Mülkiyet düşmanlığının temeli nedir?
Mülkiyetin, başlangıcında, bir yağma eseri olduğu varsayımı, onun temelde gayrımeşru olduğu düşüncesini harekete geçiriyor ve Proudhon “Mülkiyet hırsızlıktır!” diyor.
Yalnız ne hikmetse hiç kimse bu sözün, özünde bir paradoks olduğuna dikkat etmiyor gibi görünüyor?
Zira “hırsızlık” kelimesinin gösterdiği fiilin mutlak anlamda kötü olmasının sebebi, “hırsızlık” kelimesinin, bir başka kavrama tezat teşkil etmesindendir ki o kavram da mülkiyettir.
Eğer mülkiyet olmasaydı, “elde etmenin” gayrı meşru bir biçiminden de bahsedemezdik.
Demek ki insanlar “elde etmeye” çalışacaklardır. Elde etmenin mantığı nedir? Elde etmenin mantığı, elde edilenin varlığa katılması, onu sürdürmesidir. Bir hayvanı avlayan insan, bunu , avlanan hayvandan kendi varlığına bir şey katmak, bu şekilde varlığını sürdürebilmek için yapar.
Elde etmek varoluşsal bir mecburiyettir.
Bu insana has bir saptırılmış, öğrenilmiş davranış mıdır?
Hayvanlar kendilerine göre av sahaları tespit ederler mi etmezler mi? Avı yakalayan avcı hayvan, kendi payını almadıkça, leşe akbabaların ve sırtlanların yanaşmasına izin verir mi vermez mi?
Görünen o ki “elde etmek” davranışı evrenseldir.
İnsanlarda elde edilenin korunmasını, hayvanlardan ayıran şey ise “haklar” kavramıdır. Hayvanlarda elde etmekle ilgili öncelikler kuvvete göre belirlenmişken insanlarda , “korunması, dokunulmaması gereken temel menfaatler” kavramıyla belirlenmiştir.
İlk mülk nasıl elde edilmiş olursa olsun, türdeşlerinin taleplerini karşılamaktaki başarısına göre elde ettiklerini koruyacağına dair hissettiği güven duygusu, insan oğlunun en zayıf ferdinden en güçlüsüne kadar hepsinde ortaktır.
İlk mülkün varsayalım ki yağmayla elde edilmiş olması bu açıdan hiçbir anlam ifade etmez. çünkü daha sonrasında “yağma” mülkiyet elde edilmesinde kabul edilemez olarak gösterilmiştir. Kaldı ki ilk mülkün “yağmayla” elde edildiğinden bahsetmek dahi en başta belirttiğimiz gibi ister özel ister kolektif bir dokunulmaz “tasarruf nesnesini” zımnen işaret eder.
Zaten konu genellikle bu temel bağlamdan uzaklaştırılarak mülkiyetin belli ellerde toplanması şekline dönüştürülmüştür.
Sorun şudur: “Mülkler” orada paylaşılmayı bekleyen yığınlar değildir. Mülkler sürekli yaratılır ve mübadele edilir. Çünkü insan zekâsı sürekli çalışmaktadır.
Mülkiyetin belli ellerde toplanması hurafesi, sabit bir mülkiyet stoku olduğu yanılsamasına götürür bizi. Oysa kimse mülkiyeti topladığı iddia edilen insanların yarattığı mülkleri görmek istemez.
Bu iddianın saçmalığı şudur ki üreterek veya ticaretle zengin olan biri mülklerini genel talebe dağıtır, sunar ve talebin karşılığı olan fiyatları alır…
Dolayısıyla burada “toplanma” olarak görülen şeyin bizde yarattığı göz aldanması budur. Üreticinin tatmin ettiği milyonlarca talep ise “dağıldığı” için göze görünmez.
Bu açıdan bakıldığında “üretim araçlarının” mülkiyetinin dondurmanın mülkiyetinden bir farkı yoktur.
Zira üretim araçlarını kullanan kapitalist, onların mülkiyetini, onları üreten girişimciden satın almıştır. Dolayısıyla üretim araçlarının, sürekli el değiştiren herhangi bir maldan daha kalıcı ve belirleyici bir özelliği yoktur.
Meselenin içinde “değer” kavramı sokuşturulduğundan üretim araçlarının basit mülkiyet sorunu içinden çıkılmaz bir hal almış gibi görünmektedir.
Üretim araçlarının sahipliğinin el değiştirmesi, onların değerleri veya fonksiyonları üzerinde hiçbir değişikliğe yol açmaz. Çünkü arz ve talep var oldukça her mal, karşılıklı faydaların mübadelesinin birer aracı olarak var olmaya devam edecektir. Bir üretim aracı zorla işçinin tasarrufuna verildiğinde, dünkünden daha fazla üretim yapamaz. Veya ürettiği malın değeri aniden artmaz.
Üretim aracının mülkiyetini kapitalistten işçiye devretmek mülkiyet kavramını yok etmez. Zaten burada da mülkiyete gene “temel bir menfaat” olarak değer izafe edilmektedir. Burada bu mülkiyet devri genellikle işçinin kendi emeğinin sahibi olması yönüyle meşrulaştırılmaya çalışılır ama işçinin emeğinin, üretim aracı olmaksızın ne anlama geleceği genellikle sumen altı edilir. Yaratılmasaydı, kendisine bağlı hiçbir emek çeşidinin var olamayacağı bir aracın mülkiyetinin neden, ondan dolayı var olan bir başka varlığa “ait olması” gerektiği hiç tartışılmaz.
Görüldüğü gibi, mülkiyet bir kapris veya açgözlülük değildir. O, varoluşun gereği olduğu için gözden kaçan, varoluşumuzu kuşatan bir kavramdır. Mülkiyetsizliği savunmak, yaşamak için havaya bağımlı olmaya kızmak gibidir. Mülkiyete kızmak, hayvanlarda dahi var olan o içgüdüsel var olma gayretini inkâr etmek demektir. Elbette herkes istediğini inkâr edebilir ama bu inkârın sonuçlarına kendisinden başka kimsenin katlanmamasını kabul ederek…