kabul edebiliyorlar…

İşin garibi, bu garabete en başta karşı çıkması gereken liberallerimiz, temel hakların terör yandaşlarınca sömürülmesine ses çıkarmadıkları gibi, “sorunun çözümünün” onların istediği gibi olması gerektiğini de savunabiliyorlar. Yani sosyal kendiliğindenliği yasama icatlarıyla yok etmek istiyorlar.
Etnik ırkçılık, kendisinin etnik kabul ettiği grubun homojenliğinin korunmasını, asimilasyona karşı direnç gibi gösteren içe kapanmacı, ilkel ve vahşi bir tepkiden başka bir şey değildir.
Çünkü ne iradî olarak gerçekleşen hukuk biriliğinin soyut kabulünü ne de bu kabulün yarattığı çeşitliliklerin bir ortak paydada benzeşmesi sosyolojik gerçeğini idrak edebilmektedir.

Bilhassa millet adına düşmanlıkları ile temayüz eden liberallerimizin, milletin olmadığı, yok sayıldığı bir memlekette, etnik denen grupların, etnik farklılıklarına göre farklı yasama düzenleri oluşturmalarını, liberal kuramın neresine uydurabildiklerini sayısız defalar sorduk ama hiçbir cevap alamadık.

Çünkü liberallerimizin en okumuşları bile hukuk yoluyla sosyolojiyi inkâr edebileceklerini sanmaktadır. Neden liberallere bu kadar vurgu yapmaktayız? Çünkü “temel haklar” sorunsalı sosyalizmde değil, liberalizmde anlamlıdır. Çünkü temel hakların sömürüsü liberal terminoloji ile yapılmaktadır.
Dünyada, büyük devletlerin icadı olmayan harita devletleri hariç ütün devletler bir kurucu milletin varlığına dayanır ve o milletin temsil organı ile yasama faaliyetleri yürütülür.

Dünyada bütün devletlerin temsil organında o milletin varlığını temsil den bir bayrak asılıdır.
Dünyada bütün devletlerin temsil organlarında devleti kuran egemen milletin dili ile yasama faaliyeti yerine getirilir ve vatandaşlık kavramı, o toprağı “vatan” haline getirmiş milletin adıyla nitelendirilir: Alman vatandaşı, Fransız vatandaşı, İngiliz vatandaşı, Japon vatandaşı vs…
Neden böyledir?

Bunu bir ahlâkî bir de faydacı sebebi vardır:
Ahlâkî sebep toprakları “vatan” haline getiren milletleşmiş toplumun kendi dilini, örfünü ve kültürünü kendi bildiği gibi yaşaması hakkını kazanmış olmasıdır.

Faydacı sebep de dil, örf ve kültür biriliğinin, toplumsal bütünleşme ile “işlem maliyetlerini” düşürmesidir.
Dolayısıyla dünyada kendi devletini kuran milleti inkâr eden hiçbir “ nötr” vatandaşlık tanımı yoktur!

Yüzlerce topluluğa ait insanı barındıran ABD’de dahi İngilizce ve Anglosakson kültürel temeli üzerinde yaşanan benzeşme ile milletleşme süreci tamamlanmıştır. ABD’de Amerikalılığı tanımlayan değerler ve kuralları ihlal ederek, bunları yok sayarak ne temsilciler meclisine girebilirsiniz ne de vatandaşlık haklarından yararlanabilirsiniz. Hele temsil makamında yer aldığınız bir meclisi “düşman” olarak kabul etmeniz büyük ihtimalle “başka bir hükümete veya krala bağlılık göstermeyeceğinize” dair vatandaşlık yemininizi ihlal sayılacaktır.
Oysa bugün bir hukuk çatısı altında milletleşmemizin aracı olan meclisimizde, bir “vekil” milletimize duyduğumuz sevgiyi, onun değerlerine bağlılığımızı ve onu öncelememizi bize yasaklamaya kalkabilmektedir.

Anayasal vatandaşlık tartışmaları da bu açıdan son derece gülünç ve saçmadır. Vatandaşlığı, vatanı vatan haline getiren milletten ayırarak tanımlamaya kalkmak demek, millet gerçeğini inkâr ederek adsız, niteliksiz, sahipsiz bir bürokrasi aygıtı yaratmayı istemektir. Bu devletin anlamını içinden çekip almak, onu boşaltmak, yıkmaktır.

Vatandaşlık, bir vatandan dolayı var olan bir beraberlik ve benzeşmenin adıdır. Eğer bir milletten bahsedemezsek, bir toprağın “vatanlığından” da bahsedemeyeceğiz demektir. Bu durumda vatan olmayan bir toprak üzerindeki hukuk birliğinin de altını boşaltmış oluruz. Çünkü hukuku tesis etmeye çalıştığımız yargı organının bütün hükümlerinin altında “Türk Milleti” adına ibaresi vardır.

Neden? Çünkü o mahkemelerin herkesin her zamanki husumetine karşı yegâne hüküm verici olması yönünde verilen ortak kararın sahibi olan toplum “Türk” adını almıştır da ondan!
Dolayısıyla Türk Milleti’nin meclisinde vekillerin herhangi bir faydada kendi milletlerini öncelemeleri, kararlarında milletin faydasını düşünmeleri, milletlerini sevmeleri yani milliyetçilik yapmaları işlerinin gereğidir!


Etnik ırkçı siyasetçiler, artık sosyolojik gerçeğin ve millî egemenliğin düşmanlığının demokrasinin gereği olmadığını anlamalılar. Bu konudaki anlayışsızlıklarında ısrar etmeleri durumunda milletin temsil makamından uzaklaştırılmaları ve hatta vatandaşlıktan çıkarılmaları, etnik ilkelliklerine verilecek en doğru cevap olacaktır.





1 Mayıs 2010 Cumartesi

Etnik Irkçılığın Mazeretleri Geçersizdir


Türkiye’deki etnik ırkçılar, Kürt’lerin dili ve ırkı farkı bir “halk” olmalarından dolayı kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduklarından bahsetmektedirler.

Burada kullanılan “halk” terimi tamamen Marksist terminolojiye aittir. Gelin görün ki Marx’ın kullandığı sosyo-ekonomik anlamda kullanılmamakta, içeriği, bağlamı ırkî ve lisanî farkla doldurulmaktadır.

Etnik ırkçılar birinci mecliste kendilerine verilen özerklik sözünde durulmadığını iddia ederek şimdi özerklik ve bağımsızlık talep etmektedirler.

İşin tarihi boyutu göstermektedir ki Kürt etnik ırkçılığı asla millî mücadelemizin yanında yer almamış, daima diğer büyük devletlerin dümen suyunda, kendi feodal özerkliğini bir bağımsızlığa dönüştürmeye çalışmıştır. 1. Dünya Savaşı’nda askerlik yükümlülüğünü yerine getirenler bahane edilerek herhangi bir hak talebinde bulunmak saçmalıktır. Çünkü bunlar zaten Türk taabiyetini kabul etmiş, vatandaşlık sorumluluğunu yerine getirmiş Kürt kardeşlerimizdi.

Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte Türk Milleti, millî varlığının tanınması ve bağımsız bir devlet bünyesinde milletleşme sürecini bağımsızca yürütebilmek için İstiklâl Harbi’ni vermiştir. İstiklâl harbi’nin bir Türk millî mücadelesi olduğu en başında beri hep bilinmiş, Lozan’da azınlık sayılmayan Müslüman azlık grupların da Türk milletleşmesi içinde yer alacağı herhalde en başından kabul edilmiştir.

Millî mücadele “Türk ordusu” eliyle ve “Türk Bayrağı” gölgesinde yürütülmüştür. Millî mücadelenin bütün unsurları bu iki merkez etrafında birleşmiştir.

Dolayısıyla, Türk Milleti adına yürütülen ve bedeli ödenen bir galibiyetten sonra “Bizim de payımız vardı!” diyerek bir talepte bulunmak hiç kimsenin hakkı değildir.
Kaldı ki söylenenler doğru bile olsaydı, Kürt’lerin kendilerini bizden ayırmak haklarından bahsedemezdik.

Zira Türkiye Cumhuriyeti, bünyesindeki hiçbir farklı toplumsal gruba farklı bir yargılama usulü, farklı bir siyaset yapma usulü veya vatandaşlık haklarında bir ayrımcılık uygulamamıştır.
Kürt’lerin ifade hürriyeti ile ilgili kısıtlamalar hatırlatılacak olursa eğer, etnik Kürt ırkçılığının daha 19. YY’ın ortalarından itibaren yürüttüğü silahlı silâhsız bölücülük hareketinin bu hakkın istismarına nasıl örnek oluşturduğunu hatırlatmak isteriz.

Bütün olumsuz tarihî örneklerine rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nde zaman zaman uygulanan ifade hürriyeti kısıtlamaları hariç, asla milletleşme sürecinden vazgeçilmemiş, hukuki bütünlük korunmuştur. Eğer darbelerin adaletsizlikleri bahane edilecek olsaydı ülkede herkesin devlete isyan etmesi gerekirdi.

Bu gün etnik ırkçı Kürt siyasetçiler, sorgulamaya , meclisin yani Türk millî egemenliğinin temsil organının makam arabasıyla götürülebilmekte,, bütün Türk vatandaşları, etnik aidiyetlerine bakılmaksızın, mülkiyet ve hayat hakkından yararlanabilmektedir. Bundan daha doğal da bir şey olamaz. Eğer Kürt kardeşlerimize karşı bir etnik ayrımcılık uygulanıyor olsaydı, mahkemelerimizde onların ayrımcılığa uğramak, devlet hizmetlerinden yararlandırılmamak, seyahat edememek, mülk edinememek, iş kuramamak gibi durumlar söz konusu olurdu.

Bugün hiçbir etnik ırkçı siyasetçi, hapishaneden çıkıp da siyaset yapmak hakkına sahip olduğu bir memlekette ayrımcılığa uğradığından bahsedememeli.
Bugün etnik ırkçı siyasetçilerin ve maşası oldukları terör örgütünün bütün tahriklerine rağmen Kürt kardeşlerimiz milletleşme sürecimize dahil olmuşlardır. Ülkenin her yanına yayılmış, mülk edinmişlerdir, Ülkenin her yanında rahatça tahsil görmekte, sağlık hizmetinden yararlanmakta, devlette istihdam edilmektedirler.

İfade hürriyeti kısıtlamalarına de gayet bol dezenformasyon mevcuttur. 1980 darbesinden hemen sonra Ankara’nın göbeğinde Bahçelievler 7. Cadde’de “Rızgari” ve “Welat” dergileri gayet serbestçe satılabilmekteydi.

Olaylar etnik ırkçı siyasetçilerin ve destekledikleri teröristlerin bahsettiği gibi değildir. Yukarıda bahsettiğimiz bütün durumlardan dolayı Türkiye’nin bir bölümünün Türk egemenliğinden ayrılmasından bahsetmek açıkça ihanettir. Çünkü bahsedilen bütün hukukî kurumlar Türk millî egemenliğinin kurumlarıdır. Bu kurumlardan yararlanarak siyaset yapmak zaten onların varlığını ve meşruiyetini zımnen kabul etmektir.

Dolayısıyla etnik ırkçılık, bütün mazeretlerini kendisi geçersiz kılan, kendi kuyruğunu yemekle meşgul hastalıklı bir yaratık gibidir.