31 Aralık 2008 Çarşamba

Issız Adam


Issız Adam'a niye gidilmez?
Cihangir yenilendikten sonra bol bol dekor veriyor diye düşünüldüğünden midir nedir, sinemamızda Beyoğlu’na bir yönelim seziyorum.

Issız adam, mekân seçimlerinde başarılı. Levanten mimarisi bakiyesi sayesinde İstanbul’u, bilmeyenlere bir nevi Paris diye yutturmanın mümkün olduğun gösteriyor.

Işıklarda herhangi bir özellik yok. İç mekânların dekoratif aydınlatmaları dışında ruh hallerini vurgulayıcı, gerilim yaratıcı herhangi bir estetik değer barındırmıyor filmin ışıkları.

Şahsen filmin sırf kendileri için çekildiğini düşündüğüm 70ler Türk Hafif Müziği örnekleri de yönetmenin kendi zevki dışında bence herhangi bir şey yansıtmıyor.

Görüntüler özenli, sürekli omzu çekiminden dolayı insan sıkılıyor.

Yönetmen sürekli sözlü psikolojik analizler yaptırmaktan sinema yapmayı unutmuşa benziyor. “ Sen gittikten sonra şöyle şöyle oldu..” tarzı uzun kafa sesi monologlarının sinemasal ne gibi bir değer taşıdığını çözemedim. Eğer kitapta bir hikâye anlatılacaksa bu normaldir belki ama sinemada biz seyirciler, kahramanın başına gelenleri “görmek” isteriz, bize bunların bir masal gibi anlatılmasını değil! Ayrıca acemice metaforlarla, imgelerle vs doldurulmuş diyalogların ucuz edebiyatı cidden mide bulandırıyor.

Filmin senaryosu darmadağınık. Aykırı zevkleri olan, seçkin bir aşçının hayatındaki keskin dönüş anlatılmak istenmişse şayet bu, yapılabilecek en acemice şekilde yapılmış. Hikâyenin geliştiği eksen belli değil. Karakterdeki geçici dönüşümler de bize “gösterilmediği” için film inanılmaz sıkıcı bir hal alıyor. Acemi yazarların düştüğü, o ani ve çarpıcı dönüşüm yaratma hevesi filmi çok sıradanlaştırmış, basitleştirmiş…

Filmin başlarında seyrettiğimiz o aykırı erotik sahnelerin filmin neyine hizmet ettiği belli değil. “Kahramanın” eski hayatına dönüp dönmediğine dair görsel bir ipucu da verilmediğinden bu sahnelerin“çıplaklık satar” tarzı bir ucuzluktan ibaret olduğunu düşünmeden edemedim.
Diyaloglar son derece kötü! Türkçe’yi yabancı dizilerden öğrenmiş yarı okumuş bir gencin yazabileceği kadar iyi ancak… Sözüm ona romantik komedi naziresi veya hicviyesi yapılmaya çalışılan diyaloglar filme o kadar tıkıştırılmış ki filme zor tahammül ettim.

Diyalogların bu kötü, yapmacık haline bir de oyuncuların kasılmış performansı eklenince film cidden çevresi geniş bir zengin çocuğunun elindeki imkânlarla kendini yönetmen yaptığı bir ortaokul müsameresine dönüyor. Filmin kahramanlarının bu toplumun neresine tekabül ettiği de belli değil.

“Isız Adam”, maalesef son on beş senelik Türk hikâyeciliğinin teknik yetersizliklerini bünyesinde barındıran, trajedi özünden yoksun, gerilim barındıramayan, dolayısıyla da seyirciyi hiçbir yere götüremeyen başarısız ve korkunç derecede sıkıcı bir yapım. "Babam ve Oğlum"u çeken yönetmenin bu filmi sanatı açısından ciddi bir tutarsızlık. Sanırım Çağan Irmak'ı bu filmle tanısaydım bir daha hiç bir filmine gitmezdim.

27 Aralık 2008 Cumartesi

Türkiye’de Entelektüel Olmak Mümkün mü?

Başlıktaki soru maalesef oldukça zor. Çünkü sadece kişinin kendi yetkinliği ile ilgili değil.
Öncelikle Marksist kalıplara dayalı toplumsalcı/ kolektivist izahların metodolojik bireyciliğin etik sorumluluğunu hafife almakta, yok saymakta sık sık kullanıldığını bilmemize rağmen cevabımız toplumsal alanla doğrudan doğruya ilgili…
Şüphesiz entelektüeli sıradan insanlardan ayıran fevkalâde bir malûmat alanı ve ilgisi vardır. Ve genellikle bu özelliğin belirleyici olduğu düşünülür. Evet şüphesiz okumuşluk entelektüel için bir gerekliliktir ama yeter-şart değildir.
Buradaki anahtar kelime “okumuşluk”tur.
Entelektüelin ilk akla gelen özelliği olan okumuşluk acaba ne manaya gelir?
Bu soruya ülkemiz şartlarında verilecek cevap: Üniversite mezunu veya akademisyen olmaktır.
Görünüşte akla gelen ilk cevap budur, ama bu cevap doğru mudur? Entelektüel sıfatına, işleri okumak ve araştırmak olan insanlardan daha lâyık kim olabilir?
Ülkemiz şartlarında bu kadar kolayca verilen cevap ne yazık ki yanlıştır. Bunun sebebi basittir. Çünkü akademisyenler, seçtikleri konu hakkında derinleşen, uzmanlaşan ve bunun fırsat maliyeti olarak diğer konuların malumatından mahrum kalan bilgi profesyonelleridir.
Ülkemizde akademisyenlik sadece bilgi alanında derinleşmekle zaman kaybetmenin yanında aynı zamanda hemen hemen militer bir hiyerarşik yapı arz eden akademik cemaate uyum sağlamak için enerji harcamaktır. “Asistanın gönlünü hoş tutan kafasını boş tutar”, “özdeyişi” yetişkin insanları ikinci bir defa “eğitmenin”, kişiliklerini otoriteye göre şekillendirmenin anlatımıdır.
İşte bu durum bir entelektüelin taşıması gereken iki özelliğin de bilinçli şekilde budanması demektir.
Başta bahsettiğimiz malûmat ve ilgi alanının genişliğinin en başta engellenmesi bizimki gibi felsefeye uzak bir toplumda kabul edilebilir bir maliyet olarak görülebilir ama asıl sorun, okumuş insanı otoriteye mahkûm etmektir.
Bahsetmediğimiz ikinci özellik vardır ki o da entelektüelin ahlâkî hassasiyetidir. Ahlâkı kısaca “ Zarar vermemek iradesi” olarak tanımlarsak, okumuş bir insanı otoriteye mahkûm etmek, onun iradesini yok saymak anlamına gelir. Yetişkinlik öncesi çağ için otorite ilişkisi makul ve hatta gerekliyken, ferdi, bir otorite karşısında yetkisiz sorumlu halde tutmak onun ruh durumunu bozar. Onu doğru bildiğini yapmak yerine, otoriteye uymaya sürükler. Belki üniversitelerimizde doçentlik aşamasından sonra akademisyenler bir nebze özgür kalmaktadırlar ama o zamana kadar zaten öğrencilerine ve asistanlarına nasıl davranacaklarına dair otoriter kalıpları çoktan edinmiş olurlar.
Bu durumun daha göze batan örneklerinden biri ülkemizin en büyük üniversitesinin öğrencilerinin ve akademisyenlerinin meşru seçilmiş iktidara yönelik açık darbe çağrısı yaparken hiçbir rahatsızlık duymamasıdır.
Bambaşka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte akademyamızın bu otoriter tavrının altında Osmanlı sarayının seçkinler okulu “Enderunun” mirasını arayabiliriz. Şüphesiz bazı tarihçilerimiz Osmanlı’nın yükseliş döneminde ilmiye sınıfının etik özerkliğini vurgulayacaktır ne yazık ki yetişmiş kişilerin devletin kontrolünde tutulması geleneği bir başka otoriter devlet anlayışından gelmiş Alman kökenli akademisyenlerin inşa ettiği modern üniversitelerimizde de devam ettirilmiştir. Şimdilerde bu gelenek taşra üniversitelerinin artışıyla kırılıyor gibi görünse de neredeyse “babanda oğla” geçen müderrislik geleneği YÖK elitizmi ile sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Otoriter şartlanmamız bize titrlerin, ünvanların, rütbelerin, sıradan akıllardan üstün olduğunu telkin eder.Bu o kadar katı bir şartlanmadır ki uzmanlık sahasıyla ilgili kökten yanlışlara saplanan akademisyenlerin, aynı konuyu okuyan ve kafa yoranlar tarafından eleştirilmesini imkânsız kılar.
Magazin basınının değerlendirildiği bir televizyon açık oturumunda bir hukuk akademisyeni, magazin haberciliği için sınırın, “kamu yararı” olduğunu söylediğinde hiç kimsenin aklına, bunun nasıl objektif olarak ortaya konacağını sormak gelmedi. O kendisince bir çözüm getirmişti ve titri, mevkii onu “nihaî doğrunun” bilirkişisi yapmaya yetiyordu. Oysa sıradan bir vatandaş, “kamu yararını” belirleyecek otoritenin tarafgirliği durumunda bu kavramın anlamının kalıp almayacağını sorsaydı kralın giyinik olup olmadığı anlaşılabilirdi belki de? Hukuk akademisyeni, sıradan vatandaşlardan kalın duvarlarla ayrılan bir elit cemaatin dokunulmazlığıyla konuya damgasını basmıştı.
İşte bu noktada entelektüelin önündeki bir başka engele rastlıyoruz: “Cemaatleşme”…
Bu, Said’in bahsettiği iki büyük zehirden yani profesyonellik ve uzmanlaşmadan daha tehlikelidir.
Bu, toplumlaşmayı engelleyen ilkellik uçurumudur ve maalesef ülkemizde buna marazi bir bağımlılık geliştirmemiş hiçbir fikir kampı yoktur.
Bunun da altında otoriter psikoloji yatmaktadır. Ferdin doğruları yerine, cemaatin egemen rengiyle belirlenen doğrulara uymanın verdiği o tembelce huzur bizi hem fikrî faaliyet sahasında kötürüm etmekte hem de algılarımızı körleştirmektedir.
Cemaatin egemen veya ana akım görüşüne aykırı bakışlar da derhal yok sayılmaktadır.
Bizim gibi geri kalmış bir ülkede fikir faaliyetinin bütün amacı cemaatin ana rengini belirleyecek güce erişebilmektir. Maalesef ülkemizde fikri çeşitliliğin yaratıcı fırsatları ne manen ne maddeten anlam taşımaktadır.
Bizim için önemli olan iman edilecek ana akım cemaat inancına/ ideolojisine sahip olmaktır ki toplumsal düzenin tabiatı hakkında evrimselci/kendiliğindenci oluşumu ve tedrici inşayı benimseyen liberallerin dahi aynı tavrı benimsemeleri geri kalmışlığın, toplumumuzda ciddi bir kalıcı zihnî sakatlık olduğu kanaatini doğurmaktadır. Ferdin aklının, literatür ve akademya yanında açıkça anlamsız sayılması pahalı bir önyargıdır ve bunun bedeli geri kalmaktır. Entelektüel, bütün bir kitleye karşı, aklının inşalarını ve doğrularını hem varoluşsal hem de ahlâki bir iştiyakla savunan bir savaşçıdır.
Şüphesiz fert şartların bir oyuncağı değildir. Şartlardan etkilenir ama iradesi, her türlü zorbalığın, göğsüne çarpıp dağıldığı bir dalgakırandır. Tarihin dönüm noktalarında, yani kitlelerin güç karşısında susup da felç oldukları anların, zafere ve kurtuluşa döndüğü anlarda, daima entelektüelin bilgisini ve iradesini görürüz.
Gene ne yazık ki ülkemiz, otoritenin emrine uymanın “adam olmak” sayıldığı, doğruların savunulmasının bu yüzden neredeyse imkânsız hale geldiği ve bunun ahlâkî sorumluluğundan rahatlıkla kaçılabilen bir ülkedir. Cemaatlerimizin durgun ama yosunlu sularında, kendimizi akıl yürütmenin fırtınalarından korurken aynı zamanda bilincimizi çürümeye terk ettiğimizi idrak ettiğimizde umarım çok geç kalmış olmayız.

25 Aralık 2008 Perşembe

Mutsuzluk daim
Mutsuzluk hain...

Çünkü tembellikle semirir
Çünkü sevgilerin kanıyla beslenir
Ben içre kapanmakla yetinir

Sevgiyse hindiba tohumu gibidir
Kapılıp rüzgâra gitmek cesaretidir

Ve ancak bununla yaşar mutluluk
Çünkü mutluluk var olabilmek gayretidir.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Güneşin Oğlu


Allah var, “Gölge Oyunu’ndan” bu yana böyle bir yerli yapım seyretmemiştim.
Fikir orijinal, konu ilginç falan ama ne yazık ki bu orijinallik harcanmış. Biraz “Ucuz etin yahnisi tirit olur!” hesabı, Köksal ENGÜR, Halûk BİLGİNER ve Hümeyra gibi güçlü oyunculardan oluşan kadro da israf edilmiş gibi.

Filmin ses kaydı çok kötü. Bu durum diyalogları anlamayı zorlaştırıyor. Ve maalesef cidden hoşa gidebilecek müzikal temaların da anlaşılamamasına da yol açıyor.

Oyuncu kadrosu cidden çok doyurucu. Burada “Aman güzel olsun da ne olsa iş yapar!” diyerekten kadroya alınmış Özgü NAMAL maalesef karaktere hiç oturmamış. Görsel olarak rolüne uygun değil. İstediğiniz kadar kırmızı mini etekler giydirin Özgü NAMAL’dan vamp kadın olmaz!

Öğrendiğimiz kadarıyla on günden az zamanda çekilen film çok daha özenli çalışılabilirdi.
Mekân seçimleri çok güzel, senaryo ile eldiven gibi uymuş. Ama cidden bu kadar güzel gelişen ve bizi bir yere kadar da çarpan senaryo tam bir acemilikle bitirilmiş. Seyirci için film “bitmiyor”. Seyirci böyle bir bitişi sevmez ve sevemiyor da.

Diyaloglar bazı yerlerde fazlasıyla çeviri Türkçe’sine kaymış ve uzun kalmış., mesela Fikri Bey’in Burak’ı azarladığı sahnede bıktırıcı bir repliği var ve son derece tatsız ve çeviri kokan bir replik bu. Belki senarist bir İngiliz filologuydu ve Shakespeare takıntısı vardı?

Bunların dışında seyirciye hoşça vakit geçirtebilen, son zamanlarda gene sinemamıza musallat olan kolektivist hamlıklara bulaşmadan öyküsünü anlatan bir film.

Irak'ın Genelinde ve Anayasada da Türkmen'ler ve Türkçe Tanınacak mı?

Merkezi yönetimden gelen talimatın ardından, Kerkük Valiliği ile Emniyet Müdürlüğü'ne Arapça ve Kürtçe'nin yanısıra Türkçe tabela asılacak.

Irak Devlet Başkanı Celal Talabani'nin Kerkük'te Türkçe'nin de resmi dil olacağı yönündeki vaadinin ardından kentteki tabelalar değişiyor.
Bağdat'taki merkezi yönetimden gelen talimatın ardından, Kerkük Valiliği ile Emniyet Müdürlüğü'ne Arapça ve Kürtçe'nin yanısıra Türkçe tabelalar da asılacağı bildirildi.
Kentteki gerilimi düşürmeyi hedefleyen Talabani'nin, Türkmen temsilcilerle yaptığı görüşmelerdeki bir diğer vaadi ise Kerkük'teki güvenlik birimleriyle idari görevlerde değişikliğe gidilmesi.
Etnik grupların siyasi temsilcileriyle görüşmek üzere yeniden Kerkük'e giden Irak Devlet Başkanı Talabani, bu görevlere Türkmenlerin de getirileceğini söylemişti.

TRT sitesinden alıntıladığım haber şüphesiz sevindirici, gönül ister ki Irak Kürt nüfusuna yakın nüfusa sahip Türkmen’lerin varlığı sadece Kerkük’le sınırlı olarak tanınmasın ve Irak Anaysas’ında da Türkmen’ler ve Türkçe telaffuz edilsin.

Şuursuzluğun Gövde Gösterisi, “Büyük Eczacı Mitingi”



Eczacıların “örgütlü gücü” bir kere daha saçma sapan kolektivist sloganlar uğruna harcandı. “Büyük eczacı Mitingi” adı verilen şuursuz yığınlaşmada şunlar talep edilmiş. Bu taleplerin öne sürülme gerekçeleri, altında yatan ideolojik yapılanma tamamen kolektivist dünya görüşü, sosyalist dayatmacılıktır. Hepsini teker teker inceleyelim:
MİTİNGDE ŞU TALEPLER ÖNE ÇIKTI:
1- Çıkarılan her yeni yasa ve yönetmelikle hak kaybına uğruyoruz. Hak kaybını önleyecek yasal düzenlemeler istiyoruz.
2- Sürekli değişen kurallar, yamalı bohçaya dönen sözleşmeler değil, akıllıca planlanan kalıcı sözleşmeler istiyoruz.
3- Avans değil, verdiğimiz hizmetin eksiksiz karşılığını istiyoruz.
4- Provizyon sistemlerinden kaynaklanan hataların faturası eczacılara yüklenemez. Düzgün işleyen ve sorunsuz bir provizyon sistemi istiyoruz.
5- Ödemelerin zamanında ve tam yapılmasını istiyoruz.
6- Meslek örgütlerimize yasalarla güvenceye alınmış yetki ve sorumluluk verilmesini istiyoruz.
7- Eczacı olmak mesleki bir formasyondur. Meslek hakkımızı istiyoruz.
8- Bedelsiz kamulaştırmaların son bulmasını ve eczanelerdeki yıkımın durdurulmasını istiyoruz.
9- Kademeli iskonto uygulamasının yeniden düzenlenmesini istiyoruz.10- Adil bir reçete dağıtım sistemi istiyoruz.
10- Adil bir reçete dağıtım sistemi istiyoruz.

1- Çıkarılan her yeni yasa ve yönetmelikle hak kaybına uğruyoruz. Hak kaybını önleyecek yasal düzenlemeler istiyoruz.
Yani? “ Bize daha insaflı davran!” diyoruz bürokratik sultaya. Bürokrasinin keyfi emirlerine sığınılarak, haklarımızın ne olduğunu tanımlamadan, gene her şeyimizi onun insafına bırakıyoruz. Tipik sosyalist planlamacı zihniyetin rehin aldığı insanların köle psikolojisi bu!

2- Sürekli değişen kurallar, yamalı bohçaya dönen sözleşmeler değil, akıllıca planlanan kalıcı sözleşmeler istiyoruz.

“Akıllıca planlanan...” bu planlamayı kim yapacak? Elbette bürokrasi. Yani “Sözleşmelerde benim pazarlık hakkımı yok sayamazsın!” demek yerine, terbiyecisinden daha “akıllı” olmasını isteyen bir sirk hayvanı yerine konuyor eczacılar!

3- Avans değil, verdiğimiz hizmetin eksiksiz karşılığını istiyoruz.

Tamamen teferruattan ibaret bir talep. Sanki sözleşmelerin iade şartlarına vs uyuluyor da bir eksiğimiz avansımızdı? Bu talep üzerine avanslar da kesilirse o zaman günümüzü görürüz ama nerede meslek örgütünde o feraset?

4- Provizyon sistemlerinden kaynaklanan hataların faturası eczacılara yüklenemez. Düzgün işleyen ve sorunsuz bir provizyon sistemi istiyoruz.

Bravo! Provizyon sistemi düzgün işlese ne olacak? Mevzuatın tamamına tek bir ekrandan erişemedikten sonra? Bütün keyfilikler devam etsin, mevzuat provizyon sistemine tamamen aktarılmasın ama provizyon sistemi “düzgün” işlesin. Aklı ancak Telekom hatlarının işleyişine bakacak kadar çalışan bu kıt kitle aklından zaten başka bir öneri de beklemiyordum, doğrusu!

5- Ödemelerin zamanında ve tam yapılmasını istiyoruz.

Kitlemizin bunu istemesine şaşırdım doğrusu. Hani biz devletçi, fedakâr, sağlık emekçileriydik ya? Ayıp değil mi şimdi devletten, yaptığımız işin PARASINI istemek? Mesele şu ki zaten eczacının devlet tekelinin sadakasına , insafına terk edilmezi zuldür, ayıptır!

6- Meslek örgütlerimize yasalarla güvenceye alınmış yetki ve sorumluluk verilmesini istiyoruz.

Bundan murat, meslek örgütlerinin eczacının başına dah fazla dert açabilmesini sağlamak. Türkçe’si, “Sen erkinin azıcığını da bana ver, ben egemen yönetimlerin zihniyetine uygun olmayan eczacıları kendi kafama göre engelleyeyim. Zaten meslek örgütüne üye olmak kanunla mecbur edilmiş, bir de bu köleliği, beş tane eczacının yöresel, ideolojik takıntılarına, keyfiliğine terk edelim, öyle mi? Meslek örgütleri yetki istemek yerine mevcut yetkilerini eczacının hakkını devlete karşı korumakta kullanabilse zaten sorun kalmaz da ne örgütlerimizde o yürek, ne de örgüt yönetimlerinde, kendi bölgelerini köylüce bir hırsla korumak güdüsü olduğu müddetçe eczacının başı dertten kurtulmaz!

7- Eczacı olmak mesleki bir formasyondur. Meslek hakkımızı istiyoruz.

Bu kadar aptalca bir cümle daha duymamıştım.

Demek “ Eczacılık mesleki formasyonmuş!” Öteki meslekler ne, mesleki deformasyon mu? Şu meslek hakkı saçmalığının eczacıyı nasıl reçete avına iteceği, reçete yazdırma çılgınlığını nasıl körükleyeceğini şimdiden tahmin etmek mümkünken, sırf eczacıyı devletin memuru yapmak isteyen, sezgisiz, okumamış ve ham kolektivist meslek örgütü elitlerinin aklına geliverdiği için savunulması cidden trajik!

8- Bedelsiz kamulaştırmaların son bulmasını ve eczanelerdeki yıkımın durdurulmasını istiyoruz.

Bu tabiri fakir yaklaşık beş yıl önce kullandığında herkes ona küfretmişti: “Devlet düşmanı mısın? Hain misin?” diye. Evet nihayet yapılanın sosyalizm olduğu sanırım anlaşılmış da madem anlaşıldı mesleğin kaderini gene devletin insafına terk etmek basiretsizliği ne oluyor? Bu arada tabii bu tabiri kullananlar,aslında işin “bedel” kısmına karşılar, yoksa kamulaştırmaya karşı değiller.

9- Kademeli iskonto uygulamasının yeniden düzenlenmesini istiyoruz.

Hah! “Ben şun istiyorum. Bu iskontoyu kaldırın!” falan demek yok. Devletten bunu yeniden düzenlemesini rica ediyoruz, yalvarıyoruz. “Bu iskontolarla ben seninle çalışmam, başının çaresine bak!” diyecek yürek meslek örgütümüzde olmadığından gene işi bürokratlara yıkıyoruz, onlar da zaten sıkıştırılmadıkça akıllarına esen her şeyi bize dayatıyor.

10- Adil bir reçete dağıtım sistemi istiyoruz.

Taleplerin en cahilcesi , eblehçesi ve korkuncu da bu! “Adil reçete dağılımı” imiş! Yani? Devletten ekmeği karneyle istemekle aynı şey! Bundan murat ne? Eczanesini risk alarak iyi yere açmış olanların ekmeğine ortak olabilmek! Maliyetleri farklı eczaneleri, devlet eliyle eşitlemeye çalışmak! Kolektivizmin en vahşi hali olan Stalinizmin bir adım berisinde durduklarını fark edemeyecek kadar miyop adamlar, bilmem kaç bin eczacı adına bunu savunabiliyor. Böyle bir yetkileri olabilir mi o zaten tartışmalı! Ama reçetelerin dağıtılması fikrinin yaygınlaşmasının eczanelerin batmasını nasıl hızlandıracağını anlayacak kadar matematik bilgileri olsa zaten bu memlekette duramazlar. Hali hazırda zaten bazı reçeteler odalarca vs ile dağıtılıyor veya anlaşmalı kurumların keyfi kararlarıyla.. Bu âdil midir? Sözde dağıtımdan bahsedilirken sürekli dilden dile dolaşan dağıtım yolsuzlukları eczacıyı çileden çıkarıyor. Bu aynen devletin karneyle dağıttığı ekmekleri almak için sıraya girmek demek. Kolektivizm demek, Stalinizm demek, ahlaksızlık demek! Ama gözleri diyalektiğin mantığıyla şaşılaşmış, ideolojik bültenler çıkarıp eczacın parasını çarçur etmekten gayrisini bilmeyen adamlar için bunun ne önemi var? Özgür bir reçete sahibinin reçetesinin temini neden bir merkezi otoritenin keyfi tasarrufuna bırakılmalıdır? Bu arz ve talep dengesini tamamen çarpıtıp,eczanenin ilaç portföyünü belirleme kabiliyetini sakatlar! Eczacı, eczane maliyetleri ile ilaç portföyünü dengeli tutmak için artık inisiyatif alamaz! Bu uygulama bu yüzden eczacıları batırır! Ama iktisadın "i"sini ancak kulaktan dolma, beşinci el Marksist dogmalarla öğrenen, bütün işleri ,yönetimleri ele geçirip eczacıya kendi ideolojilerini dayatmak olan adamlar için bunun hiçbir anlamı yoktur! Eczanenin kanı paradır ve bu uygulama eczaneleri nekroze* eder!İnanılmaz bir cehalet ve bönlük örneği olan talepler listesi, eminin bürokratlarımızı güldürmüş ve meslek örgütlerinin, kendilerinin emir eri olduğu kanaatini de güçlendirmiştir.“Büyük Eczacı Mitingi” yığılması hepimize kutlu olsun!

*Nekroz: Hücre ölümü

23 Aralık 2008 Salı

Ve artık vakıfızdır med-cezirlerimizin tabiatına

Böylece dağılır duygularımız ellerimizden dünyaya

Ve böylece yürüyen tarlalar oluruz, münbit, aşık ve dolu

Ve böylece dalarız bambaşka bir rüyaya...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Türkiye’de Liberalizmin Sonu


1990’lı yıllarda ülkemizin fikri vasatına hâkim olan sol entelijansiyanın felsefî diktası, bir avuç cesur liberal aydın tarafından ciddi şekilde sarsılmıştı. Liberal aydınlar popüler liberalizm algısını kökten değiştirecek çok önemli eserlere/ çevirilere imza attılar.
Maalesef liberal aydınlar liberalizmin ana ilkelerinin aksine gitgide cemaatleşti ve bunun tesiriyle fikri hareketleri donuklaştı. Temel ilkelere bağlı kalmak şartına uyan çeşitli fikirleri dinlemek yerine, belirli şablonlara bağlılıkla benzeşmeyi öne alan ciddi anlamda dışlayıcı bir “cemaat” yapısını benimsediler. Cemaatleşmenin getirdiği katılığın yanı sıra, cemaatleşmeye esas teşkil eden argümanların tesiriyle içinden çıktıkları topluma yabancılaştılar ve Marksist sosyoloji ve tarih anlayışının egemenliğine girdiler.
Bugün gelinen noktada liberalizmin, “dış güçlerin” istilacı emellerinin manivelası ve liberallerin de işbirlikçi, vatansız, hain olarak görülmesi eğilimi ciddi şekilde tahlil edilmesi gereken bir olgudur. Zira milletin fertlerinin hürriyet ve refahı için hem hümanist motivasyonu, hem ahlâk anlayışı hem de mantıkî tutarlılığıyla en iyi cevapları verebilen liberalizmin cemaatleşme sığlığıyla toplumsal hayattan tard edilmesi, bizi geri dönülmez bir ilkelik ve zorbalık rejimine sürükleyebilir.
Bu tehlike liberalizmin kendisinden değil, yorumcularından kaynaklanmaktadır. Liberalizm yorumcularının kendi toplumlarına yabancılaşması temel sorundur. Bu yazı, bu yabancılaşmanın sebepleri ve görünümü üzerine bir akıl yürütmedir.
Liberallerin cemaatleşme eğilimi, yakın zamana kadar asgari müştereklerde buluşan liberallerin farklı görüşlerine açık olmak tavrının terk edilmesi ile ortaya çıkmıştır. Belli görüşteki liberallerin, kendilerini liberallerin temsilcisi sayması, bu görüşlere uymayan fikirleri dışlamaları, liberal camiayı, kendi içine kapanmış bir tür elitist cemaat haline getirmiştir. Bu yapı halkın da dikkatini çekmiş ve daha önceden fikir eleştirici, gevşek ve gönüllü yapının sıradan bir siyasi söylem haline dönüştüğü intibaını doğurmuş ve halk nazarındaki ciddi ve samimi intibaını kaybetmesine sebep olmuştur.
Peki bu cemaat yapısının fikri temelleri nelerdir?
Bunun en belirgin örneklerinden biri Marksist tarihçi Erich Hobsbaum’un milletin oluşumuyla ilgili kurucu rasyonalist tezinin sorgulanmaksızın ezberlenmesi ve bu teze dayanılarak milliyetçilere karşı rencide edici, saldırgan eleştirilerin camiaya dayatılmasıdır. Bu teze dayanılarak milletin bir inşa olduğu ezberi ile milletin varlığı kökten reddedilmektedir.
Toplumsal düzenin oluşumuyla ilgili olarak ferasetine hiçbir marksistin erişemeyeceği Hayek gibi bir temel taşı gözümüzün önünde dururken, “millet” denen sosyolojik realiteyi bir kurucu rasyonalist ezberle reddetmek ciddi bir felsefi çelişkidir. Millet ve milliyetçilikle ilgili kötüleyici tezin temelinde ispanya İç savaşındaki faşist/ Komünist kamplaşması ve daha sonra İkinci Dünya Savaşı taraflaşması yatmaktadır. Sosyalistler kendilerinden olmayan herkesi “faşist” veya ırkçı olarak nitelemiş ve sosyolojik anlamda tam bir saçmalık olan Marksist ütopya şablonuna göre insanları kategorize etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında liberal cemaatleşmenin millet realitesine bakışı Sovyet Komünist Partisi’nce manipüle edilen dünya sosyalistlerinin teleolojik bakışlarıyla aynen örtüşmektedir.
Liberal cemaatleşme bir kere bu şablonu kabul ettiğinde artık “millet” ve “milliyetten” bahseden herkesi dışlamakta ve sosyalist ezberin dışındaki millet ve milliyet tanımlarını daha en başta inkâr etmekte ve işin kötüsü bunu gene sosyalist ütopyacılığın hümanizm şablonuna bağlı kalarak yapmaktadır.
Bunun yanı sıra, Türk liberalleri, içinden çıktıkları toplumun milliyetçi yazar veya düşünürlerini görmezden gelerek, fikirleri etnik ayrılıkçılığa, siyasi şiddete yol açan ve dayanan enternasyonalist sol ile dirsek temasında kalmayı tercih etmektedir. İşin kötüsü sol kökenli okumuşlar, temel konularda dahi karşı oldukları liberalizmin temsilciliğini gerçek liberallerden kapmışlardır. Bu durum Türk toplumu nazarında “eyyamcılık”, “iki yüzlülük” gibi görülmektedir. Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, İsmail Gaspıralı, Sadri Maksudi Arsal, Nihal Atsız , Erol Güngör gibi yazarların eserlerine hiç bakılmaksızın, milleti ve milliyetçiliği, milliyetçileri suçlayan, oportünist Saraçoğlu, Peker gibi diktatör bürokratların söylemleriyle, kulaktan dolma bir bilgiyle yargılamak da liberal cemaatin fikri ciddiyetinin sorgulanmasına yol açmıştır ve belki de kendilerine en sıcak bakacak milliyetçi camianın, kolektivist/ Marksist kampa yakınlaşmasına yol açmıştır.
Millete ve milliyet duygusuna bu Marksist kökenli enternasyonalist bakış, liberallerin fert temelli hürriyet ve haklar söyleminin etnik ayrılıkçı kolektivist kampça istismar edilebilmesine sebep olmuştur. “Haklar” kavramının etnik ayrılıkçılarca sulandırılması ve bulandırılmasına karşı liberallerin suskunluğunun temelinde millet ve milliyet olgularına karşı benimsene Marksist kökenli enternasyonalist paradigma vardır.
Oysa milletin oluşumunda “hukuka” yer veren Sadri Maksudi ile toplumsal düzenin kendliğindenliğini ortaya koyan Hayek ve yakınlaşan topluluklar arasında kendiliğinden oluşan emniyet tekeli fikriyle Nozick temel haklar temelinde kesinlikle yakınlık arz etmektedir ve bu tip bir yakınlığı toplumun bütünlüğünü sağlamak için kullanmak gayet mümkündür. Bunun yerine liberal cemaatin, etnik ayrılıkçılığın, ırken ve kültürel olarak homojen bir ülke kurmak hedefinin temelinde farklılıklara tahammülsüz kolektivist ve faşizan bir eğilimin olduğunu görememesinin sebebi de aynı enternasyonalist ezberdir.
Bu tip bir kolektivist ve faşizan tavrın , millet ve milliyetçilik düşmanı bir enternasonalizmle desteklenmesi ve bu tavrın da diğer bütün farklılıkları artık gözle görülür bir biçimde dışlaması liberalizmi savunulamaz hale getirmiştir.
Liberal okumuşlar, gerek Marksist kurucu tezlere dayanıp Hayek’in ve Nozick’in fikri mirasını bir kenara atarak bir zamanlar etnik ayrılıkçılığı gerek kuramsal gerekse silahlı eylemlerle destekleyip semirten enternasyonalist Türk soluyla aynı kaderi paylaşmak üzeredir. Şurası bir hakikattir ki bütün “tam bağımsızlıkçı” söylemine rağmen Türk solu özünde millet ve milliyet kavramına yabancıdır. Türk solunu aile bağlarını dahi küçümsemeye ve inkâra yönelten bu enternasyonalizm bu gün de liberal cemaati rehin almıştır.
Bir de eski solcu fakat yeni şüpheli liberallerin söylemleriyle aralarındaki farkı belirtmek yerine bunların dümen suyuna gitmeleri, güvenilirliklerini zedelemiştir.
Bu durum, Mises, Hayek, Locke, Bastiat, Menger, Bawerk gibi devlerin söylemlerinin de ciddiyetine gölge düşürmekte ve liberalizmin peşinen reddine sebep olmaktadır.
Liberal okumuşlar,bir alev parlaması gibi düşünce hayatımıza kısa bir süreliğine ışık tutmuşlar fakat tutarsız, köksüz, kimliksiz ve bu yüzden de etik anlamda da şüpheli tutumlarıyla Türkiye’de liberalizmin sonu getirmişlerdir.
Türk toplumunda daha fazla kopmak elbette liberal cemaatin umurunda olmayabilir. Zaten Türk toplumunun hatıralarını ve kimlik bilincini rencide eden her türlü etnik ayrılıkçı, şedit oluşumun, liberal cemaatin yabancılaşmış enternasyonalist vasatını gitgide daha rahat kullanabilmesi ve daha kötüsü liberal cemaate rengini aşılaması öyle görünüyor ki liberaller arasında da ciddi bölünmelere yol açacak.
Liberallere düşen, artık hangi toplumun entellektüelleri olduklarını daha mütevazı şekilde araştırmaları ve liberal ilkeleri, içinde yaşadıkları toplumun barışçı gerçeklerini göz önüne alarak savunmalarıdır






20 Aralık 2008 Cumartesi

Özrü Kabahatinden Büyük

Tarihçiler dışında herkes Ermenilerin soykırım iddiaları hakkında konuşuyor, hüküm veriyor, uluslararası haber kanallarına ve ajanslar beyanat veriyor. Tarihçiler ise bu konuyla ilgili bütün kaynakların henüz karşılaştırmalı olarak ele alınamadığını, bunun ancak karşıt görüşleri savunan tarihçilerin her iki tarafın ve konuyla ilgili bilgi bulunan diğer arşivlerin taranarak tespit edilen belgelerin birlikte incelenmesi ile sonuca bağlanabileceğini söylüyorlar. Buna rağmen inatla veilen keskin beyanatın aslında hiç bir ilmî değerinin olmadığını, çoğunun siyasal amaçlarla kasıtlı olarak ifade edildiğini, birilerinin bu meselenin gerginleştirdiği ortamdan bir takım faydalar elde etmeyi umduğunu söyleyebiliriz. Bu konuyla ilgilenen profesyonel tarihçiler bile 1915'te ölen insanların sayısı hakkında kesin rakamlar veremezken, birtakım vaadlerle mankurtlarştırılan bazı edebiyatçıların çıkıp sabırsızca kesin rakamlar vermeleri gerçekten de son derece manidardır.
Türkiye'den bir ideolojinin da'iliğini yapmakla maruf bir kişi Amerika'ya gidiyor, bir süre sonra kıtalarötesinden ideolojisini değiştirmiş bir şekilde (Takiyye yapıp yapmadığını da bilmiyoruz) tarihçi kimliği ile piyasaya sürülüyor. Bu zat konuya aşina olanlara hiç de yabancı gelmeyen bazı tekerlemeleri uluslararası platformlarda, flaşlar ve spotlar altında dile getiriyor. Halbuki tarihçilik mesleği ve tarihçiler hiçbir zaman bu kadar popüler olmamışlardı. Karşı görüşü savunanların davet edilmediği platformlarda bir yerlere bir takım klişeler ve malumatlar üfürdüler bu üfürükler de uluslararsı kanallar ve ajanslar vasıtaısyla allanıp, pollanıp dünya kamuoyuna sunuldu. Yani hiç bir ilmÎ araştırma kriterine bakılmadan, tartışılmasına bile mahal verilmeden, önceden hazırlanan metinler mütemadiyen tekrar edilip duruldu. Üniversiteler kenarda dururken parlamentolar bu konuda kararlar alıp bu konuyu bir uluslararası siyaset sopası olarak kullanmaya başladılar. Türkiye'ye ve Türklere yargısız infaz yapılırken memleketimizde baslediğimiz Taşnak aydınlarının hiç sesi çıkmadı. Derin aşağılık komplekslerini her fırsatta belli eden bu özürlüleri tespit eden güçler bunların zaaflarını kullanarak, istediklerini bunlara söylettiler.
En son perdede bu bir avuç mankurt henüz tam olarak aydınlatılamamış bir meseleyi birilerinin jargonunu kullanarak hem de ortada işlenmiş bir suç olmamasına rağmen bir özür kampanyası başlattılar. Böylece Türk milletini suçlu psikolojisi içerisine sokmaya çalıştılar. Bu yönüyle bakıldığında bu tam bir psikolojik operasyondur. Suçu işleyen Ermeniler. İşgal kuvvetleriyle işbirliği yapmak suretiyle vatana ihanet suçunu işleyen, Ermeniler. Türk köylerini basıp insanları katleden teröristler yine Ermeniler. Bu durumda Ermenilerin Türk milletinden özür dilemesi gerekir. Hocalı'da daha namlusu soğumamış kalaşnikoflarla yaptıkları katliam için Ermenilerin Türk milletinden özür dilemeleri gerekir. İronik olana bakın ki, bir kısım özürlü çıkmış Türk milleti adına suçludan özür diliyor. İşte bunlara deniyor, "özrü kabahatinden büyük" diye.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Siyasî İslam Sosyalizmi Neden Benimser? Hukuk Devleti Arayışında Siyasî İslam’a Güvenilebilir mi?


Dünyada İspanyol İç Savaşı, bizde de 12 Eylül dönemi iç çatışmaları, sağ-sol kamplaşmasının ölçülerini belirleşmiştir.

Ezberci sol söyleme göre sosyalist olmayan herkes, Franko yanlısı yani faşist olmak zorundaydı. Solun fikrî şeditliği ve diktası yüzünden bu sahte ayrım hâlâ sürmektedir. Bu dikta aynı zamanda solun” paylaşımcılığının” bir tür etik mutlak olarak algılanmasına da sebep olmuştur. Buna göre “solcu” olmayan herkes bencil, sömürücü ve emperyalisttir.

Sosyal demokrasinin bütün “medenî” imajına rağmen, içerdiği şedit öz durmaksızın bu söylemle kendini gösterir…

Şimdilerde 12 Eylül çatışmalarının tarihinde kendisine bir yer edinmeye çalışmasına rağmen Türkiye’de siyasî İslâm asla sola karşı duruşta merkezi bir yer edinememiştir. Sosyalizmin açık ve bağnaz ateizmine, siyasal İslâmcıların da nefretle baktıkları ülkücüler açıkça karşı çıkmıştır.
Siyasî İslamcılığın Bu tutumu, sola karşı tuhaf, zımni ve çarpık bir sempatinin eseridir aslında…
Söylemleri taban tabana zıt gibi görünmekle beraber bu iki kamp çok temel konularda müştereklere sahiptir.

Mesela her ikisi de enternasyonalisttir. Bu ernternasyonalizm, milliyetçiliğin siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmasıyla açık ve keskin bir nefrete dönüşmüştür.1968’in “tam bağımsızlıkçı” sol söylemine rağmen, solun egemen fikriyatı enternasyonalizmdir. Bunun yanı sıra, etnik unsurların hırçınlığı için bu iki yaklaşım son derece müsait bir kuluçka vasatı olmuştur. Her iki kamp da “Türk” adına karşı beslenen nefretin sözde etik ve siyasî destekçisi olmuştur.
İşin bu enternasyonalist yönü, iki kampın da inanç üzerindeki anlaşmazlıklarını bir kenara bırakabilmelerini sağlamıştır.

Her iki kamp da kafalarındaki “devrimden” sonrasına erteledikleri bir hesaplaşmayı akıllarından çıkarmaksızın toplumu, ümmet veya sınıf temelinde inşa etmeyi hedeflemişlerdir.
Ertelenen hesaplaşma, bürokratik iktidara egemen solcu kolektivizmin başörtüsü sorunundaki tavrıyla ortaya dökülmüştür.

Bunun yanı sıra her ikisi de “ devlet zoruyla paylaşım” konusunda hemfikirdir. Zekâtın bir tür vergi ve Müslümanların imanını doğrudan belirleyen bir ölçüt olduğu fikrini benimseyen siyasî İslam için devletin mülkiyeti ilga etmesi fikri o kadar ürkütücü görünmüyordu. Çünkü “Müslümanın Müslüman kardeşine sorumluğunu” gözetecek ve yerine getirecek âmir ve vekil bir devlet fikri ile proleter diktası, özlerinde aynı şeylerdi.

Bir de sömürgeciliğe karşı mücadelede, dinî örgütlenmelerin liderlerinin, “batı karşıtlığını”, kapitalizm karşıtlığıyla özdeşleştirmeleri ve bu kanaatin zamanında Sovyetler Birliği tarafından yoğun şekilde beslenmesi, daha sonraki İslamcı örgütlenmeler için de bir şablon teşkil etmiştir. Hâlâ referans kabul edilen Kuzey Afrika’lı direnişçi liderlerin tamamının kolektivist olması tesadüf sayılabilir mi? Bu anlayış bağımsızlıktan sonra, petrol zengini olmayan Arap ülkelerinde neden BAASçılığın kurucu anlayış olduğunu sanırım açıklayabilir?

Öbür yandan her iki kamp da “cemaat” temelinde yapılanmıştı. “Diğerlerinden” belirgin şekilde ayırt edilen,kendi içinde son derece homojen ve katı kuralcı beraberlikler, iki kamp için de karakteristiktir. “Devrimden sonrasına erteledikleri” düşmanlıklarıyla sayıları altmışa yaklaşmış sol “fraksiyonların” varlığı bunun delilidir. Öbür yandan, çekişmeleri bu kadar şiddetli olmamakla beraber kesinlikle geçişlilik barındırmayan dinî cemaatlerin varlığı da buna paralellik göstermektedir.

Her iki kamp da toplumsal değişimi “hızlandırmayı” düşünmektedir. Önce Rus İhtilali ve sonra İran Devrimi,bu iki kampı, toplumun, şiddet yoluyla “ıslah” edilebileceği fikrine götürmüştür. Her iki kamp da fikirlerinin hayata geçirilmesinde şiddeti tasvip eden ve hatta öneren bir yapıdadır.AKP “yaşanan İslâm’ın” farkına vararak, toplumda bir mutabakat sağlamış gibi görünse de siyasî İslâmın genel karakterinde herhangi bir değişme olduğunu söylemek için erkendir. Zira, başörtüsü yasakları konusunda toplumdan destek arayan siyasî İslamcı gençlerin, toplumun diğer kesimlerinin özgürlük arayışına karşı duyarsızlıkları ve umursamazlıkları ciddi bir ahlâkî çelişkidir.

Her iki kamp da Popper’ın deyimiyle, “topyekün toplum mühendisliğini” benimsemektedir. Ellerindeki “tartışılmaz” ve “mutlak” doğruları toplumun tamamına “her ne şekilde olursa olsun” kabul ettirmek her iki kampın da ana gayesidir. Her ikisi de birer “tipoloji” sahibidir. Sol, bunu ideal proleterle ifade ederken siyasî İslamcılar “sünnet” terimini istismar eder. Onlara göre, bölünmez, tartışılmaz, değiştirilemez doğrularını egemen kıldıklarında toplumsal barış ve mutluluk kendiliğinden tecelli edecektir. Her iki kampın da “fert” kavramından ölesiye nefret etmeleri sanırım tesadüfî değildir bu açıdan bakınca…

Dolayısıyla temel haklara saygı temelinde yapılanmış, sınırlı bir devlet arayışında siyasî İslam maalesef yaşadığı bütün baskılara rağmen, haklı bir yer edinememiştir ve bu yüzden sınırlı bir devlet arayışında ondan medet ummak safdilliktir. Çünkü ideolojisinin temelleri kollektivizme, kurucu rasyonalizme ve şiddete dayanmaktadır.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Muro'nun Garibanlığı ve Sol Şiddetin Karın Ağrısı


Türk komedisi bir skeçler derlemesidir aslında. Muro da öyle...

Bunu ustaca kurgulamak lâzım, Muro bir ölçüde bunu başarmış...

Filmin sesleri, müziği, ışığı on üzerinden altı. Oyunculuk? Vallahi bilemiyorum?

Muro'nun zaafı dizi kareketerinden yola çıkılmasından kaynaklanıyor.

Ama benin asıl düşündüğüm bu değil, Muro, komedi kalitesi açısından tartışılabilir skeçler içermekle beraber asıl komediyi, kendisi hakkındaki sol tepkilerle yarattı.

Muro ile solum "hoşgörü" ve "medeniyet" derecesi okunur hale geldi.

Muhaliflerine karşı terbiye sınırlaırnı aşmakta beis görmeyen sol kamp, kendisine yöneltilen üstelik bence bayağı da naif bir hicve bile tahammül edemedi.

Muro'da solun eleştirisinde ne gibi bir yanlış var?

Mesele zaten solun gayet güzel anlatılmasında. Ateist bir ideolojinin, "pozitivist iman" çelişkisini, solcuların, söylediklerinin nereye varacağına dair ilgisizliğini ve bilgisizliğini, metotsuzluğu, bir tür silah olarak nasıl kullandıklarını apaçık ortaya koymuş.

Solun, insanı reddederek hümanizm taslama saçmalığını çırılçıplak gösterince, bu durum hazmedilemedi.

Facebook'ta "Muro vizyondan kalksın!" grubu kurulmuş. Solun bütün tartışma , varolma anlayışı bu. "Muhalifi yok et!" Sonra da "Ama pratik sosyalizmin çelişkisi, teorik sosyalizmi bağlamaz!" mealinde saçmalarlar...

Ellerinde güç olmadığında fikrin yayınlanmasına karşı çıkarlar, güç olduğunda da muhaliflerini vururlar. Solun bütün tarihi bundan ibaret değil midir?

Evet, nihayet solla dalga geçildi ve solun entellektüel diktası da derinden çatladı!

Muro'nun yayını engellenemez!
Muro'yuz, haklıyız , kazanacağız!
Dünyanın bütün Muro'ları birleşiniz!

14 Aralık 2008 Pazar

Kimin Nesiyiz?


Tanımadığımız birini görünce hemen “kimin nesi” olduğunu merak ederiz. Bize yakın mıdır, uzak mıdır, bilmek isteriz.
Hatta bulduğumuz en küçük yakınlık belirtisinden bir akrabalık ilişkisi bile geliştirebiliriz.
Bu tanışma, ortak değerler bulmak arzusunun bir sonucudur.
“Gurbet” de değerler takımı bizimkinden farklı insanlar içinde kalmak anlamına gelir. Elbette dünyada milletler birbirleriyle sürekli ilişki kurarlar ama kendimizi emin ve rahat hissettiğimiz yer, ortak değerleri paylaştığımız, ayrıca uyum sağlamak zorunda olmadığımız insanların yaşadığı “vatanımızdır.”
Diğer bütün insanlara karşı ne kadar iyi niyetler taşırsak taşıyalım, ailemizi nasıl komşularımızdan önce düşünüyorsak bize sosyalleşmenin anahtarlarını veren milletimize de “iyilik” sıralamasında öncelik veririz. Gerek duygusal şartlanmadan gerekse tanıdığımız insanların menfaatlerini kollamanın kendi menfaatimizi kollamanın en düşük maliyetli yolu olduğuna dair sezgimizden dolayı böyle bir öncelemeye gideriz. Bu öncelemenin yarattığı fark düşmanlığı gerektirmez, kendi ailemizi düşünürken komşularımızı yok etmek istemememiz gibi…
Bu ortak değerlerin karakteri, toplumların karmaşıklık derecesine göre değişir.
Fertleri birbirlerine akrabalık- soy bağıyla daha sıkı şekilde bağlı toplumlarda paylaşılan değerlerle, soy ilişkilerinin artık belirleyici olmadığı karmaşık toplumlarda paylaşılan değerler birbirlerinden çok farklıdır.
Soy ilişkisinin baskın olduğu toplumlarda “değer”, bu ilişkinin kendisidir. Böyle bir toplumun belirleyici vasfı, diğer toplumlardan belli soy bağlarıyla ayrılmasıdır. Bazen belli bir inanca bağlılık da kendi içinde aynileşmiş fertlerden oluşmuş bir toplum meydana getirebilir.
Benzeşmenin “görünür” özelliklere ve nispeten ayrıntılı ve katı kurallara bağlandığı toplumsal yapılar, “topluluklardır.”
Benzeşmenin fark edemediğimiz özelliklere ve daha soyut kurallara dayandığı yapılar ise toplumlardır. Bu toplum tanımı, kendiliğinden doğmuş adil davranış kurallarına dayalı gönüllü bir beraberliği omurgasıdır.
Benzeşmenin maliyet düşürücü etkisi ve beslediği hayatta kalmak motivasyonu mutlaktır.
Şu da bir gerçek olarak göz önünde bulundurulmalıdır ki benzeşmenin soydan bağımsızlaştığı ve soyut değerlere daha çok dayandığı toplumlar fert için daha avantajlıdır.
Böyle bir toplumda, benzeşmenin, topluluklara göre daha gevşek ve genel olması fertlerin ilişki kurmasını ve mübadeleye girişmelerini teşvik eder.
Bir toplumda fert, topluluktakine göre daha hürdür. Bu, toplumların belirgin avantajıdır.
Çünkü bir toplumda fert, “durumunu değiştirmek için harekete geçtiğinde” ( eyleme geçtiğinde) iki avanatajı neredeyse bedava elde etmektedir.
Bu avantajlardan biri toplumun kendiliğinden meydana gelmiş asgari benzeşeme temeli ile iletişimin muazzam derecede kolaylaşmasıdır ki bu avantaj ancak fert gurbete gittiğinde fark edilebilir.
İkinci avantaj ise asgari benzeşme temelinde bir araya gelmiş fertlerin oluşturduğu muazzam çeşitliliktir.
Böylece fert, durumunu, çeşitlilik içinde ve dışlanma korkusundan daha uzak şekilde değiştirmek imkânını elde eder ki bu imkâna “hürriyet” deriz.
Zira topluluklarda “dışlanma” ölçütü benzeşmenin maddi unsurlarına daha çok dayanırken bir toplumda ise bu “ kendiliğinden doğmuş âdil davranış kurallarına” riayetle temellendirilir.
En nihayetinde benzeşme bir toplumsal kimlik meydana getirir.
Bu kimlik cemaatler, kabileler, kavimler ve milletler gibi realitelerle tecessüm eder-ete kemiğe bürünür.
Peki bu yapılar birbirilerinden nasıl ayırt edilir?
Sorun burada doğmaktadır. Toplumsal yapıları “görünür” özelliklere göre ayırt etmeye çalışmak en kolay çözüm gibi gelse de bu yapıların oluşumlarını açıklayamadığı için doğalarına yabancı kalmakta ve yanlıca popüler polemiklerin ve hatta silahlı çatışmaların ateşleyicisi olabilmektedir.
Meselâ dile dayalı ayrımlar bize ayrı dilleri konuşan toplum veya toplulukların oluşumunu açıklayamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi meselâ neredeyse her biri ayrı bir dil konuşan Kafkasya veya Balkan topluluklarının tasnifi bu ölçüte göre imkânsızdır. Şurası da bir hakikattir ki en nihayetinde her biri diğer topluluklardan bir şekilde ayırt edilmekten gayrı bir şey düşünmeyen her sosyal grubun bu isteğinin mutlak bağımsızlık veya bağlantısızlık gerekçesi sayarsak insanlığın doğasını tahrip ederiz.
Dil ölçütünün ikinci yetersizliği “dil” tanımının taşıdığı belirsizliktir. Çünkü meselâ nihai şekilde homojen ve bölünmez toplumsal yapılara kadar giden bir ayrıştırmacılık (ki meselâ bütün etnik ayrılıkçılıkların nihai hedefi budur) neyin dil olarak kabul edilmesi gerektiğinin cevabını verebilmelidir. Oysa bir iletişim vasıtasının müstakil bir dil mi yoksa bir dilin parçası mı sayılması gerektiği o kadar da kolay cevaplanamayan bir sorudur. Bundan ayrı olarak bir dilin şivelerini veya lehçelerini konuşanlar arasında bir ayrışma eğilimi doğması mümkündür.
Çok müracaat edilen inanç benzeşmesi de iki sebepten açıklayıcılıktan uzaktır.
Birincisi, her ne kadar içinde doğduğumuz toplum inancımızı büyük ölçüde belirlese de nihayetinde inanç bir tercih işidir. Dolayısıyla inanç benzeşimde asgari bir mutabakat sağlayamaz.
İkincisi aynı dine/inanca mensup çok farklı toplumların var olmasıdır. Bu toplumlarda ortak bir dili istihdam etsek dahi toplumların benzeşme şekillerinden dolayısıyla doğalarından kaynaklanan farklılıkları ortadan kaldıramayız.
Genellikle etnik siyasetin dayandığı ırksal farklılık da sosyolojik açıklayıcılık açısından son derece zayıf ve bir o kadar ahlâk dışıdır.
Çünkü ancak sayıca çok az ve son derece izole topluluklarda ırki türdeşlikten bahsedilebilir ki topluluğun izolasyonu zayıfladığında ırkın hiçbir anlamı kalmaz. Irk kendi başına bir anlam ifade etmez. Irk, genotipik farklılıklara dayanan değer yargıları ile bir anlam kazanır. Irka dayanan ayrımların ahlâk dışı olmalarının da iki sebebi vardır:
Birincisi insan toplumlaşmasında “hayatta kalmak” ölçütü, bedenî güce bağlı değildir. İnsan toplumları, zayıflarını hayatta tutmaya çalışan yegâne kümeleşmelerdir. Bu da insanın hayatta kalmak için akla muhtaç olmasından kaynaklanır ve zayıf bir insan ferdinin aklının, hayatta kalmakta diğerlerinden çok daha yararlı olabileceği ihtimali bizi hemcinslerimizi öldürmekten alıkoyar.Irk, belli bedenî güçlerinden dolayı , hayvan cinslerinin ayırt edilmesinde kullanıldığında anlamlı olabilecek bir terimdir. Dolayısıyla insanları farklı bedenî özelliklerine göre ayırt etmek, onları hayvan yerine koymak demektir.
İkincisi ırka atfedilen önemin, sahte bir “üstünlük” tahriki için kullanılması ihtimalindendir. Bunun yol açtığı felâketler üzerinde konuşmaya gerek yoktur.
Buraya kadar bahsettiğimiz toplumsal tanımlama ölçütleri somut ölçütlerdir.
Bu somut ölçütlere değinmemizin sebebi, toplumlar arası çatışmalarda, ilişki kayıplarında sebeplerin doğru olarak anlaşılması için bir argüman geliştirebilmektir.
Zira toplumları yukarıdaki ölçütlere göre tanımlayıp kategorize ettiğinizde bireylerin toplumsallaşmasını kolektivist ve otoriter bir şekilde meydana getirmek zorunda kalırsınız. Zira bu ölçütlere göre benzeşmek, değişmeyen bir fertler kümeleşmesini kendiliğinden doğurur…
Kendini ırkî farklılığına göre diğerlerinden ayırt etmekte ısrar eden bir topluluğun fertleri için hayat ancak o topluluk içinde anlamlıdır. Böyle bir topluluğun fertleri için “değer” ırkî türdeşliktir ki bu fertler için bir “toplum” safsızlığın ve bozulmanın vasatıdır. Böyle bir topluluğun ferdi için “kimlik”, veya dünyada var olmanın yegâne şekli ırkî farklılıktır.
O halde kavim, millet, etnisite vs toplumsal realitelerin kökenlerini görünür ölçütlere dayandırmak bir kere daha belirtmeliyiz ki hem açıklayıcılıktan uzak kalmakta hem de bir arada yaşamak imkânını ortadan kaldırmaktadır.
Bu toplumsal realiteleri soyut kurallara bağlılıkları/uzaklıklarına göre tanımlamadığımız müddetçe farklılıkların çatışma sebebi olması sonucundan kurtulamayız. Farklılıkların bir mübadele imkânı olabilmelerini sağlayacak tek ölçüt benzeşmenin soyut kurallara uymak mutabakatına dayandırılmasıdır.
Aksi takdirde, fertleri birbirine âzâmî ölçüde benzeyen, ancak bu şekilde var olabilecek, dünyayla/farklılıklarla sürekli çatışma halinde izole kabilelere doğru parçalanır gideriz.

Ermeniler Özür Diledi mi?






Bir özür furyasıdır gidiyor…



Daha iyi bir çözüm bulunabilir miydi? Yapılan tamamen haklı mıdır, bunlar tartışılabilir.



Ama şu var ki tamamen haksız olduğunu da sanmıyorum.



Öyle bir tablo çiziliyor ki sanki memlekette Nazi benzeri bir parti başa geçmiş de etnik bir temizlik başlatmış.



Tehcir gereğinden sert bir asayiş tedbiri olabilir ama bu apolojistlerin üstünü örtmeye çalıştıkları Ermeni mezalimi gün gibi ortada.



Ermeni’lerin Türk komşularına, Hınçakçı’lara, Taşnakçı’klara güvenerek ihanet etmesinin vicdanî muhasebesini yapmadan Türk’ü itham etmek, kimse kusura bakmasın, vatansızlıktır, ikiyüzlülüktür.



Kaldı ki bu,o güne özgü bir hıyanet de değildir.
Karabağ’da insanların kendilerini savunamadan apansız katledilmelerinin sebebidir aynı zamanda. Ermeni komşularınca korunacaklarını sanan binlerce Azeri’nin hayal kırıklığı ve öfkesi konuşulmadan bu mesele kapatılamaz.



Her şeyden evvel, Türk ordusunun gücü Ermeni’lerin Türk’lere yaptığını yapmaya yeterdi ve bu çok kolay da yapılırdı ama yapılmamıştır. Bütün eleştirilere rağmen şu bir hakikat olarak görünüyor ki Ermeni etnik ilkelliğinin ve kompleksinin aksine Türk gücü,“yok etmek” yerine sorumlu davranmış, mal varlıklarının iadesi için defterler tutarak nüfusun yerini değiştirmiştir.
Ermeni tehcirini zorlayarak bir soykırım haline getirmeye çalışmanın sebebi budur. Tehcir hayatta tutmanın bir seçeneğidir, soykırım kökten yok etmek işidir.



Ermeni meselesinde, hiç yoktan diğer ülkelerin maşası çetelere destek vererek emniyeti suiistimal eden Ermeni azınlığın sorumluluğu bu güne kadar tartışılmamıştır.
Vatandaşı olduğunuz bir ülkeyi bölmek için silaha sarıldığınızda, ülkeyi koruyan devlet gücünden nasıl bir tepki gelmesini beklersiniz?



Bu meselede Ermeni sorumluluğu, üzeri örtülemez ve yok sayılamaz bir ağırlıktır.
Bu meselenin asıl önemi, Ermeni saldırganlığının ve kininin bitmemiş olmasıdır.



Ermeni’ler Türk’e duydukları derin nefreti hâlâ sürdürmektedirler.



Ermenistan’dan ne 1915’te Ermeni çetecilerin katlettiği binlerce Türk için ne Ermeni katillerce şehit edilen diplomatlarımız için ve ne de Azerbaycan Türk’lerine edilen korkunç ihanet için bugünekadar herhangi bir özür beyanı gelmemiştir.



Şüphesiz ahlâk tarafsızlığı gerektirir. İyi de aynı tarafsızlıkla bakıldığında acaba Türk adını yok etmekten gayrı bir varoluş biçimi bilmeyen Ermeni ilkelliği neden kınanmaz?



Çünkü özür dileyicilerin amacı sanırım gerçekten tarafsız olmak falan değil… Onlar sadece adı Türk olan her ne varsa yok edilmedikçe rahat etmeyen satılık vicdanlı adamlar…

3 Aralık 2008 Çarşamba

Max Payne


Kapkara bir kahramansın sen!..


Bilgisayara oyunu tutkunlarının çok eskiden tanıdıkları bir kahramandır Max.
Hatta, Matrix’te popüler hale gelen “Bulleting time” (Mermi zamanı) efektinin atasının Max Payne olduğunu da herkesten önce bilmenin zevkini yaşarlar…
Konu Max Payne olunca, ilk aklımıza gelen yapım tasarımı ve ışık hiç şüphesiz.
Çünkü soyadı “pain” (acı) kelimesinin eş seslisi olan bir polisin günlük güneşlik bir yaşantısının olması elbette düşünülemezdi.
Karanlıklar içinde acının kıpkızılı alevlerinde yanıp kavrulan bir ruh yok oluşa doğru dolu dizgin giderken kötülüğü, onunki gibi bir hudutsuzlukla karşılıyor ve belki en korkunç yanı da bu.
Çünü Max ne Batman gibi süper donanımlara, ne Süpermen gibi dünya dışı bir vücuda sahip. O kadar sıradan ki “harcanabilir” bir kahraman ( Rambo’yu hatırlayalım) olarak bile görünmüyor.
İşte böyle sabık bir aile babası kaderin bitmemiş hesaplarıyla ödeşmesi gerekiyormuş gibi olayların içine yuvarlanıyor.
Filmin güzel yanı, gerek senaryonun gerekse yapım tasarımının, oyunun bire bir kopyası olmaması. Oynayanlar bilirler, filme ilham veren birinci oyun çok farklı şekilde biter.
Oyuncu seçimi kesinlikle başarılı. Gerçekten Max rolüne Mark Wahlberg’ten daha iyi bir oyuncu düşünemiyorum. Genç kızların sevgilisi , vakt-i zamanında Batman’de Robin’i canlandırmış Chris O’Donnel’ın ikinci sınıf bir kötü adamı canlandırması çarpıcı bir tezat ama sanırım kariyerine Robin’den çok daha fazla katkısı olacak… Yılların oyuncusu Beau Bridges rolüne bir eldiven gibi uyuyor. Filmin rol dağılımında benim asıl ilgimi çeken Prison Berak dizisinde, Fernando Sucre’yi canlandıran Amaury Nolasco Garrido. Dizide Scofield’ın bebek yüzlü, mazlum Porto Ricolu “kankasını” oynayan Garrido, Max Payne’de ürkütücü bir dönüşüm geçiriyor. Bundan sonra, ondan her şeyi bekleyebilirsiniz. Performansı kesinlikle çarpıcı.
Görüntülerdeki grenler öykünün, samanlı kâğıda basılı bir aykırı çizgi roman olduğunu hissettiriyor. Onun kuşe kâğıtlarla, göz alıcı renklerle, fevkalâde kostümlerle işi yok. Popülerliğin canına okuyan bir kahraman Max…
Bilhassa jenerik müziği çok vurucu. Durgun ve buz gibi bir nehrin karanlığını gülle gibi hissettiriyor müzik.
Bence Max Payne’in başarısı, sadece oyununu oynayanların ilgi göstereceği biruyarlama olmaması. Oyunu hiç bilmeyenlerin bile unutamayacakları ve bence Die Hart’ı bile birazcık dirsekleyip kenara itebilecek sertlikte popüler bir kara film olması...
Son olarak afişten bahsetmeliyim. Afiş, filme zekice göndermede bulunan hoş bir sembolizm taşıyor.”başları eğik dursa da kahramanlar hep kahramandır!” der gibi… Bence videotekinizde de bulundurmanız gereken bir film.

29 Kasım 2008 Cumartesi

BAĞIMSIZLIĞIN KAYBI VE GÜÇ KULLANICININ KİMLİĞİ ARASINDAKİ İLİŞKİ


Yabancılaşma, ferdin, sosyalleşmesini sağlayan değerleri kaybetmesi halidir. Efsanevi Kırgız yazarı Merhum Cengiz Aytmatov’un “Gün uzar Yüzyıl Olur” adlı romanında “mankurtlaşma” olarak anlattığı değişim tam olarak budur.
Kişi, kendini topluma bağlayan bütün unsurları kaybeder.
O artık başka bir dünya algılayışına, başka bir değerler kümesine bağımlıdır ama bunlara sahip değildir. Bunlar ona “dayatılmıştır”. Buna bilinçli ir tercihle de ulaşılabilir. Nitekim toplum mühendisliğine dayalı ideolojik beraberliklerin hepsi mevcut değerler kümesini büyük ölçüde terk ederek yeni bir değerler kümesi yaratmayı hedefler.
Sahip olunan değerler kümesi ve toplumsal cevaplar ( kültür) mevcut duruma uyumu sağlamakta yetersiz kaldığında, eğitim veya endoktrinasyonla yeni duruma uyum sağlanması “hızlandırılabilir” ki Türk modernleşmesi projesi, 18. YY’dan beri bunu hedeflemektedir.
Yabancılaşma, ferdi, beraber yaşadığı insanlardan kopardığında, onun dünyayı anlama aracı ve kendini dünyaya sunma aracı olan dilini kaybetmesini doğurur. Bu ferdi korkunç bir yalnızlığa iter. Çünkü hatıralarını meydana getiren ilişkilerin tamamı artık ifade/ bilinç alanının dışında kalmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’sinde nesiller arasındaki kopukluğun en yakıcı halinin dilde yaşanması bu açıdan düşündürücüdür.
İşte bu yüzden toplumların genel eğilimi ( fertlerinin çoğunda kendiliğinden hakim olan eğilim), değerler kümesi ve toplumsal cevapları kesin farklarla ayrılan toplumlardan ayrı, ve kendi gücüyle var olabilmektir. Yani bağımsız olabilmektir.
Elbette, dünyada milletlerin barış içinde tek bir bayrak altında yaşaması her şeyi daha da kolaylaştırırdı, bunun çok uzak bir ideal olarak muhafaza edilmesi, uluslar arası ilişkilerde barışçı tutumun esas alınması için gereklidir.
Toplumlaşmada , ferdin, diğer herkesin kurallara uyduğuna dair hissettiği güven, ancak,kurallara uymamanın herkes için geçerli cezalarla cezalandırılacağı teminatı var ise ayakta tutulabilir.
Cezanın infazında yetkilendirilmiş bir zor kullanıcı olmalıdır kİ devletin bütün var olma sebebi de budur.
Bu asgari şartın ötesine geçen güç kullanımı tamamen keyfîdir, hukuktan ayrılır. Devletleri, gangsterlerden ayıran da kurallara uyacaklarına dair kendilerine yüklenen mesuliyet ve mükellefiyettir.
Toplum, kabul edilmiş, kendiliğinden gelişmiş âdil davranış kurallarına uymayan mensuplarını kınar, cezalandırır ve onları geçici olarak bünyesinden uzaklaştırır. Bu benimsememe davranışı, suçluya , izafe edilen geçici bir yabancılama, dışlamadır. Hiç kimse evini soyan hırsızın milliyetine veya etnisitesine bakmaz. Temel hakları ihlal eden herkes aynı derecede “dıştadır”, yabancıdır.
Milletlerin farklılıklarının düşmanlık sebebi olmaması şüphesiz herkesin arzusudur. Gelin görün ki her ailenin kendine ait bir evde yaşamasına benzer şekilde milletler de kendi evlerinde yaşamak isterler.
Fert, kendisine benzeyen, ortak değerleri paylaştığı, aynı kültürel kodları kabul eden insanları diğerlerine tercih eder. Bunu anlamak çok zor değildir, çünkü neyle izah etmeye çalışırak çalışalım hepimiz ailemize duyduğumuz doğal sevgiyle yaşarız. Bu sevgiyle, benzerlerimizle yakınlaşmayı, onarlı korumayı ve onlara öncelik tanımayı öğreniriz.
İşte bu sebepten herkes kendi evini, dokunulmaz bir mahremiyet alanı sayar.Bu duyguyu paylaşan çok sayıdaki fert de milletin hayat sürdüğü toprakları “vatan” olarak adlandırır.
Bu sahiplenme duygusu ve benzere duyulan muhabbet, “vatanı sıradan bir toprak parçası olmaktan çıkarıp paylaşılan değerleri bağrında yaşatan bir sembol haline getirir. Bu sembole bağlılık, bu sembol etrafında oluşturulan birlik, sosyal ilişkiyi içerdiği somut ögelerden öteye taşır.
İşte devletin güç kullanma yetkisinin bir ayağı, insanları bağrında yaşatan, onları birleştiren bir sembol olarak “ vatanı” bu değerleri paylaşmayan, bu değerleri inkâr eden “düşmanlara” karşı korumaktır.
İnsan maalesef doğasındaki barışçıl temele rağmen, kural ihlal edebilmek kabiliyetine de sahip olduğundan devlet, milletin diğer milletlerin şiddetinden uzak tutulması için de güç kullanma yetkisini üzerine alır.
Bu iki durumun bize gösterdiği şudur ki toplumlar yalnızca paylaşılan kültürel kodlarla bir arada tutulmaz. Hayatın sorunlarına cevap verme şekli olarak kültür, toplumlara ayırıcı renklerini kazandırır ama “toplum olmanın” asgari şartı her millet için “kurallara uyulacağına dair duyulan ortak” güvendir.
İnsanlar başka toplumlardan kültürel kodların farklılığından dolay ayrı yaşamaz. Ayrı yaşar, çünkü bu kültürel kodların kazandırdığı değer yargılarının eseri olan güç kullanma birimlerinin, ayrı kurallara tabi olduklarını bilir. Bu güç birimleri ( devletler) farklı sembollerin değerlerini korurlar. Bu tıpkı barış içinde yaşamak için bütün ailelerin aynı evde yaşamaması gibidir. Hepimiz ailelerimizde hemen hemen aynı kuralları uygularız ama bu kuralları başka bir ailenin bize uygulamasını istemeyiz.
İşte milletlerin bağımsızlık arzusu kendi güç birimlerini, kendi kurallarıyla, kendi kültür kodlarıyla, kendi bilgileri dahilinde kullanabilmek arzusundan kaynaklanır. Burada önemli olan güç kullanıcı birime, milletin “sahip olabilmesidir”. Milletin, güç kullanıcı birimi kontrol edebilmesi, onun meşruiyetini sağlayan sebeptir.
Bu şartlar altında gerek içte gerekse uluslar arası sahada milletin fertlerinin varoluşunu korumanın, güç kullanıcı birim için aslî ve yegâne varoluş sebebi olduğunu görürüz.
Bu varoluşuyla o, milletin fertlerinin temel haklarının teminatıdır.
Peki güç kullanıcı birim, bu sınırlara uymazsa ne olur? Bu sınırlara uymadığı takdirde o, evimize giren hırsız veya sınırlarımızı ihlal eden düşmandan farksız bir hale gelir. Çünkü artık temel hakların dokunulmazlığı ortadan kalkar… Hakların kurallarca korunması teminatı ortadan kalkar ve toplumun bir güç kullanıcının keyfi iradesine tabi olması durumu ortaya çıkar.
Oysa güç kullanıcı birimin varlık sebebinin, milletin kendi kurallarını, bir başka milletin güç kullanımından uzak şekilde yürütebilmesini,yani bağımsızlığını sağlamak olduğunu az önce görmüştük.
Güç kullanımı yetkisi milletin iradesinden ayrılıp da güç kullanıcının kendi eline geçtiğinde artık millet için “kendinden olan” herhangi bir güç kullanıcı birimden bahsetmek imkânsızdır.
Böyle bir durumda güç kullanıcı, sınırları ihlal edip de başka bir toplumun değerlerini egemen kılan işgal güçlerinden farksızdır artık. Zaten bundan dolayı medeni memleketlerde darbeciler, vatan ihanetle yargılanırlar.
Kendi toplumunun değerlerini benimsemeyen, bu değerlerin doğal değişimine saygı göstermeyen, kendi toplumunun değerlerini, kendi ideolojisi açısından “düşman” sayan bir güç kullanıcısı teorik olarak “düşman” sınıfına girer. Bu açıdan bakıldığında dünya ordularının hemen hemen tamamının muhafazakâr olması şaşırtıcı değildir.
Bağımsızlık, bir başka değerler kümesinin üstümüzdeki keyfi egemenliğinden ayrı kalabilmek ise bu aynı zamanda içimizdeki herhangi bir sınıfın veya zümrelerin keyfî egemenliğinden de ayrı kalabilmektir.
Bağımsızlığın kaybı da yabancı bir güç kullanıcının veya yabancılaşmış bir güç kullanıcının, bizi bir arada tutan değerleri/ hakları ve kuralları çiğnemesidir.
Belki “tam bağımsızlık” söylemini, otokrasi özlemleri için tekrarlayıp duranlarımız bağımsızlığa bir de bu gözle bakmalı?


27 Kasım 2008 Perşembe

İKTİSADî HESAPLAMA VE PLANLAMA ÇELİŞKİSİ



Karma ekonomiden, totaliter sosyalizme kadar olan bütün devlet müdahaleli sistemlerin ortak paydası, sistemin devlet tarafından yürütülmesidir. Bu sistemlerin hepsi devletçidir.

Devlet merkezli bir ekonomide iş sadece devletin ekonominin seyrini belirlemesinden ibaret değildir. Sadece bu davranış bile müşevvikleri ve müşirleri tahrip ederek fazlasıyla zarar verirken iş bununla kalmamaktadır.

Devletin derhal ortaya çıkan en büyük zararlı etkileri devlet “işletmelerinden” kaynaklanır.

Devletin işletmeleri genellikle “yol gösterici”, “lokomotif” olmak maksatlarıyla hayata geçirilmişlerdir. Nüfusun azlığı, iletişimin kısıtlılığı ile sınırlanan bir talebin söz konusu olduğu “başlangıç” durumunda zaten mukayese imkânı veren bir piyasadan bahsetmek söz konusu olmadığından bu işletmelerin varlığı mecburi tekeller olarak kabul edilmiş, benimsenmiştir.

Gerek piyasa şartlarının olgunlaşmaması gerekse devlet işletmelerin kaçınılmaz olarak bürokratik yapılanması bu işletmelerde iktisadî hesaplamayı imkansız bir hale getirir.

İktisadî hesaplama, bireylerin eylemleri ile ilgili beklentilerini karşılayıp karşılayamama durumlarının parasal hesabıdır.

Tanımın ögeleri ayrı ayrı öneme sahiptir.

Bir kere böyle bir hesaplamayı yapacak olanlar bireylerdir.

İkincisi mukayese edilebilir/ ölçülebilir bir beklenti (kâr) söz konusudur.

İktisadî hesaplamanın birey için geçerli ve anlamlı olması şundandır: İktisadî hesaplama, bir sınırlılık durumunda, daha ileri gitme, arttırma, düzeltme ihtiyacının göstergesidir. Böyle bir belirli sınırlılık durumu ancak bireyler için anlamlıdır. Çünkü o elinde ölçülebilir ve ancak iktisadî davranışla korunabilir ev arttırılabilir sınırlı bir sermaye taşıyabilir.

Bundan hareketle, birey, elindeki sınırlı sermayeyi arttırabilmek için “değişimleri” sürekli gözlemelidir. Değişim için de talebin yol göstericiliği mümkün olmalıdır. Talebin yol göstericiliği ise ancak bir talep endeksi için yarışan birden fazla arzcı mevcut olmalıdır.

Aksi takdirde talep de söz konusu olamaz. Tek bir işletmenin var olabildiği bir sektörde talep ancak arzın “emrettiği” kadarla sınırlı olacaktır. Buraya kadar olan akıl yürütmede ürün çeşitliliğine değinilmemiştir. Talebin asıl önemi bu çeşitliliği sağlamasıdır ki sosyalist ülkelerde herkesin üniforma benzeri giyinmesi talep yokluğunun çarpıcı bir örneğidir.

Devlet işletmeleri her ne kadar başlangıçta “öncülük” iddiasıyla işe başlasalar da karma ekonomilerde devletin bütün müdahalelerine rağmen rekabete açık hale gelmişlerdir. Bu bile onların zararlı etkilerini giderememiştir.

Çünkü her ne kadar artık tekel olmasalar da finansmanlarının “müşteri memnuniyeti” ile değil de merkez bankalarının desteği ve vergilerle yapılması yüzünden ferdi kuşatan “sınırlılıktan” ari kalmaktadırlar.
Bu durum, onları “iflâs” riskinden kurtarmakta ve dolayısıyla hesaplamayı gerektirecek risk uyarıcısından da yoksun bırakmaktadır.

Buna bir de bürokrasinin, performanstan bağımsız hiyerarşik sorumluluk yapısını eklediğimizde devlet işletmelerinin verimsizliğinin sebepleri daha rahat anlaşılmaktadır.

Devlet işletmelerinin plânlamaları değişen talep yapısını göz önüne alamaz. Üretimin miktarı ve çeşidi, akışkan, değişken talebe göre değil herhangi bir âmirin münasip gördüğü miktara göre yapılır.

Tekel durumundaki devlet işletmelerinde maliyetin kıyaslanabileceği farklı bir fiyatın piyasada bulunamaması, tekel olmayanlarda ise piyasa fiyatlarını dikkate almaksızın üretim yapılmasını sağlayacak sürekli devlet finansmanı yüzünden iktisadî hesaplama imkânsızdır.

Devlet işletmelerinin plânlamaları, saydığımız sebeplerden dolayı tabiatları icabı iktisadi hesaplama sayılamazlar.

Özelleştirmeye dair “ kâr eden devlet işletmelerinin satılmaması ” söylemi, iktisadî hesaplama açısından anlamsız kalmaktadır.

Karşılıklı beklentilerin sağlanması üzerine kurulu bir sistem olarak piyasa ekonomisinde fiyatlar bu durumun ölçülmesini sağlarken, beklentilerin değil de emirlerin yön verdiği ekonomilerde bu ölçümün imkânsız hale gelmesi kâr ve zararı anlamsızlaştırmakta daha doğrusu ortadan kaldırmaktadır.

Sorun şudur ki kâr ve zararın hesaplanamaması veya telaffuz edilmemesi bunun sonuçlarını ortadan kaldırmamakta, hesapsızlığın ceremesi halka yüklenmekte, insanlar fakirleşmektedir.

“Akil” âmirlerin emirlerinden oluşan plânların refah yaratacağı inancı artık felsefe tarihi müzesindeki rafına yerleştirilmeli ve orada bırakılmalıdır.

25 Kasım 2008 Salı

Ekonometrik İktisadın Zaafı


Gene olarak Avusturya Okulu’nun bakışına aşina olanlar için yazacaklarım alışılmış şeyler ama gene de defalarca tekrar edilmesi, karma ekonomiyle uyuşturulan beyinlerin alışkanlık fasit dairesini kırmak açısından gerekli olan şeyler.
Sayıların dünyasındaki o su geçirmez, eleştirilemez tutarlılık bizi büyüler.
Bu tutarlılık bize şunu söyler: “Sayılar kesindir! Sayısal bir ifade, eleştirilebilirliğin üstünde bir mutlak gerçekliğe işaret eder!”
Dolayısıyla bilimselliğin veya “gerçekliğin” ölçüsü, zamanla “ölçülebilirlik” olmuştur.
Bentham’ın faydacılığı belki de bu mantığın şahikasıdır. Zevklerin ölçümü gibi bir konuyu ciddi ciddi gündeme getirmesi, insan aklının her şeyi yapabileceğine dair o pozitivist güvenin bir örneğidir.
Zamanla, belirsizlik fikrinin ortaya çıkışı bize, hem aklımızın hem algılarımızın sınırlılığını göstermiştir.
Bu “sınırlılık” olgusu son derece önemlidir çünkü bilimselliğin, önermenin doğruluk şartlarını tespit etmek demek olduğunu anlamamız için elzemdir.
Kimyadaki bütün tanımlamalar, ölçümler vs “NŞA ( Normal şartlar altında); 22 oC ve 1 atm basınçta” ifadesiyle başlar.
Bunun genel anlamı şudur: “Ölçülebilirlik, sınırlılıkla anlam kazanır.”
Bunun yanı sıra ölçülebilirliğin daha önemli ve ana özelliği, ölçülen nesnenin veya olayın tabiatının değişmemesi veya bünyesindeki değişmenin, algı sınırlarımızın ötesinde kalabilmesi gerekir. Ölçülen şeyin tabiatının değişmemesi, bünyesinde hiçbir hareket barındırmaması demek değildir. Bu, nesnenin, şeyin sürekli aynı şekilde gözleyebileceğimiz düzenlilikler barındırması anlamına gelir.
Buraya kadar olan açıklamalara bir nokta koyup ekonominin tabiatına değinmekte sayısız faydalar var.
Ekonomi bir davranışlar “ağıdır”. Fazlaca fizyokrat bir yaklaşım gibi görünebilir ama örtüşen veya çakışan menfaatlerin, beklentilerin bir etkileşimi olarak sanırım “ağ” metaforu yeterince açıklayıcıdır.
Buraya kadar zaten sanırım ana akım da bizimle mutabık kalacaktır.
Sorun şudur ki bu ağın “iplik” kalınlığı, atkı ve çözgü boyutları homojen değildir!
İşte bu noktada az önce bilimsellikle ilgili sınırlılık ve belirsizlik alanına girmek zorunda kalıyoruz.
Bir kumaşın dokunuşunda makinenin katı sınırlayıcılığıyla şaşmaz bir düzen buluruz. Eğer öyle olmasaydı, örtünemez, kendimizi tabiata karşı koruyamazdık.
Ekonominin “davranışlar ağında” homojenite bulunmaz. Çünkü bu ağı oluşturan ipliklerin yani davranışların failleri kaçınılmaz olarak birbirinden farklıdır. Dünyaya bakışları, beklentileri, ahlâkları birbirinden kesinlikle ve doğal olarak farklı aktörlerin dünyaya sunduklarının da farklı olması karşımıza , atkıları ve çözgüleri birbirinden farklı bir örgü yapısı ortaya çıkarır. Karşımızda genel karakteri belli olan ama ölçüm için gerekli “sabitliği” taşımayan bir yapı buluruz.
İşte öğrenim seviyesi ne olursa olsun herkesin hem müteşebbis, hem tüketici olarak ekonomide yer alabilmesinin sağlayan da bu yapıdır. Çünkü herkes, bu ağın genel karakterini idrak edebilir ama ağın her yerindeki “ölçüler” hakkında kaçınılmaz olarak bilgisizdir. Kaldı ki bu gereksizdir de çünkü her aktör kendi çevresindeki örgülerin yeterince sağlam olmasını sağlamaya uğraşır.
Sözleşmelere uyar ve uyulmasını bekler, müşteri beklentilerine yaklaşmaya çalışır ve başka satıcıların da kendi beklentilerine yaklaşması gerektiğini bilir, ucuza almaya çalışır ve herkesin, kendisi gibi ucuza almaya çalışacağını bilir vs…
Burada davranışlarına yön veren ölçü, fiyatlardır. Fiyatlar beklentilerin “derecesini” gösteren bir özettir. Ekonomide anlam ifade edebilecek yegâne sayısal sonuç, fiyattır.
Yalnız bu sonuçların anlamlı olabilmesi de ancak sınırlı bir zaman dilimi ve belli bir beklenti sahibi grubu için geçerlidir. Ortaçağ’da değerli sayılan bazı baharatların bugün sayılmaması veya Amerikan futbolunun Türk seyircisinin talep endeksinde yer almaması gibi…
Bu durum bize kendiliğinden şunu söyler: “Aktörlerin kaçınılmaz farklılığı, zaman ve mekân sınırlamaları, ekonomiyi, tabiatın diğer düzenli olaylarından ayırır!” Çünkü ekonomi bir doğa olayı değil bir “insan davranışıdır”. ( Elbette insanı, politik, ekonomik, artistik vs “hayvan” olarak gören kutsal materyalistlere çatmadan yan sokağa sapıyorum.)
Fiyatların geçici bir ölçüm kıstası olmaları, bizi ekonominin tekrarlanabilir ölçümlerine götüremez. Ölçümün “sınırlandırılma” şartı altında, tekrarlanabilir nesne durumunun düzenliliğiyle ilgili sayısal ifade olduğunu bir kere daha hatırlatmalıyız.
İnsanın ucuz olana yönelmesi genel davranışı bir hakikat olmakla beraber, kimin, neyi “ucuz bulacağına” dair o kaçınılmaz cehaletimiz, bu davranışı ölçmemizi sert bir şekilde engeller. Bir malın fiyat değişimlerine dair tarihi istatistikler çıkarmamız gelecek için genellikle gerekli görülür ama bu yarın o malın yerine kullanılacak bir malın çıkıp çıkmayacağını, malın üretiminde kullanılan kaynakların durumu, daha da önemlisi mala yönelik talebin durumu ile ilgili bilgisizliğimizi hiçbir şekilde gideremez.
Bu durumda ekonomik davranışın bütün “modelleme” çabaları, hem ekonominin “doğa olayı” olmaması yüzünden hem de bu davranışın sayısız belirsizlikle beraber işlemesinden dolayı açıkça saçmadır.
Basit bir örnekle açıklayalım:
Su ısıtıcısı suyu her zaman aynı sıcaklıkta ısıtır. Amacımız zaten budur. Diyelim kahvenizi seksen dereceye ısıtılmış su ile seviyorsunuz. Suyunuzu hep aynı yerden alıyor, hep aynı ısıtıcıda ısıtıyor, hep aynı kahveyi ve şekeri ( ki ben krema sevmediğimden kremadan bahsetmiyorum) kullanıyorsunuz. Ama nedense kahveden aldığınız tat bir türlü aynı olmuyor. ( Çok seçicisiniz ve hatta belki biraz takıntılı ama sorunumuz bu değil...) Sonra bir gün eczacı bir akademisyen arkadaşınız evinize geliyor ( ki o da sizin kadar takıntılı muhtemelen) ve size bardağınızın sıcaklığını soruyor. Buna hiç dikkat etmediğinizi( nasıl olmuşsa) söylüyorsunuz şaşırarak. Çünkü kahvenizi b ir gün, bulaşık makinenizden çıkan sıcak bardağa oymuşken, bir başka gün belki de pencere önünde unutulmuş bardağınıza koyuyordunuz? Dolayısıyla kahveniz sadece içinizi değil, çok üşümüş bardağınızı da ısıttığından daha çabuk soğuyordu… Üşendiğiniz bir gün kahve kavanozunun kapağını yeterince sıkı kapatmadığınız için kahvenizde meydana gelecek aroma kaybına değinmiyorum bile!
Şimdi ekonomi denen davranış ağına tekrar bakacak olursak şartları bizim kendi mutfağımızdakinden bile hızla değişen üstelik kahve bardağımız veya su ısıtıcımız gibi zaptedemediğimiz bu ortamda sizce ölçüm yapılabilir mi? Geçmişin olmuş, bitmiş davranışlarının sonuçlarını özetlemek bize kehanet yeteneği kazandırabilir mi?
Ekonometri ancak devletin düzenli faaliyetleri ile ilgili makro düzenlilik bilgisi sunabilir. Çünkü devletin ( Bahsettiğimiz hukuk devletidir, hukuk devletinden sapmalar zaten insani sınırların aşılması, hukuka güvensizlik,dolayısıyla sağlıksız bir piyasa anlamına gelir ki burada bahsettiğimiz “davranışlar” da farklı değerlere yönelir.) uyması gereken kurallarla sınırlandırılması onu makine benzeri bir düzenliliğe sevk eder.
Oysa üretim için gereken bu tip bir otomatizm değil, sadece hürriyettir.
Devlet için gerekli düzenlilikler, onun zor kullanma gücünü sınırlamaya yönelik âmir hukuk kurallarını gerektirirken sivil vatandaşlar için “düzenlilik” , temel haklara yönelik kahir ekseriyet mutabakatı altında “Mevcut durumu düzeltmek için çabalamak” eyleminin, kendiliğinden herkesçe yürütülmesinden başka bir anlam ifade etmez. Mevcut durumun kimin için değiştirilmesi gerektiğine, ne kadar değiştirilmesi gerektiğine, eylemde bulunan kişi dışında kimse karar veremeyeceğine göre eylemin “ölçülebilmesi” imkânsızdır. Eğer bir ölçüden bahsedeceksek, herkesin kendisi için kabul ettiği “değer” neyse, bireysel olarak ölçünün ancak o olabileceğinden başka bir şey söyleyemeyiz.
Dolayısıyla ekonometri, tarihsel bir istatistik özet olarak fevkalâde faydalıyken ekonominin tabiatını mutlak şekilde açıklamak konusunda kibirli davranan bir disiplindir.


24 Kasım 2008 Pazartesi

17 Kasım 2008 Pazartesi

Hukuk Birliği Ve Vatandaşlık Sorumluluğu



Devlet, meşruiyeti kendiliğinden var olan ve ilânihaye sürebilecek bir organizasyon değildir.
Devletin meşruiyeti hukuka bağlılık ile kayıt altına alınmıştır. “Hukuka bağlılığın” yegâne ölçüsü de ferdin temel haklarına saygıdır.Devlete zor kullanmak yetkisini veren de temel haklara kesin şekilde saygı göstereceğine dair duyulan güvendir.
Bu açıdan bakıldığında devlet bürokrasiden ziyade hukuk birliği anlamına gelir. Bir ülkede herkes için her zaman geçerli kuralların temsilcisi ve uygulayıcısı olan tek kurum, devlettir.Devletin bu tanımı, onun vazgeçilebilir ve değiştirilebilir yapısına işaret eder. Bir ülkede devlet, hukuk birliği sağlama işinden, keyfî zor kullanımına doğru sorgulanamaz ve tadil edilemez şekilde dönmüşse vatandaşların, onun zor kullanma tekelinden vazgeçme hakkı kendiliğinden doğar.
Bu vazgeçişin sınırı iyi tespit edilmezse her memnuniyetsizlik hukuk birliğine karşı isyanın mazereti haline gelebilir.
Toplumun en gelişmiş halinin bir hukuk birliği olduğu akıldan çıkarılmadığı takdirde devletle ilişkilerde zor kullanımının değil, hukukun dilinin esas olduğu da kabul edilmelidir. İşte bu şiddetsizlik zarureti, “vatandaş sorumluluğu” sahasıdır.
Vatandaş olmak demek, bir ülkede herkesin taabi olduğu hukuk kurallarına uymayı ve bu kuralların uygulayıcısı devletin, hukukla sınırlanmış güç kullanma tekelini kabul etmek anlamına gelir. Vatandaş sorumluluğu vatandaş olmanın bu gerekleri dışında hiçbir emre itaati içermez. Zira vatandaşlık emirlerden dolayı değil , haklardan dolayı vardır ve edinilir. Kaldı ki devletin hukuk sınırlarını korumak dışında herhangi bir emir vermek yetkisi yoktur.
Reel politiğin göreceli ve teleolojik ahlâkına saplanıp kalanlar için bu sözlerimiz elbette masal gibidir, çünkü devletin hiç de kendini kayıt ve şart altına almaya istekli olmadığı gün gibi ortadadır. Meseleye böyle bakıldığında bütün kanunlar, “kağıt üzerine yazılmış sözlerden” ibaret kalır ki bu durumda zaten devletten de vatandaşlıktan da bahsetmeye gerek kalmaz. Bu durumda ancak sahip- köle ilişkisinden bahsedilebilir.
Devletin bir hukuk birliği olarak anlaşılmasının önemi şuradadır ki ancak böyle bir birlik, atomize seviyede bile bütün farklılıkları barışla bünyesinde barındırabilir.Ancak böyle bir birlikte, şiddet kullanımının istisnaî hali toplumun genelinde gerilimi düşürebilir ve farklılıkların birbirileriyle güven içinde bir arada bulunmasını sağlayabilir.
Hukuk birliği içinde vatandaşlar bu birliğin devamının, varoluşlarının en düşük maliyetle idame ettirilmesi anlamına geldiğini bilirler. Çünkü var olmak için gücün, otoritenin emirlerini yerine getirmek gerekliliği yerine, kurallara uymak iradesi yeterli olacaktır.Otoritenin emirlerine uymanın vatandaşlık şartı sayıldığı bir ülkede, ne zaman hangi emrin verileceği beklentisi, ferdî beklentileri daima aksatır, geciktirir, plânlarını , daha doğuş aşamasında öldürür…
“Vatandaş” için aslolan neye taabi olacağının seçimini yapmaktır. Vatandaşın sorumluluğu, onun bu seçiminde yatmaktadır. Bu bir sorumluluktur çünkü seçimlerinin kendilerine göre ciddi sonuçları vardır. Ve her seçimin bedeli, seçimi yapan tarafından ödenmelidir.Bu durumda, “tadil edilebilir” bir hukuk biriliği şartı ile devletin haklara karşı tututmuna karşı üç muhtemel seçimden bahsetmemiz mümkündür:
1- Hukuk sınırlarının zaman zaman aşılmasına karşı devleti, barışçıl şekilde uyarmak
2- Devlete karşı savaş açmak
3- Vatandaşlıktan ayrılmak
“Tadil edilebilir”olmak durumunu bir ön şart olarak koyduğumuzu bir kere daha hatırlatarak, bu sınırları geri dönülemez bir şekilde aşmamış bir devlete karşı takınılan tavırları kısaca değerlendirelim:

Hukuk sınırlarının zaman zaman aşılmasına karşı devleti, barışçıl şekilde uyarmak:Bu hem sivil itaatsizlik gösterileriyle, hem ferdî uyarılarla hem de yargıya müracaatla gidilebilecek bir yoldur ki herkesin temel haklarının teminatı için uygulanabilecek en emin yoldur Bu davranış, toplumda herkesin hakkı için yararlı olduğundan, ayrışmayı kışkırtmadığından ve güç kullanımını sınırlamaya yönelik olduğundan asgari medeni bir seviyede en etkili ve sorgulanamaz yoldur.
Devlete karşı savaş açmak:Bu, bir devletin, hukuk birliği olarak tanınmaması anlamına gelir. Tanınmayan bu organizasyonun varlığına karşı şiddet kullanmak tercihi demektir. “Tadil edilebilir” bir devlete karşı şiddet kullanmak, hukuk dilini yok saymak demektir ki toplumun geri kalanının değil de sadece şiddeti benimseyenlerin “hak” kabullerine dayalı bir seçimdir. Bu seçimde toplumun geneliyle ilgili bir hukukî teminat sağlamak değil, belli bir kesim için ayrıcalık talebi söz konusudur ki toplumsal ayrışma, güvensizlik ve gerilim yaratılır. Bu seçim, hukuk birliğine gönüllü bağlılığı zayıflatmaya yöneliktir ve “vatandaş sorumluluğu” çerçevesinde vatandaşlıktan çıkarılmayı gerektirir.
Vatandaşlıktan ayrılmak:İkinci seçenek daha ziyade hakların kollektif tanımına dayandırılırken bu tercih ferdîdir. Toplumun geri kalanı üzerinde herhangi bir ayrıştırıcı etki yaratmaz. Dolayısıyla kişinin, vatandaşlık bağıyla bağlandığı hukuk birliğinden gönüllü ayrılması onun bileceği bir iştir. Şiddet içermeyen diğer seçimler gibi bu da herhangi bir müeyyideye taabi tutulamaz.
Tarlamızda bulduklarımızın, ektiklerimizden gayrısı olmadığını sürekli hatırlamamız, vatandaş olarak nasıl bir devlet meydana getirdiğimizi de anlamamızı sağlayacaktır. İtaati benimseyen bir toplumun, hukuka bağlı bir devlet yaratamayacağını bir kere idrak edebilsek zaten vatandaş olarak sorumluluğumuzu da anlamış olacağız.

14 Kasım 2008 Cuma

Obama Nasıl Seçildi? Veya Blues* Bir Zafer



ABD eski Büyükelçisi Ross Wilson: “ Bu seçim Amerikan demokrasisinin bir mucizesidir!” demişti, seçimden hemen sonra.


Amerikalı’ların “Amerikalı olmakla” insan olmak arasında doğrudan bir ilişki kurdukları çok bilinen bir hakikat. Onlara göre Amerikan ulusu, Tanrı’nın seçilmiş toplumu…


18.yy gibi geç bir dönemde dahi cadı avlarının yapıldığı, İnsan Hakları Beyannamesinden neredeyse yüzyıl sonra köleliğin kaldırılabildiği ve buna rağmen iç savaştan yüzyıl sonra bile ırk ayrımcılığının resmen yaşandığı bir ülkede böyle bir inanç gerçekten şaşırtıcı aslında…
Irk ayrımcılığı Amerikan toplumunun özünde barındırdığı bir davranıştı.

Buna rağmen bu toplumsal temelli ayrışma bir ölçüde de olsa nasıl aşılabildi?
Aslına bakılırsa bu da bir başka inanca dayanıyor: ABD’nin bir hukuk ve özgürlükler ülkesi olduğu inancına. Bir doğal afette, polis vatandaşlar arasında açıkça ırk ayrımcılığı yapabiliyor ama gene de ülkeye ve değerlere duyulan inanç bambaşka bir motivasyon yaratabiliyor.
Bu inancın sırrı şu: Hiçbir ABD vatandaşı, Amerikan bayrağının, Amerikan anayasasının Amerikan vatandaşlığının ifade ettiği değerler ve taşıdığı anlamlar hakkında şüphe duymuyor.
Dolayısıyla en aykırı fikirleri ifade edenler dahi, bu değerler şemsiyesinin altında öfkeden ve şiddetten korunacaklarını biliyorlar.

Açık şiddet ve ayrımcılık gören, aşağılanan siyahî Amerikalılar mücadelelerini ortak değerlere dayandırmışlardır. Çekip gitmeden, ayrışmadan içinde yaşadıkları toplumun, “kendileri olarak” bir parçası haline gelmek istediklerini beyan etmişlerdir. Amerikan eritme potasını işe yarar kılan da vatandaşların her birinin bu sorumluluk bilinciyle hareket etmesi olmuştur.
Siyahî Amerikalı’lar’ın yaşadığı açık şiddet, ayrımcılık ve aşağılanmaya verdikleri bu barışçı ve sahiplenici cevap her türlü üstünlükçü, ayrımcı politikayı yerle bir etmiştir.
Buna benzer şekilde Mc Carthy döneminin tehdit ve korku günleri de aynı barışçı tavırla aşılmıştır.

ABD tarihini diğer uluslar için önemli kılan şey, vatandaşların, kamuoyunun, devlete, onun varlık sebebinin, ancak ve yalnız vatandaşlarının özgürlüğü olduğunu sürekli hatırlatmasıdır.
Bunu yaparken de yukarıda bahsettiğimiz bayrak, anayasasının ve vatandaşlığın anlamına sıkı sıkı tutunması, bir barışçı yönetim mekanizması olarak demokrasinin yaşatılabilmesinin belki de yegâne yoluydu….

ABD tecrübesinin bize öğrettiği şey, vatandaşların ancak barışçı çözümlere ve hukuk değerlerine bağlılıkla bir arada durabileceği, uluslaşabileceğidir.

ABD’yi bizim gibi ülkelerden ayıran, vatandaşlarının bu “sahiplenme” sorumluluk duygusu…

Cumhuriyetçi’lerin iktidarı dönemi ABD’ vatandaşlarına, değerlerine rağmen var olamayacaklarını gösteren bir dibe vurma dönemiydi. Obama’nın seçilmesi, aşağılandığı ve öldürüldüğü vatanında, hukuk devletinin rüyasını gören cesur bir öndere Amerikan tarzı bir iade-i itibar olarak tarihe geçti. Bu seçim, sadece ABD vatandaşlığına, anayasasına ve bayrağına yürekten bağlı kalmaktan asla vazgeçmemiş bir topluluğun değil bütün bir Amerikan ulusunun “blues” zaferi oldu…
*Mahzun veya ABD zenci müziği…

11 Kasım 2008 Salı

Türkiye’de Bilgi Problemi



Ülkemiz bilgi üretimi, anladığım kadarıyla üniversitelerde yazılan yıllık makale sayıları ile değerlendiriliyor.

Bu çok genel bir bakış açısından fikir verebiliyor ama göz ardı edilen iki noktaya ışık tutamıyor. Bunlar:

Üretilen makalelerin ne kadarının orijinal bilgi içerdiği ve bilgi üretiminin felsefesine ne gibi bir katkısının olduğu…

Birinci husus, bizim gibi fakir ülkeler için büyük maliyet anlamına geliyor. Aslına bakılırsa bunun da temelinde mülkiyet kurumunun yeterince gelişmemesi ve fikirleri bu bağlamda “değerlendirecek” bir serbest piyasanın da teşekkül edememiş olmasıdır. Ülkemizde fikrî yaratıcılığın müracaat edebileceği tek merci devlettir. Devlet, fikir mülkiyetinin özgür mübadelesinin adaletini gözetmek yerine mülkiyet belirleyicisi işini kendisi yürüttüğünden herhangi bir fikrin, mülkiyetlendirilmesi gerek zaman gerekse para açısından fertler için bıktırıcı bir hal almaktadır.

Bu, işin maddî boyutudur.

Türkiye, maalesef bilimi, teknoloji olarak kabul eden bir felsefeyi benimsemekte.

Bunun bir muhtemel sebebi, fikrin yaratıcısının, fertlerden ziyade devlet olduğu, topluma fikir arz etme tekelinin devlete ait olduğu kabulüdür. Dolayısıyla felsefe yapmak bizim toplumumuzda, “büyüklerce” benimsenmiş doğrulara aykırı düşünmek ve bir anlamda deliliktir.

Bilimle sadece teknolojik sonuçları anlamında ilgilenerek gelişebileceğini sanmak, felsefi tembelliğin bir sonucudur. Günlük hayatla ilgili doğruların, doğrudan doğruya devletçe belirlendiği bir memlekette paradigmaların ferdî akıllarca test edilmesi özgürlük açısından son derece risklidir.

Bunun yanı sıra bizim ancak teknolojik sonuçları itibariyle gözlediğimiz bilimsel gelişmelerin temelinde çok ciddi paradigma değişiklikleri yatmaktadır. Söz gelimi Darwin’in “evrim” fikrini geliştirmesinde ona ilham kaynağı olan fikirler bir sosyal bilimci olan Spencer’a aittir. Bu, farklı bilim dallarının metotlarının doğrudan birbirlerinin yerine kullanılabileceği anlamına gelmez ama paradigmaların doğuşunda ferdî metaforların ve bakış açılarının ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Bilimin maddi şartlarına odaklanmış bir bilgi üretimi, aynı şartları sürekli tekrarlayarak aynı sonuçlara ulaşmakla tatmin olur. Ama bu bakış açısı gelecekte karşımıza çıkabilecek problemleri çözmek hususunda acizdir ki zaten Türk akademiyasının ilerlemeye katkısının olmamasının sebebi de budur.

Bilimin felsefesi üzerine kafa yorulmadığında bilimin icrası sırasında karşılaşılan belirsizliklerle ilgili bakış açıları geliştirmek, şartların muhtemel değişimlerinin doğuracağı muhtemel sonuçları kestirmek imkânsızlaşır.

Bu uygulanmakta olan metotlar için böyleyken, yeni metotların meydana getirilmesi için de aynen geçerlidir.

Ancak tekrarcı/ ikinci elci, taklitçi teknoloji kullanıcılığının “bilim” sayıldığı bir memlekette hele toplumsal olayların analizi son derece geri kalır. Burada aslolan, “gerçeğe en yakın” analizin kurulması değil, “ otoriteye en yakın analizin” kurulmasıdır. Türkiye’de sosyal bilimlerle uğraşana akademisyenlerin uğradıkları adlî takibatlar bu açıdan ibret vericidir.

Kaldı ki bilgi, salt akademiyaca üretilen, üretilebilecek bir “mal” değildir. Bilginin ciddi bir iktisadî mal haline gelmesi, yani mülkiyet teminatı altına alınmaması durumunda, mübadelesi durma noktasına gelir.

Türkiye’de akademiya, gerek bilgi üretmenin felsefesi gerekse uygulamalı bilimlerin günlük hayata katkısı anlamında açıkça yararsızdır. Çünkü üretimi, mülkiyet olarak mübadele edilememekte, bürokratik bir mekanizmanın emir komuta zincirinde meydana getirilmektedir. Bu bürokratik yapılanma tabiatı gereği, bilgi üretiminin paradigmalarının, hiyerarşik olarak dayatılmasına yol açmaktadır.

Bürokratik hiyerarşi ise “ iktisadî değerlendirmeye” kör bir yapıdır. İktisadî değerlendirme olmaksızın fikrin, uygulanmasının veya dikkate alınmasının bize ne kazandıracağını bilmek imkânsızdır.

Bundan dolayı Türkiye’de fikir arzı iktisadî olarak açıkça anlamsız kalmakta, gelişmiş ülkelerde ise doğruluğu,akla yakınlığı son derece tartışmalı hatta bazıları saçmalık sayılabilecek fikrî ürünler bile yazarlarının para kazanmasını sağlayabilmektedir. Ayrıca bu, fikirlerin hızla tedavüle girip tartışılabilmesini sağlamaktadır. Tartışmanın sivil akıllarca yürütüldüğü ülkeler ise tamamen olmasa da piyasanın büyük ölçüde etkin olabildiği ülkelerdir.

Türkiye ilerlemek istiyorsa en başta fikrî mülkiyeti ciddiye almalı, patentlendirmede devlet tekelini bırakmalı, bilim üretiminde, Popper’ın “bilimin kamusallığı” dediği, sivilleşmeyi hayat geçirmelidir.

Fikirlerin fikir piyasasında değil de devlet dairelerinde “değerlendirildiği” bir ülkede, bütün işleri, âmirlerine kulluk etmek olan memurların korkuları ve cimrilikleri, gerçeği kovalayanların heyecanlarını öldürmek dışında bir iş göremez.